Ömer Yalçınkaya
Portekiz, Avrupa’nın, bize göre en uzak ucunda olmasına karşın, kıta üzerindeki ülkeler içinde belki de en fazla bize benzeyeni.
Görkemli tarihi, çalkantılı yakın siyasi geçmişi, askeri darbeleri, melankolik insan yapısı, sıcakkanlı Akdenizli karakteri ile Portekiz’i kendimize çok yakın buldum.
Bu güzel ülkede ziyaret edebildiğim tek kent olan Lizbon’u anlatmadan önce, Portekiz’in oldukça ilginç yakın tarihine değinmek istiyorum.
Çok çalkantılı bir siyasi geçmişi var.
1932-1968 yıllarına, Antonio de Oliveira Salazar ve onun “Yeni Devlet” adını verdiği diktatörlük düzeni damgasını vuruyor. Daha sonra, takipçisi Marcello Caetano ile bu süreç 1974’e kadar sürüyor. Kısa adı ile Salazar Rejimi, Portekiz halkını pasifize ediyor ve tepkisiz bir toplum yaratıyor. Baskı, sadece içeride değil. Yüzyıllar boyunca yönettiği sömürgeleri de huzursuz. Bu bölgelerde uzun yıllar süren savaşlar da Portekiz halkını usandırıyor.
Bu dikta rejimi, ilginçtir ama, bir askeri darbe ile son buluyor…
25 Nisan 1974 Devrimi ile Portekiz tarihinde yeni bir sayfa açılıyor…
General Antonio de Spinola başkanlığındaki “Milli Selamet Cuntası” yönetime el koyuyor. Diktaya son vererek, baskıyı ve zulmü ortadan kaldırıyor. Cumhurbaşkanı, başbakan, hükümet ve parlamento üyeleri görevlerinden azlediliyor. Baskı rejiminin kurumları olan Siyasi Polis (DGS), Portekiz Lejyonu ve Siyasi Gençlik Teşkilatları lağvediliyor.
Dünya tarihinde, askeri darbelerin genellikle faşist cuntaları yönetime getirdikleri görülür. Ancak 25 Nisan 1974 Devrimi, bunun tersine faşist diktatörlüğe ve sömürgeciliğe son veren, demokrasinin önünü açan, ender askeri darbelerden biri olarak tarihe geçmiştir.
Angola, Mozambik, Sao Tome ve Principe, Cabo Verde ve Gine Bissau, bu devrimin ardından 1975 yılında bağımsızlıklarına kavuşuyorlar.
Halkın ezici çoğunluğu, bu harekatı sokaklarda, ellerinde kırmızı karanfillerle, devrim şarkıları söyleyerek kutluyorlar. Bu nedenle “Kırmızı Karanfiller Devrimi” olarak anılıyor.
Bu çarpıcı devrimi, Türk halkı, dönemin Lizbon Büyükelçisi, Fuat Doğu’nun “Portekiz, Kırmızı Karanfiller İhtilali” kitabından öğrenecektir. İşin ilginç yanı ise, emekli Korgeneral Fuat Doğu’nun, 12 Mart dönemi öncesinin MİT Müsteşarı olmasıdır. Son derece değerli bilgi ve gözlemlerin bulunduğu bu kitabın yayınlanmasının ardından, Uğur Mumcu, Fuat Paşa’ya teşekkür yazısı yazmış ve Portekiz hakkında yazdıklarını, 12 Eylül Türkiye’si için de yazmasını rica etmişti. Elbette, Fuat Paşa böyle bir kitap yazmayacaktı. Ancak, Portekiz’de olanı biteni anlamak ve bize benzerliklerini daha yakından görmek için bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Portekiz’in yeni dönemine damgasını vuran kişi ise, Portekiz Sosyalist Partisi’nin kurucusu Mario Soares. Bu isim Portekizce’de Suareş olarak okunuyor. Yıllarca Fransa’da sürgünde yaşamış olan Soares, Sorbonne Üniversitesinin Hukuk Kürsüsünde profesörlük yapmıştı. 26 Nisan 1974 günü ülkesine dönmeden önce Paris’te yaptığı basın toplantısında, faşist ve sömürgeci dikta rejimini yıktığı ve Portekiz halkını özgürlüğe kavuşturduğu için, Portekiz Sosyalist Partisi’nin Milli Selamet Cuntası’nı desteklediğini açıklamıştı.
Portekiz, 1986 yılında, o günkü adı ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’na girme başarısını da, müzakere sürecinde Portekiz masasında oturan Mario Soares’e borçludur. Avrupa Birliği’nden gelen finansman desteği sayesinde, aslen tarıma dayalı olan Portekiz ekonomisi küçümsenmeyecek bir ilerleme kaydetmiş durumdadır.
Avrupa Birliği ile entegrasyondan en karlı çıkan ülkeler, Portekiz, Yunanistan ve İrlanda olmuştur. Eskiden, Avrupalıların Portekiz’e “Avrupa’nın fakiri” dediklerini de hatırlatalım.
1973 yılında kişi başına 700 dolar düzeyinde olan Gayri Safi Yurt İçi Hasıla, bugün 25,000 doların, alım gücü kriterine göre hesaplanan milli gelir ise 30,000 doların üstüne çıkmıştır.
Bu denli hızlı ekonomik büyüme az ülkede gerçekleşmiştir.
İniş çıkışlı siyasi hayatında Soares, dışişleri bakanı, başbakan ve nihayet 1986-1996 yılları arasında Portekiz’in ilk sivil cumhurbaşkanı olarak iki dönem görev yapmıştır. Tecrübeli, güçlü ve birleştirici bir devlet adamı olan Soares, darbe sonrasında ülkesinin bir kaosa sürüklenmesini önlemiş ve halkın büyük desteğini alarak sosyal ve ekonomik alanda önemli reformlara imza atmıştır. 2017 yılında hayatını kaybeden Soares, Uluslararası İnsan Hakları Ödülü, Simon Bolivar Ödülü başta olmak üzere kırk ülkeden ödül almış ve otuzun üzerinde kitap yazmıştır. Sosyalist Enternasyonal’in on yıl süreyle başkan yardımcılığını ve Roma Kulübü olarak da bilinen Avrupa Uluslararası Hareketi’nin de başkanlığını yapmıştır.
Şimdi gelelim Lisboa’ya… Bu Lizbon’un Portekizcesi ve Lişbua olarak telaffuz ediliyor.
Lizbon, küçük, ama insanı etkileyen bir metropol. Nüfusu sadece yedi yüz bin kadar, bilemediniz çevresiyle birlikte bir milyon. Peki, böylesine küçük bir metropol nesi ile etkileyebiliyor insanı.
Gelin bir bakalım neleri varmış…
Paris’i kıskandıracak bulvarları ve trotuvar kafeleri var Lizbon’un. Marqués de Pombal Meydanı’ndan başlayan Avenue da Liberdeda’dan aşağı doğru yürürken kendinizi rahatlıkla Champs Elysées’deymiş gibi zannedebilirsiniz. Sadece lüks mağaza ve butikler değil, aynı zamanda bulvarın mimari dokusu da size Champs Elysées’yi hatırlatacaktır. Bu cadde üzerine sıralanmış trotuvar kafeleri de, her ne kadar Portekiz bir Akdeniz ülkesi olmasa da, “Akdenizli” bir kent olduğunu gösterir Lizbon’un. Akordeonu ile yanık ezgiler çalan, sekiz yaşlarında bir çocuk ise beklemediğiniz bir anda sizi duygulandırmaya yetebilir.
Roma’yı aratmayan tarihi yapıları ve çamaşır asılı eski, dar sokakları var Lizbon’un. Roma üzerine çok şey yazılmıştır. Hatta tarih yazılmıştır. Lizbon, belki tarihinde bir Roma olma kaygısı taşımadı ama hiç de azımsanmayacak kadar tarihe sahip bir ulusun başkentliğini yaptı, hem de 1256’dan beri. Bu yüzden en az Viyana’dakiler kadar görkemli meydanlar ve anıtlar da göreceksiniz bu kentte. Bu anıtsal mimari ögeler, bu ülkenin de zamanında bir imparatorluk olduğunu ve dört kıta üzerinde bayrağını dalgalandırdığını hatırlatacak size…
Ve, İstanbul’u kıskandıracak kadar güzel bir “boğaz manzarası” var. Ben, dünya üzerinde gezdiğim beş yüzü aşkın yer arasında, İstanbul kadar güzel doğası olan bir şehir görmedim. Lizbon, bizim eşsiz boğaz manzaramızı olsa olsa andırabilir. Ama kıskandıran tarafı, korunmuş doğası ve düzeni. Başıboş yapılanmanın, doğal dokuyu katledişine seyirci kalınmamış olması.
Burası, aslında boğaz bile değil, Tejo Nehri’nin Atlantik Okyanusu’na açıldığı yer. Bu nehrin üzerinde kurulmuş, Avrupa’nın ikinci en uzun asma köprüsü olan, “25 Nisan Köprüsü”ne baktığınızda, kendinizi gerçekten İstanbul Boğazı’nda gibi hissediyor, aynı kıtanın iki uç noktasının bu denli birbirine benzemesine şaşırıp kalıyorsunuz.
Eski Lizbon’a karşıdan bakan, Rio da Janeiro’daki kollarını açmış dev Hz. İsa heykelinin küçültülmüş replikası, Cristo Rei ise, bir an için sizi Atlantik’in öbür ucuna götürüveriyor, kulağınız sambaları aramaya başlıyor.
Ama, bu da o kadar uzak değil… Köprü ayağının yanı başındaki Salsa Latina’dan yayılan, Latin ve Samba ritimleri ay ışığına eşlik ettiğinde, coşku ve romantizm doruğa ulaşıyor… İstanbul’da Reina, mekan ve konum olarak neyse, Salsa Latina da Lizbon’da o. İçeride çalan canlı müziğin kıvrak ritmiyle, terasta bile dans etmeden yerinde durabilmek çok zor. Buradayken tüm sevdiklerinizin yanınızda olmasını ve bu anı sizinle paylaşmalarını istiyorsunuz…
Bélem Kulesi adeta bir masaldan çıkıp gelmiş küçük bir kalecik. Tejo Nehri’nin üzerinden Atlantik Okyanusu’na başını uzatmış seyrediyor gibi.
Yine, Bélem bölgesinde yer alan Keşifler Anıtı, Portekiz denizciliğinin gurur abidesi olarak yükseliyor. Bu anıtta Vasco de Gama’nın olduğunu söylemeye herhalde gerek bile yoktur.
Yakın zamana kadar, Cabo Verde’den Mozambik’e, Angola’dan Macao’ya, Timor’dan Gine Bissau’ya kadar, dünyanın pek çok yerine hükmetti Portekizliler. Bütün bunları denizcilikteki başarıları sayesinde yapabildiler. Ümit Burnu’ndan dolaşarak, Hindistan’a ulaşan Vasco de Gama’yı hepimiz biliriz. Bu gezinin 15. yüzyılda yapıldığı düşünüldüğünde, Portekiz denizciliğinin ne kadar ileri olduğu anlaşılıyor.
Denizcilikleri sayesinde dünyanın uç noktalarına ulaşan Portekizliler, mimari geleneklerini de gittikleri yerlere taşımışlar. Çok az insana görmek nasip olan Mozambik’e gittiğimde, Lizbon’daki gibi rengarenk fayanslarla kaplı binalar, evler görmüştüm. Bu gelenek İspanya’da da vardır. Ancak Lizbon’daki mimari, bir İspanyol’u bile şaşırtacak derecede, zengin bir estetiğe sahip.
Sadece binaların dış cepheleri değil, mağaza, kafe, bar, restoran gibi iç mekanların da, renkli fayanslarla kaplı olduğunu görüyorsunuz. Bunların çoğu konulu resimler içeriyor.
Lizbon’da göreceğiniz mimari, sadece gelenekçi, klasik tarz değil elbette. Buradaki mimari çeşitlilikten şaşkına dönebilirsiniz.
Bulvar trotuvarlarını kaplayan o güzelim parke taşlarından gözlerinizi alabilir de, etrafınızdaki yapılara bakarsanız, her yapıda bir estetik olduğunu fark edecek ve içinde size anlatmak istediği bir öykü sakladığını düşüneceksiniz. O yüzden derler ki: “Lizbon’da yürüyüş bitmeyen bir keşiftir…”
İki yüzyıllık bir klasik binanın karşısında, bir Art Nouveau yapı rahatsız edebilir, ama burada etmiyor nedense. Bu olgunun, şehrin kozmopolit dokusuyla uyumlu olduğu söylenebilir.
Belki de, görkemli bir geçmişe sahip olan Lizbon’un, yükselişini geleceğinde görmesini sembolize ediyor…
Bu şehirde bulunan birçok katedral arasında en önemlisi, büyüleyici bir mimariye sahip olan Fatima Katedrali. Sadece Protekiz’in değil, Katolik dünyasının en önemli yerlerinden biri olarak kabul ediliyor. Katolikler burayı hacı olmak için ziyaret ediyorlar. Burada, Meryem Ana’nın üç genç çobana göründüğüne inanılıyor. Bu kişiler kutsanmış kabul ediliyor. Bunlardan, Fransisco ve Jacinta’nın mezarları burada bulunuyor.
St.George Kalesi ve 1902 yılında Baixa’da, yani Lizbon’un merkezinde, inşa edilen “Santa Justa Asansörü”, kentin panoramasının keyfini çıkarmak için ideal yerler. Asansör deyip geçmeyelim yalnız. Sadece adı “asansör”, kendisi değil… Burası, Eyfel Kulesi gibi, demirin sanatla büküldüğü bir kule aslında. Ünlü Fransız mimar Gustave Eiffel’in öğrencisi olan, Portekiz doğumlu Fransız mimar Raul Mesnier de Posnard, ustasının stilini büyük bir beceri ile uyguladığı için, bu yapının projesinin Eyfel’e ait olduğu zannedilirmiş. Bu kulenin, bulunduğu dar sokak ve etrafını çevreleyen sıkışık binalar yüzünden, bugün pek de kuleye benzer bir hali kalmamış. Bu yüzden, belki de “asansör” sözünün daha fazla yerine oturduğu söylenebilir. Şehrin o kadar merkezindesiniz ki, en üst kata çıktığınız zaman, Lizbon’un dört bir tarafını görmeniz mümkün. Ben gün batımında çıktım. Gördüğüm manzaradan aldığım keyif az rastlanır türdendi. Ne yazık ki çektiğim fotoğraflar, bu güzelliği göstermeye yetmedi…
Lizbon sadece bu anlattıklarımla bitmiyor. Bu şehirde görülecek o kadar çok yer var ki, bir haftanın bile yetip yetmeyeceği şüpheli.
Görülecek yerler arasında Expo98’in yapıldığı Parque das Naçoes ve bu parkın içinde yer alan Oceanarium, Belem Kültür Merkezi, Vasco de Gama Kulesi, Calouste Gulbenkian Sanat Müzesi, Ulusal Fayans Müzesi, Se Katedrali sadece bunların birkaçı. Gerçekten birkaçı, çünkü bu şehirde tam 51 müze, 92 saray, 67 park, 102 kilise ve katedral var…
Bu şehri en çekici kılan ise Lizbon’un insanı… Genci, yaşlısı, kadını, erkeği hepsi çok ölçülü ve mütevazı insanlar. Belki de Avrupa Birliği’nin en düşük gelir seviyelerinden birine sahip olmaları, davranışlarında bir etken olabilir. İspanya ya da İtalya’daki turistik şımarıklığı görmüyorsunuz. Fransızlar gibi de kendini beğenmiş değiller. Köklü tarihleri ve zengin kültürleri ile mağrur insanlar, fakat tevazu içinde…
Portekiz anlatılırken, hep “3F” ile karakterize edildiğini görürsünüz. Bunların birincisi kısaca değindiğim Fatima. İkincisi, bu ülkenin namını iyi bildiğimiz Futbol. Üçüncüsü ise Fado…
İspanyol kültüründe Flamenko ne ise, Portekiz kültüründe de Fado o. Genellikle ut eşliğinde okunan, ağır halk ezgileri. Hatta biraz da arabesk olduğu söylenebilir. Portekizliler melankolik Fado şarkıları ile romantikleşiyor, kıvrak Latin parçaları ile de coşuyorlar. Fado okunan restoranlar aynı zamanda turistlerin uğrak yerleri. Bu melankolik, hatta biraz da kasvetli ortamlarda daha çok yaşlıları göreceğinizi düşünürken, pek çok genci de görmek insanı şaşırtabiliyor. Bu tarz, Portekiz kültürünün ayrılmaz bir parçası ve genci, yaşlısı sahip çıkıyor. Bu da, Portekizlilerin köklerine ne kadar bağlı olduklarını gösteriyor.
Son olarak, bahsetmeden geçemeyeceğim Portekiz mutfağına bir göz atalım…
Eğer bir ulus, dört kıta üzerinde egemenlik sürerse, elbette mutfağı da zengin olur. Bunun, yeryüzündeki tek istinası İngiltere’dir… Uzak Doğu, Hindistan, Afrika ve Güney Amerika’dan getirilmiş, pek çok tat var Portekiz mutfağında. Üstelik diğer Avrupa mutfaklarında az rastlanır bir baharat çeşitliliği ile. Gastronomi spektrumu, soteden haşlamaya, kavurmadan kebaba kadar uzanıyor. Bazı yemeklerin bize çok benzediğini de göreceksiniz. Balkanlar dışında, Avrupa’da işkembe yendiğini, ben sadece Portekiz’de gördüm… “Porto usulü işkembe” anlamına gelen tripa a moda do Porto, ülkenin en tanınmış yemeklerinden…
Tüm bu çeşitliliğe rağmen, bence, Portekiz mutfağının liste başı deniz ürünleridir. Denizlerimizde tükenmek üzere olan kılıç balığına, Lizbon’daki tüm balık restoranlarının menüsünde rastlayabilirsiniz. Başta ıstakoz olmak üzere, Atlantik Okyanusu’nun kabuklu deniz ürünleri ile tanışmak için de, idealdir burası. Hem de, diğer Avrupa başkentlerine kıyasla, çok daha makul fiyatlara…
Portekizliler ayrıca şarap ve peynirleri ile övünürler.
Şarapları dünyanın birçok yerinde iyi bilinir: Porto şarabı, Madeira şarabı, Douro şarabı.. Ne var ki, peynirleri fazla bilinmez. Olsa olsa, gurmeler tatmış ya da ününü duymuşlardır bu peynirlerin. Brie lezzetindeki, Serra de Estrela bölgesinin Queijo da Serra, yani Serra peyniri en popüler olanı. Alentejo bölgesinin serpa peyniri, keçi peynirleri cabreiro ve ribafria, Azor Adaları’nın ilha peyniri, Estremadura bölgesinin toledo peyniri, diğer iddialı çeşitler arasında. Hemen her bölgenin, değişik tatlarda peynirleri olduğunu söylenebilir. Benim denediklerimin tadı damağımda kaldı.
Aslında Portekiz’in tadı damağımda kaldı…
Ayrılırken hüzünlendiğim ender yerlerden biri oldu. Hak ettiği üne sahip olmadığını düşündüğüm Lizbon, bir kez gidildiği zaman, daha pek çok kez gitme hevesini uyandıran, çekici, sempatik, hayat dolu bir kent. En başta da insanıyla…
Eski bir Portekiz atasözü şöyle diyor:
“Portekiz’e bir yabancı olarak gel, bir dost olarak ayrıl”…