Dilimi geliştirmek ve değişik kültürleri tanımak amacıyla 1972 yazında Avrupa’ya gitmiştim. Türk Hava Yolları’ndan almış olduğum öğrenci biletiyle Frankfurt’a uçmuş, oradan Bielefeld yakınlarında bir çalışma kampına geçmiş, üç hafta kadar orada kalmıştım. Daha sonra Danimarka’daki amcamı ziyaret etmiştim. Türkiye’ye dönmeden evvel de Berlin’deki bir Alman arkadaşımı görmeye gidecektim.
Bildiğiniz gibi II. Dünya Savaşı’nı kaybeden Almanya, Sovyetler, ABD, Britanya ve Fransa’nın işgaline uğramıştı. Savaş sonrası, Doğu Prusya Polonya ve Sovyetler arasında paylaştırılmış, bugün Polonya’nın Wroclow kentinin bulunduğu Silezya, Baltık kıyısındaki Pomerania ve bazı diğer doğu bölgeleri de Polonya’ya bırakılmıştı.
Dünya Savaşı’nda, Berlin’e giren ve Avrupa’da savaşı sonlandıran Sovyet ordusu olmuş. Ancak Berlin başkent olduğundan, Sovyetler iki ay sonra diğer müttefiklerinin de Berlin’e asker sokmasına ve bazı bölgelerini işgal etmesine izin vermiş. Kenti tıpkı Almanya’nın kendisi gibi aralarında paylaşmışlar. Kentin merkezi de dahil olmak üzere kabaca %40’ı Sovyetlere bırakılmış.
Başlangıçta Berlin bu dört müttefik tarafından ortak yönetilmiş. Ancak, 1947’de başladığı kabul edilen “Soğuk Savaş” sırasında Sovyetler ortak yönetimden çekilmiş ve kentin doğusunda bulunan kendi bölgesini tek başına yönetmeye başlamış.
Zaten savaşta müttefik olan Sovyetler ile ABD, Britanya ve Fransa’nın arası da iyice açılmış olduğundan geri kalan Alman toprakları da fiilen ikiye bölünmüş. 1949 yılında, batıda kalan ABD, Britanya ve Fransız işgal bölgelerinde Batı Almanya (Federal Almanya Cumhuriyeti), Sovyet işgal bölgesinde ise Doğu Almanya (Alman Demokratik Cumhuriyeti) kurulmuş. Doğu Berlin de Doğu Almanya’nın başkenti olarak ilan edilmiş. Batı Almanya ise Köln’ün hemen güneyindeki Bonn kentini başkent olarak seçmiş.
Sovyetler Birliği kendi işgal bölgelerinin ortasında bir ada gibi kalan Batı Berlin’e Batılı müttefiklerin karadan erişimini de 1948’den itibaren yasaklamış. Amacı Berlin’in tamamını tekrar kendi kontrolü altına almakmış. Ancak ABD ve Britanya, kurdukları hava köprüsüyle Batı Berlin’deki halka başta gıda, sağlık malzemesi ve yakıt olmak üzere, her türlü lojistiği sağlamışlar. Bir yıl süren bu çabalar sonucunda, Sovyetler Berlin’e karadan erişime yeniden izin vermiş.
Ancak, Doğu Almanya’daki sosyalist rejimden hoşnutsuz olan Almanlar Doğu Berlin üzerinden Batı Berlin’e kaçmaya başlayınca, Doğu Almanya hükümeti 1961’de Doğu ve Batı Berlin arasında bir duvar çekme ihtiyacını hissetmiş. Doğu Almanya’nın “Anti Faşist Korunma Duvarı’ olarak adlandırdığı bu duvara Batı’da ise “Utanç Duvarı” adı verilmiş. Kenti 28 yıl ikiye bölen duvar 1989’da Almanya’nın yeniden birleşmesi sonucu işlevini yitirmiş ve tüm Almanya gibi Berlin’de de bölünmüşlük sona ermiş.
1972’de Berlin’e gitmek istediğimde, Almanya Batı ve Doğu Almanya olarak ikiye bölünmüş bir haldeydi. Doğu Almanya Batı Berlin’e bazı demiryolu ve karayolu koridorlarından kontrollü ulaşıma izin veriyordu.
Amcamdan ayrıldıktan sonra ben trenle Danimarka’dan Hannover’e gelecek, oradan bu tren koridorlarından biriyle Doğu Almanya’yı aşıp Batı Berlin’e ulaşacaktım.
Hannover’den Doğu Alman sınırına vardığımızda Batı Almanya’nın Deutsche Bahn (Batı Almanya demiryolları) treninden indik ve üzerinde Reichs Bahn (İmparatorluk Demiryolları) yazan başka vagonlara aktarıldık. Savaşta ortadan kalkan Alman İmparatorluğu’nun demiryolu şirketi Doğu Almanya yönetiminde kalmış, onlar da bu ismi kullanmaya devam ediyordu. Vagonlar da dökülüyordu. Büyük bir olasılıkla savaş öncesinden kalmışlardı.
Sonra Berlin’e doğru yola çıktık. Tren Doğu Almanya’da hiçbir yerde durmuyordu. Yolun başında bir pasaport görevlisi geldi. Biz o zamanlar Türkiye olarak Doğu Almanya’yı tanımıyorduk. Pasaportuma baktı ve bana sinirli sinirli bir şeyler söyledi. Tam ne olduğunu anlamamıştım. Tekrar etmesini rica ettim. Birden bağırmaya başladı. Aynı filmlerde duyduğumuz Nazi subayların bağırışı gibiydi. Bilemediğim bir nedenle benden 45 Alman markı istediğini, aksi taktirde trenden indireceğini söylediğini güç bela anladım. Parayı ödedim, adam elime Gotik harflerle yazılmış bir kağıt tutuşturdu ve çekip gitti. O an, zamanda geriye doğru seyahat ederek Hitler Almanya’sına dönüş yaptığım hissine kapılmıştım.
İki saatlik bir yolculuktan sonra Batı Berlin sınırına ulaştık. Trenin altı, üstü, içi dikkatli bir şekilde arandı. Batı’ya kimsenin kaçması istenmiyordu. Daha sonra Batı Berlin’de Zoo istasyonuna ulaştık. Arkadaşım, annesi ve Batı Berlin emniyet müdürü olan babası beni peronda karşıladılar. Tegel taraflarındaki evlerine gittik.
Cep telefonu, internet gibi olanakların olmadığı o zamanın dünyasında bu tür buluşmalar, haftalarca önceden mektupla yazılarak organize edilirdi. En ufak bir aksama doğal olarak ciddi sorunlar çıkarabiliyor, tren aktarmasını kaçırmak, uçak gecikmesi gibi aksaklıklar oldukça sıkıntılı durumlar yaratabiliyordu. O nedenle bu buluşma benim için o gergin yolculuktan sonra çok iyi gelmişti.
Arkadaşım ve ailesi Berlin’de beni çok iyi ağırladılar. Hafta sonu tüm aile beni yemeğe götürdü. Ben de bir yıl evvel bu arkadaşımı Türkiye’de ağırlamış, İstanbul dışında İzmir ve Ankara’ya götürmüştüm.
İzleyen günlerde arkadaşım beni her gün Batı Berlin’in bölgelerinde gezdiriyor, aynı zamanda Rusların işgal esnasında ve savaş sonrasında yaptığı kötülükleri anlatıyordu. Amerikan, Britanya ve Fransız bölgeleri arasındaki geçişlerde, sokak kenarında diğer bölgeye geçtiğinizi belirten dört dilde tabelalar göze çarpıyordu. Yani teorik olarak Batılıların işgal bölgeleri de geçerliliğini koruyordu.
Batı Berlin’in alışveriş caddesi olan Kurfürstendamm, savaşta bombalandıktan sonra restore edilmeksizin olduğu gibi bırakılan ama yanına modern mimariyle yeniden bir kilisenin inşa edildiği Kaiser-Wilhelm-Gedächtniskirche, gittiğimiz yerler arasında oldu.
Ancak, Batı Berlin’de benim en ilgimi çeken yerlerden biri Hitler’in Nazi Partisinde yakınlarından olan, 1941’de, Hitler’e danışmadan kendi kullandığı bir uçak ile Churchill’e barış görüşmeleri yapmak düşüncesiyle İskoçya’ya uçan Rudolf Hess’in hapis yattığı Spandau Hapishanesi olmuştu.
Savaş suçlularının yargılandığı Nürnberg duruşmaları sonucunda, yedi diğer savaş suçlusuyla birlikte hapis cezasına çarptırılan Hess, ben 1972’de Spandau’ya gittiğimde cezaevinde kalan son hükümlüydü. Diğerleri ya ölmüş ya da tahliye olmuştu.
Hess 1987’de Spandau’da yaşamına son verdi. Ölümünden sonra da Spandau Hapishanesi, ileride Neonazilerin anma yeri olmaması için yıkılmış ve molozları Baltık Denizi’ne dökülerek yok edilmiş. Nitekim geçenlerde bir Kıbrıslı arkadaşımın uzunca bir süredir Berlin’de yaşayan ve babası Alman olan kızına Spandau Hapishanesi’ni sorduğumda, öyle bir yer bilmediğini söyledi. Anlaşılan hapishane belleklerden de kazınmış…
Sovyet bölgesi ile diğer üç bölge arasındaysa meşhur “Berlin Duvarı” vardı. Belli bir mesafeden bakmak mümkündü ama yaklaşmanın çok riskli olduğu söyleniyordu.
Tam sınırda, ama Doğu Berlin tarafında kalan Brandenburg Kapısı, Batı Berlin tarafında bombalanmış haliyle parlamento binası Reichstag (yukarıdaki fotoğraf), duvar boyu görülecek yerler arasındaydı. Bugün, o zaman yıkıntı halinde görmüş olduğum Reichstag restore edilmiş ve yine Almanya’nın parlamentosu olarak görev yapıyor. Restorasyonun mimarı ise İstanbul’daki Zorlu Center’i de tasarlayan İngiliz Norman Foster…
Kentte yaptığımız gezilerin bir gününü de Doğu Berlin’e ayırmıştık. Kuzeyden gelen metro hattı şehrin merkezinde yeraltından Sovyet Bölgesi’ne geçiyordu. Şehrin asıl merkez istasyonu Friedrichstrasse’de durduktan sonra yine yer altından güneye, Batı Berlin’e devam ediyordu. Friedrichstrasse’de metrodan indiğinizde, pasaporttan geçiyor, batıda geçerli olan marklarda 4 markı mecburen komik bir kurdan bozduruyor, karşılığında da 4 Ostmark alıyordunuz. Dönüşte bu parayı tekrar Alman markına çevirmeye de izin vermiyorlardı. Doğuda harcayabilirdiniz ama içerisine suluboya katılmış hissi veren yemyeşil bir gazoz ve kötü bir sosis dışında bir şey almak da söz konusu değildi. Sonuçta bir çeşit ayakbastı parası ödemiş oluyordunuz.
O gün Branderburg Kapısı’ndan başlayarak Nazi Almanya’sı döneminde muhteşem tören geçişlerinin yapıldığı Unter den Linden Caddesi’ni boydan boya geçtik ve Alexanderplatz’a vardık. Tipik bir Doğu Bloku yapısı olan televizyon kulesinin altında oturup, kötü bir sosis yedik. Sosisin derisi naylona benzer kalın sentetik bir maddeden yapılmıştı ve soyup atmak gerekiyordu.
Arkadaşım ve ailesi haklı olarak Ruslardan nefret ediyorlardı. O nedenle arkadaşım Doğu Berlin’de fazla oyalanmak istemedi. Belki de babasının Batı Berlin’de emniyet müdürü olmasından dolayı huzursuzlanıyordu. Bergama Müzesi gibi ilginç yerlere girmeden geri döndük.
Aklımda kalan Berlin intibalarımı şu şekilde özetleyebilirim:
Batı, çok daha gelişmiş, refah düzeyi yüksek bir toplumun yaşadığı bir bölgeydi. Ancak, etrafı çevrili bir ada gibi olduğundan genç nüfus büyük oranda Batı Almanya’ya göç etmişti. Orta ve ileri yaşlılar çoğunluktaydı. Gençleri çekebilmek için Berlin Teknik Üniversitesi kurulmuştu. Şehirde pek sanayi de yoktu. Ekonomisi, sanki işgal kuvvetlerinin harcamaları ve Batı Almanya’nın yolladığı paralarla dönüyor gibiydi.
Doğu Berlin’de ise zaman sanki donmuştu. Hitler Almanya’sının devamı gibiydi ama işgal çok daha ağır olarak hissediliyordu. Ayrıca Hoenecker liderliğindeki komünist parti ülkeyi demir yumrukla yönetiyordu. Demir perdenin Sovyetler dahil en yüksek refah düzeyine ulaşmış toplumu olmasına rağmen, Doğu Berlin Batı’ya oranla çok fakirdi. Daha da önemlisi halk mutsuz ve somurtuktu. O zamanlar Stasi adı verilen istihbarat teşkilatının herkesi izlemesi bunun nedeni olabilirdi.
Tarihi Berlin’in kent merkezi doğuda kalmış olduğundan etrafta görülecek pek çok yer vardı. Tarihi binalar, müzeler, Bertold Brecht eserlerini sahneleyen Berliner Ensemble’nin yer aldığı Theater am Schiffbauerdamm, Spree Irmağı üzerinde Bergama Müzesi’nin yer aldığı Müze Adası, dünyaca tanınmış 1809’da kurulmuş olan Humboldt Üniversitesi bunlardan bazılarıydı.
Bu seyahatte göremediğim, gidemediğim yerleri, Almanya ve dolayısıyla Berlin yeniden birleştikten sonra yaptığım iş seyahatlerim esnasında görme olanağım oldu. Hatta bu seyahatlerimden birinde Bergama Müzesi’ne girmek için bilet alırken “Biz Türklerden de mi para alıyorsunuz” diye takıldığımda bilet kesen kadın gülümseyerek yerinden kalkmış ve bana bir fincan kahve ikram etmişti. Hem espriyi anlamış, hem de bana adeta sen o eserlerin üzerine bir fincan sıcak kahve iç demişti sanki!
Bu ilk Berlin gezim on gün sürdü. Daha sonra, bu kez otobüsle Münih’e geçip yine THY ile İstanbul’a döndüm. Batı Almanya sınırında Doğu Alman güvenlikçileri tarafından otobüs yine iyice aranmış, bagajlar indirilmiş, herkesin yüzü pasaport fotoğrafıyla dikkatlice karşılaştırılmıştı.
1970’den itibaren pek çok kez Almanya’ya gitmiş olmama rağmen, 1972’de yaptığım Berlin seyahati anılarımda özel bir yer tutmaya devam ediyor.