Bazı erken buluşların kimlerce ve hangi koşullarda yapıldığını belirlemek ne yazık ki mümkün olmayabiliyor.
Yazı öncesi çağlarda yapılan buluşlar hakkında bilgi bulunmaması anlaşılır bir durumdur, çünkü kayıt tutacak bir yazı sistemi henüz yok. Ancak yazının kullanıldığı tarih çağlarında da buluşlara ait bilgilerin oldukça sınırlı olduğunu görüyoruz.
Bu gerçek elbette bazı buluşların birden fazla kişi ya da grup tarafından, aynı anda ya da ardışık olarak geliştirilmesiyle de ilişkili olabilir. Bu durumda, ateşi ilk kimin kontrol ettiği, tekerleği kimin tasarladığı, aynayı kimin bulduğu veya ilk kimlerin yazı yazdığı gibi konularda bilgiye ulaşmak olanaklı olmayabilir.
Buna ek olarak, doğal yıkımlar, savaşlar, kasten yok etme ya da yıpranma gibi nedenlerle bu bilgiler kaybolmuş ve günümüze ulaşamamış olabilir. Örneğin, antik çağın en önemli matematikçilerinden Arşimet’in çalışmalarının büyük bölümü kayıptır. Ayrıca, matematikçi Öklid’in ve filozof Aristoteles’in bazı eserleri de kayıptır.
Diğer buluşların kökenine dair belirsizlik bir yana, yazının nasıl icat edildiği de net değildir ve yalnızca bir dizi varsayımlarla açıklanabilmektedir. Yazının farklı dönem ve bölgelerde farklı kültürler tarafından geliştirilmiş olması da tarihçiliğin bu konudaki zorluklarını yansıtmaktadır.
Bazı bilim insanlarına göre, yazının nasıl başladığını anlamak için taş veya kemik parçaları üzerinde bulunan ve insanlar tarafından yapıldığı anlaşılan düzensiz geometrik çizikleri incelemek gerekir. Ancak, bu çiziklerin ya da mağara resimlerinin erken çağlarda yazılı iletişimin öncüsü olduğu hâlâ tartışmalı bir konudur.
İnsan eliyle yapılan en eski çizikler, yaklaşık 73 bin yıl öncesine aittir ve Güney Afrika’daki Blombos Mağarası’nda bulunmuştur. Antropologlar, bir taş üzerindeki bu diyagonal çizgilerin erken dönem yazısı yerine, sanatsal yaratıcılığın bir örneği olarak görülmesi gerektiğini düşünmektedir.
Dünya üzerinde 73 bin yıl önce henüz herhangi bir dilin kullanılmadığı düşünüldüğünde, bu çiziklerin rastgele olabileceği ve dolayısıyla yazının doğuşu olarak değerlendirilemeyeceği görüşü öne çıkmaktadır.
Bazı araştırmacılar yazının belki de eşya sayımıyla ilgili bir zorunluluktan doğmuş olabileceğini öne sürmektedirler. Örneğin, yöneticilerin ve tüccarların sahip oldukları hayvanları sayarak kayıt tutma gereksinimi, yazının evriminde önemli bir rol oynamış olabilir. Bu görüşe göre, yazı insanlık tarihinin en önemli entelektüel başarımlarından biri olarak kabul edilirken, yazının kökenlerini anlamak için daha fazla araştırma ve kanıt gerekmektedir.
Yazının kökeniyle ilgili bu tartışmalar, yazı sistemlerinin nasıl çalıştığını anlamamızı sağlayabilir. Yazı sistemleri, insanların bilgiyi konuşma diline ve ses bilimsel disiplinlere uygun olarak yazılı sembollerle uyarlama yoludur. Bir başka deyişle, yazan ve okuyan tarafların anlamını bildiği, bir takım işaretler kullanarak bir mesajı iletme yoludur. Tüm yazı sistemleri, ses birimlerini simgeleyen işaretleri belli kurallar çerçevesinde bir araya getirir ve varlığını bu kurallar yardımıyla sürdürür (Coulmas, 1999:560).
Yazının, Sümerler tarafından Milattan Önce (M.Ö.) 3500 civarında geliştirildiği bilim çevrelerinde benimsenen en yaygın görüştür. Sümer toplumunda, yazının başlangıçta yönetsel ve dinsel etkinlikleri düzenlemek için kullanıldığı yönünde kanıtlar bulunmaktadır.
O dönemde kullanılan en belirgin yöntem, ıslak kil tabletlerine sivri uçlu bir nesneyle basılarak elde edilen çivi yazısıdır. Tabletler daha sonra pişiriliyor ve böylece çivi yazısının kil tablet üzerinde uzun süre korunması sağlanıyordu.
Kil tabletlerinin formu genellikle dikdörtgen olup, arka kısmı düz ve ön tarafı bombeliydi. Bu sistemde, sözcükleri, sesleri ve kavramları kil tabletler üzerinde yazmak için çivi izi şeklindeki baskı işaretler kullanılıyor ve soldan sağa doğru yazılıyordu.
Sümerlerin yazıyı sistemli bir şekilde kullanmaya başlaması, iletişimi kolaylaştırarak bilgi alışverişine standart bir yöntem sunmuştur. Bu durum, aynı zamanda toplumsal, kültürel ve ekonomik gelişmeleri hızlandırmış ve insanlığın ortak uygarlık yolculuğunu ivmelendirmiştir.
Yazı, tarih boyunca kuşaklar arası bilginin kaydedilmesi ve aktarılması için temel bir araç haline gelmiş ve bilgilerin kaybolmasını önlemiştir. Önceleri sözlü olarak aktarılan bilgiler, yazı sayesinde kuşaklar boyunca korunmuş ve paylaşılmıştır. Günümüzde e-postalarımızı, WhatsApp iletilerimizi, sosyal medya gönderilerimizi ve hatta emojileri yazının bulunuşuna borçluyuz.
Yazı sistemleri, dillerin farklı ses ve yapı özelliklerine bağlı olarak değişerek, çivi yazısı ve hiyeroglif gibi çeşitli formlarda gelişmiş ve zamanla alfabeye dönüşmüştür. Binlerce yıl devam eden bu evrim süreci, yazı sistemlerinin karmaşık düşüncelerin daha etkili biçimde iletilmesine olanak tanıyan çeşitliliğe katkı sağlamıştır.
Yazının erken evrelerinde, nesneleri yazıda tanımlamak için resimleri çizilirdi. Özellikle erken Sümer çivi yazısı ve Mısır hiyerogliflerinde, nesnelerin gerçek görünümünü yansıtan çizimler sıkça kullanılırdı. Bu çizimler, nesneleri ve eylemleri doğrudan görsel benzerlik yoluyla temsil ederdi ve bu simgeler piktogram olarak adlandırılırdı. Örneğin, kuş resmi bir kuşu, dağ resmi ise bir dağı simgelerdi.
Dilin gelişimiyle birlikte, anlamları genişleyen bu semboller soyut kavramları, düşünceleri ve sesleri temsil eden ideogramlara (kavram yazı) dönüştü. İdeogramlar, soyutluk bildiren sembollerdir. Bu süreçte, semboller artık görsel imgeler olmaktan çıkıp, anlamları olan soyut biçimlere evrildi. Örneğin, kuş imgesi artık yalnızca bir kuşu değil, ruhani yükselişi ya da özgürlüğü temsil ediyordu. Dağ imgesi ise yalnız bir dağı değil, büyüklüğü ve zorluğu temsil edebilir hale geldi.
Başka bir örnek vermek gerekirse, bir güneş çizimi yalnızca göksel bir cisim olarak güneşi anlatıyorsa, bu bir piktogramdır. Ancak, eğer sıcaklığı, ışığı veya gündüzü sembolize ediyorsa, bu bir ideogramdır. Bu ilerleme, yazı sistemlerinde sembolizasyonun derinleşmesine ve dilin kendini ifade etme kapasitesinin artmasına katkı sağlamıştır.
Uygarlığın başlıca bileşenlerinden biri olan yazının temel işlevi bilgiyi korumak, aktarmak ve iletmektir. Dolayısıyla, yazının ortaya çıkışı ve yaygınlaşması, bilgiyi semboller aracılığıyla kaydetme ve aktarma gereksiniminden kaynaklanmıştır ve kültürlerin ilerlemesinde kritik bir rol oynamıştır.
Bu temel işlev doğrultusunda, yazının evrimi, insanların yazılı iletişime olan ihtiyacı ilk fark ettikleri günden bu yana sürmektedir. Bu evrim, yalnızca harfler ve alfabelerle sınırlı kalmamış, aynı zamanda sembollerin anlamlarının genişlemesi ve soyut kavramları simgeleme yeteneğinin genişlemesiyle biçimlenmektedir.
Bugün ise, dijital teknolojilerin ilerlemesiyle bilgiye erişme ve paylaşma olanakları insanlık için yeni ufuklar açmaktadır.