Toplumda genel kabul gören görüş Alevi ve Bektaşiliğin Türklerin Orta Asya’dan getirdiği Şamanist geleneklerin İslam’a uyarlanmış hali olmasıdır. Yani Alevilik ve Bektaşiliğin kökenleri Ahmet Yesevi üzerinden Orta Asya’ya bağlanır tezi hepimizin yıllarca temel aldığı bir görüş olarak halen de varlığını sürdürür.
1890 ile 1966 yılları arasında yaşamış olan Fuad Köprülü’nün ortaya attığı bu görüş kendinden sonraki tarihçilerin de olduğu gibi benimsediği, neredeyse hiç sorgulamadığı bir model haline gelmiştir. Uluslararası üne sahip ilk Türk tarihçisi olan Köprülü’nün herhalde yanılmış olamayacağına olan kesin güven tarihçilerin böyle davranmalarına neden olmuş olabilir. Oysa bilimin temeli şüphedir ve her görüş sorgulanmalıdır. Sorgulanan görüşler ya yanlış olduğu anlaşılarak çöpe gider ya da doğruluğu iyice pekiştirilerek ana başvuru kaynakları haline gelir.
Köprülü’nün paradigma (bir şeyin nasıl üretileceği konusunda örnek, model) haline gelen bu görüşü son yıllarda sorgulanmaya başladı çünkü ortaya yeni kaynaklar ve belgeler çıktı. Bu belgeler ışığında Alevilik ve Bektaşiliğin kökenleri yeni temellere oturmaya başladı.
“Köprülü’nün sunduğu tablonun aksine, bu yeni ampirik bulgular Aleviliğin tarihsel kökenlerinin Orta Asya’dan ziyade geniş Orta Doğu coğrafyasında aranması gerektiğine işaret etmektedir. Daha özele inersek, bu yeni belgeler ve bulgular Orta Çağ Anadolusu’nda Irak menşeli tasavvufî bir hareket olan ve zamanla tarikatlaşan Vefailik’in (Vefā’iyye) yaygınlığını bizlere göstermekte ve Orta ve Doğu Anadolu’daki bir grup önemli Alevi ocağı ile Vefailik arasında tarihsel bağlantı bulunduğunu ortaya koymaktadır.” (1)
Vefailik 11. yüzyılda, Ebü’l-Vefa Tacü’l-Arifin el-Bağdadi tarafından Irak’ta başlatılır. O yıllarda tarikatlar henüz tam olarak kurumsallaşmamıştır. Irak’taki kol zamanla silinip gider ancak Anadolu’ya gelen kolları 12. yüzyıl sonu ile 13. yüzyıl başlarında burada gelişmeye başlar. Tarihe dikkat ediyorsunuz değil mi, 13. yüzyıl başları, yani 1200’lerin başları. Yüz yıldan fazla süredir Türkler Anadolu’ya gelmiş ve Selçuklular Rum Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır. Vefailiğin serpilmeye başladığı Anadolu, Türklerin yoğun olarak bulunduğu bir yerdir yani.
“Aslında Vefailik Türkiye/Osmanlı tarihçileri için tümüyle yeni bir konu değildir, zira ilk Osmanlı beylerinin çevresinde Vefailik tarikatıyla bağlantılı seçkin bazı mutasavvıfların ve gezginci dervişlerin varlığı bilinmekteydi. İlk Osmanlı tarihçilerinden Āşıkpaşazade’nin, Osman Beyi’n imparatorluğun gelecekteki azametini haber veren rüyasının yorumcusu olarak sunduğu Şeyh Ede Balı ile Osman Bey’in oğlu ve halefi Orhan Bey’in yakınında bulunmuş Geyikli Baba bunlar arasındadır. İlaveten, Āşıkpaşazade’nin aile şeceresi de bizzat kendi tarafından 13.yüzyıldaki Babaī ayaklanmasının önderi ve bir Vefai şeyhi olan Baba İlyas’a çıkartılır.” (2)
Vefailiğin bu kolu ağlarını genişleterek 15. yüzyılın sonu ve 16. yüzyılın başı arasında Doğu Anadolu’da bir dönüşüm gerçekleştirir.
“Doğu Anadolu’daki… Vefai ağının, 15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başları arasındaki sürede Kızılbaş hareketinin ana damarlarından birine dönüştüğünü görüyoruz.” (3)
Ancak kaynaklarda Vefailiğe ilişkin bu izler yok denecek kadar azdır. Bunun nedenlerinden biri “hareketin mirasının klasik Bektaşî menakıbnamelerinde Yesevilik temelinde kurgulanan Bektaşi geleneği ile iç içe geçmiş olmasıdır.” (4)
Bu alıntıları da yaptığım yapıtında tarihçi Ayfer Karakaya-Stump, çeşitli tarikatların zamanla Bektaşilik şemsiyesi altına girip bu gelenek içinde eridiğine dikkat çekerek iç içe geçmiş olma durumuna açıklık getirir ve bir şeyin daha altını çizer: “Köprülü’nün Türk Halk İslamı’nı Yesevîlik’e bağlayan tezini destekleyecek, Orta Çağ Anadolusu’nda yaygın bir Yesevi varlığına işaret eden ilgili döneme ait ampirik verilerden esasında mahrum olduğumuzu hatırlamak bu noktada faydalı olacaktır.”(5)

Yeni belgeler neler?
“Alevi belgeleri nispeten yakın tarihlerde, 1980’lerin sonu, 90’ların başında yaşanan Alevi kültürel canlanışını takiben gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Bu belgeler yüz yıllarca dede-pir ailelerinin özel arşivlerinde, bu ailenin seyit kökenli ve ocakzade olduklarının kanıtı olarak muhafaza edilmiş ve yabancı gözlerden sakınılmıştır. Aralarında daha çok Sufî ve Şii muhitleriyle alâkalandırılan, seyitlik şeceresi, icazetname, hilafetname ve sahibinin Şii/Alevi kutsal mekanlarına ziyaretini tevsik eden (belgeleyen, M.G.) ziyaretname türü belgelerle birlikte, daha dünyevî mevzularla alâkalı, mahkeme hüccetleri (delilleri, M.G.) , satış tezkereleri (bir işe izin verildiğini bildiren resmi kâğıt, M.G.) gibi muhtelif vesikalar vardır. 14. yüzyılın sonundan 20. yüzyıla kadarki geniş süreye yayılmış bu belgeler arasında Arapça, Farsça ve Türkçe kaleme alınmışların yanı sıra çok dilli olanlara da rastlıyoruz.” (6)
Stump bu belgelerin en eskilerini oluşturan yüklüce bir bölümünün bize özgün olarak ulaşmadığını belirtiyor. Bize ulaşanların özgün metinleri yıprandığı için ya da çoğaltım amacıyla sonraki yıllarda özgün metnin kısmen veya tümüyle kopyalanarak meydana getirilen suretlerinden oluştuğunu söylüyor.
Ahmet T.Karamustafa zahidleri anlatıyor
Stump Vefailik’in 15-16. yüzyılda Doğu Anadolu’da Kızılbaşlığa doğru evrildiğini söylerken bir başka tarihçi Ahmet T.Karamustafa “Tanrının Kural Tanımaz Kulları” adlı yapıtında 1200 ile 1550 yılları arasında İslâm dünyasındaki derviş topluluklarını mercek altına alır. Burada biraz daha değişik bir anlatı vardır Aleviliğin kökenleri konusunda.
“Kalender ve Haydarîler 13.yüzyıl başlarında ortaya çıkmalarından birkaç on yıl sonra, İslâm dünyasının öteki bölgelerine olduğu gibi, Anadolu’ya da girdiler. Kalenderler, daha Cemaleddin yaşarken (yani 1100’lü yıllarda, M.G.) Antalya hatta İstanbul’da bulunmuş olabilir. Birkaç on yıl sonra Ebû Bekr Niksârî adlı bir Cemaleddin müridinin Konya’da varlığı daha kesin olarak biliniyor. Celaleddin Rumî’nin ölümünde (1273) Niksârî yaşıyordu, bu kentte de iyi tanınıyordu. Rûmî’nin cenaze alayındaki yedi boğadan biri daha sonra hibe olarak ‘ilahi bilge Şeyh Ebû Bekr Cevlakî Niksârî’ tekkesine (lenger) gönderilmiştir. Rûmî’nin kendisi Kalenderler hakkında bilgili idi ve bir defasında berberine, onları sakalları olmadığı için kıskandığını söylemiştir. Ünlü Sûfi şair, Kutbeddîn Haydar’ın doğrudan müridi olup Konya’da oturan ve Rûmi’ye çok büyük saygı gösteren Hacı Mübârek Haydar ile de tanışır ve konuşurdu. Kalenderler, Konya dışında, büyük olasılıkla Anadolu’nun birçok yerinde vardı. Örneğin ünlü Hacı Bektaş (olası öl. 1270-71) Horasanlı bir Kalender grubunu Kırşehir Sulucahöyük’teki konutunda ağırlamışa benzer. Muhammed ibn Muhammed el-Hatīb’in dīnī sapkınlıkları dökümleyen, Kalenderlerin ortaya çıkışının da bilinen ilk öyküsünü içeren Fustātu’l-adāle fi kavāidi’s-saltana adlı kitabı Kastamonu’da yerel bir okuyucusu kitlesi için 1284-85 yılında yazılmıştır, bu da bu yörede Kalenderlerle genel bir tanışıklığın olduğunu gösteriyor.” (7)
Alıntıya devam edeceğim ama dikkatinizi yoğunlaştırın lütfen, burada Karamustafa Anadolu’daki Türk Sufī dindarlar ile bağlantı kuruyor.
“14. yüzyılda (Osmanlı Beyliği kurulmuş durumda, M.G. ) İran’da olduğu gibi, yarımadada da Kalender ve Haydarî varlığının çok az imi var. Ancak sapkın zahidlik yolu, Türk kültürel alanında Sufī dindarlık biçemlerinin gelişimi üzerinde izini bırakmıştır. Bu süreçteki önemli oyuncuların hepsi derviş dindarlığının çekiciliğini hissetmiş, çoğu da çekimine kapılmıştır. Bu sonuncu seçimin kimi önemli örnekleri Barak Baba, Kaygusuz Abdal ve Sultan Şüca idi.” (7)
Görüldüğü gibi bugün Alevilerin sahiplendikleri bu dervişlerin kendilerini Alevi diye tanımladıklarına dair hiçbir kanıt yok, çünkü o dönemde Alevi/Kızılbaş kelimesi yok. Devam edeceğim, Karamustafa kısaca bu üç dervişi anlatır daha sonra, görürüz ki bu dervişlerin inançlarını belirleyen şeyler Sünnilerden çok farklıdır.
“Barak Baba, Orta Anadolu’daki Tokat’ın yerlisiydi. Babası bir ordu komutanı, amcası ünlü bir memurdu. Savaşçı velī Sarı Saltuk’un ateşli bir müridi olmuştu: Sarı Saltuk, kustuğu bir lokmayı mürid istekle yiyince ona Barak ‘kıllı köpek’ adını verdi. Barak Baba, 13.yüzyıl sonlarına doğru İran’a gidip orada İlhanlı Gāzān Han ve ardılı Muhammed Hudabende Olcaytu’nun güvenini kazandı…
Barak Baba çok acayip görünümü olan ve sık sık vecde giren bir tipti. Dans, türkü ve anlaşılmaz şeyler söyleme eğilimi vardı. Cezbeye kapılmışken söylediği deyişlerden kimileri 1355’te Kutb el-Alevî adlı birinin bilgince yazdığı bir açıklama da günümüze kalmıştır. Deyişler bugünün okuyucusu için hemen hemen anlaşılmaz ise de el-Alevī’nin ustalıklı ve bilgili yapıtının sırf varlığı bile Barak Baba’nın ileriki kuşaklara etkisinin az buz olmadığını gösteriyor. Bu bağlamda Barak Baba’dan Taptuk Emre yoluyla ünlü Türk Sufī şairi Yunus Emre’ye (olası öl. 1320-21) uzanan tarikat zinciri de anlamlıdır.
Kaygusuz Abdal 14. yüzyılın ikinci yarısıyla sonraki yüzyılın ilk dördününde (Ay’ın yarım göründüğü evre, M.G. ) yaşamıştır. Kendisi açıkça yeme içmeye düşkün neşeli bir kişi olup bir değnekle dolaşan ve dervişlerine Abdāl diye hitap eden Abdāl Musa’nın müridi idi. Abdāl Musa’nın müritleri hayvan gönü giyer, çanak taşır, Muharrem ayı boyunca da kanlarını akıtırdı. Kaygusuz Abdāl’ın kendisi genel olarak yensiz ve yakasız keçeden bir cüppe (kepenek) giyer, dörtlü tıraş (çahar zarb) olur ve bir boynuz taşırdı. Açıkça esrar içerdi ve pîri gibi onun da yeme içme düşkünlüğü vardı. Yazıları, ikili bir merkezi konu üzerine kurulu renkli geliştirmelerdi: Her insan bir küçük evren oluşturur, buna ters olarak da evren ulu-insandır.” (8)

Sultan Şüca’ya geçmeden araya gireyim. Bugün hâlâ o döneme ait görsellerde, betimlemelerde kürklere bürünmüş dervişler betimlenir. Çok komik, çünkü bunların karşı çıktıkları şey zaten mülkiyet idi. Bu yüzden hayvan derisi ya da çul çaputla örtünürlerdi. Allah’ın Adem ile Havva’yı dünyaya çırılçıplak gönderdiğine göndermede bulunarak kendilerine haklılık sağlarlardı. Bazıları sadakayı bile reddeder ve bunu da başkalarının da olsa mülk edinmek olarak görürdü.
“Sultan Şücā Kaygusuz Abdāl’ın çağdaşıydı. Daha Osmanlı Sultanı 1.Bayezid döneminde (1389-1403) bir Abdāl pirî olup 15. yüzyılın ilk yarısı boyunca etkin olmayı sürdürmüş, Hurūfî şair Nesīmī’nin (öl. yak. 1429-30) yanı sıra Hacı Bayram ve Ümmî Kemal gibi ünlü Sufilerle ilişki kurmuştur. Dendiğine göre Timur ile Anadolu Seferi sırasında görüşmüş ve hediyesini kabul etmemiştir. Sultan Şüca saçını, kaşını, kirpiklerini ve sakalını kazır, hiçbir şey giymez ve yazın iki üç yüz Abdāl ile dolaşır, kışları da bir mağarada geçirirdi. Şüca adına Edirne’de bir cami yaptırdığı bilinen Osmanlı Sultanı 2.Murad’ın galiba dikkatini çekiyordu.” (8)
Sünnilikle Kızılbaşlık arasındaki gri alandan Kızılbaşlığa evrilen süreç
Tarihçi Cemal Kafadar Between Two Worlds adlı yapıtında geç Orta Çağ Anadolusu’nun dinsel tarihini katı bir Sünni/Şii ayrımı üzerinden ve keskin mezhepsel kategoriler içinde tanımlanan “ortodoksi” ve “heterodoksi” kavramları temelinde anlamaya çalışmanın, sorunlarını ve yetersizliğini vurgular. Kafadar 11 ve 13. yüzyıllar arasında Anadolu ve Balkanlar’daki uç bölgelerinin karmaşık dīnī panoramasını betimlemek için “metadoksi” terimini önerir. Kafadar metadoksiyi aynı anda “doksilerin ötesinde olma, doksilerin ayırdında olmama veya doksileri önemsememe hali ile sıkı bir ortodoksi tanımlayıp güçlü bir şekilde topluma empoze etmek kaygısı taşıyan bir devlet aygıtının yokluğu” şeklinde tanımlar. (Stump, s.192, 18. nolu dipnot).
Aynı ayrıntıya devam etmek üzere yine Stump’a döneceğim. Stump eldeki en eski Vefaī belgesine ait bilgileri paylaşır. Alıntıyı biraz uzun tuttum çünkü meramımı anlatmak için bu gerekliydi.
“Elimizdeki en eski Vefaī icazetnamelerinden biri 10 Muharrem 905 (1499) tarihlidir. Bu icazetname, Seyit İbrahim oğlu Seyit Muhammed tarafından halifelik mertebesine yükseltilmesi vesilesiyle Şeyh Hasan el-Garkini oğlu Şeyh Muhammed adına düzenlenmiş olup, sahibine Vefaī tarikatına mürit kabul etme yetkisi vermektedir. İcazetname metni Ebü’l Cifa ve onu tasavvuf yoluna kazandıran şeyhi Abu Muhammed Talha eş-Şunbuki üzerinden Hz. Ali’ye uzanan Vefaī tarikat silsilesiyle birlikte Ebül-‘l-Vefa’nın seyit olduğunu gösteren bir soyağacını içermektedir. Söz konusu icazetnamenin en ilginç taraflarından biri girişidir. Girişte Allah’a hamdüsenadan sonra. Hz. Muhammed’e, ailesine ve ashabına ek olarak hem Sünnilerin kabul ettiği şekliyle ilk dört halifeye, hem de bilhassa Şiiler ve Aleviler için önemli dīnī figürler olan İmam Hüseyin, İmam Hasan ve peygamberin amcaları Hamza’ya ve Abbas’a salat ve selam okunmaktadır. Mezhepsel açıdan nispeten eklektik bu dīnī figürler kombinasyonu Vefaī mirasının 11. yüzyıl Irak coğrafyasından Moğol sonrası Anadolusu’na yayılış sürecinde Sünnilik’ten mezhebi anlamda sınırların grileştiği bir metadoksiye ve oradan, Osmanlı-Safevī rekabeti sonrası keskinleşecek bir Şii/Ali-ci görüntüye evrilişinin yansıması olarak okunabilir. Aslında Vefaīliğin bu evrimi benzersiz değildir ve İslam tarihinin bilinen genel kalıplarına uymaktadır. Ebü’l-Vefa’nın yaşadığı 11. yüzyılda tasavvuf, kuvvetli Alici renklerine rağmen halen büyük oranda Sünni muhitlere özgü bir akımdı. Ancak 13. yüzyıl ortalarındaki Moğol istilalarını takiben, muhtemelen dinsel/mezhepsel alanda oluşan görece özgürlük ortamının da kolaylaştırıcı etkisiyle genel olarak tasavvufī/mistik akımların Şii/Alici unsurları bünyelerine çok daha açık ve kuvvetli bir şekilde eklemlendiğini görüyoruz. Vefāilik örneğinde de benzeri bir dönüşümün yaşanmış olması bu açıdan bakıldığında şaşırtıcı değildir. Elimizdeki çok nüshalı birkaç icazetnamenin farklı tarihlerde yapılmış kopyaları incelendiğinde, eski kopyalardaki Sünni veya ‘metadoksik’ unsurların bu dönüşüme uygun şekilde silinmesi çabaları da bu okumayı destekler mahiyettedir. Mesela bu tür bir Vefaī icazetnamesinin, biri Zilhicce 855/1451 diğeri Zilhicce 990/1582 tarihli iki farklı kopyasının, geri kalan kısımları neredeyse tıpatıp aynı olduğu halde girişlerinde bazı manidar farklar bulunduğunu görüyoruz. Eski olan nüshanın girişinde ilk dört halifenin adı zikredilirken, daha geç tarihli olanında bu isimler çıkarılmış ve yerlerine on İki İmam’ın adı ikame edilmiştir. Benzer şekilde, ‘Seyyid Minā’ed-dīn Osman’ adı da ikinci nüshada ‘Seyyid Kasım’a dönüştürülmüştür.
Mezhebi açıdan dikkat çeken bu muğlaklık ve eklektik görüntü bir yana, bahsi geçen örnekler ve benzerleri Vefaî icazetnameleri, diğer Alevi belgeleri ve ilgili dede/pir ailelerinden derlenen sözlü anlatılarla birlikte bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Anadolu’nun bir grup önemli Alevi ocağının Vefaîlikle tarihsel ilişkisi olduğu açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Öyle görünüyor ki 15.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Vefaî tarikatının İç ve Doğu Anadolu’da yayılmış muhtelif kolları Safevî önderliğindeki Kızılbaş hareketi ile bütünleşmiş, zamanla bu hareket içinde eriyip bağımsız tarikat kimliklerini kaybetmiş ve nihayet Alevi ocaklar sisteminin birer unsuruna dönüşmüşlerdir. Bu dönüşüme koşut olarak eski Vefaî icazetnameleri orijinal anlamlarını ve önemlerini büyük oranda yitirmiş ve sırf ilgili dede/pir ailelerinin beyit ve ocakzade olduklarının birer vesikası olarak kıymet taşımıştır.”(9)
Alevilik üzerinde önemle durulması gereken, daha emekleme devresindeki araştırmaların belgelerle zenginleştirilerek topluma sunulması gereken bir konu. Çünkü Türklerin inanç sistemlerinin Orta Asya’dan bugüne nasıl bir evrim geçirdiğini, nerelerden kök aldığını, etkilendiğini ve bugünkü haline nasıl ulaştığını bilmek aynı zamanda Alevisiyle, Sünnisiyle kendimizi tanımak için de çok gereklidir. Umarım tarihçiler bu konuya daha çok eğilir ve önyargılardan arınmış olarak birçok değerli yapıt üretir.
Dipnotlar:
1-Ayfer Karakaya Stump, Vefailik, Bektaşilik, Kızılbaşlık, İst. Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 189.
2-aynı yapıt, s.189.
3-aynı yapıt, s.190. adlı
4-aynı yapıt, s.190
5-aynı yapıt, s.190.
6-aynı yapıt, s.190-191.
7-Ahmet T.Karamustafa, Tanrının Kural Tanımaz Kulları, s.77.
8-ynı yapıt, s.79
9-Stump, s.192-194.