1950’lere kadar Türkiye’nin büyüyen kenti Ankara iken, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra iç göç İstanbul, İzmir ve Bursa’da yoğunlaştı. Tarımsal verimlilikteki düşüşün tersine sanayileşmenin artması ve ulaşım koşullarının iyileşmesi iş gücü göçünü hızlandırdı.
Kırsalda zaten dar bir alana sıkışan köylüler, kentlere göçü bir çıkış yolu olarak gördü. Ancak göç ve nüfus artışıyla fiziksel olarak genişleyen ve şişen kentler, böylesi bir sosyoekonomik dönüşüme her açıdan hazırlıksız yakalandı.
Sanayileşmeye verilen geniş destek kapsamında, girişimcilerin diledikleri yerde fabrika kurmalarına izin verildi. Marmara fay hatları boyunca binlerce üretim sahası kuruldu. Bu aşamada ne işçiler için sağlıklı barınma ne deniz kirliliği ne de deprem riski dikkate alındı.
Demokrat Parti’nin gecekondulardaki nüfusu artırarak sermayeye ucuz iş gücü sağlamak gibi bir ajandası olduğu anlaşılıyor. Bu amaçla, kırsal kesimden mobilize olan milyonların çalıştıkları fabrikanın yakınında bir gecede ‘ev’ kurmalarına izin verildi. İnşaat malzemeleri briket, teneke ve muşambaydı.
İlerleyen yıllarda bunların yerini projesiz, denetimsiz beton yapılar aldı ve yine göz yumuldu. Zamanla kent içinde kalarak değerli hâle gelen bu yerler, bıçkın taşralı inşaatçılara kat karşılığı verildi. Deprem ya da diğer doğal yıkım riskleri yine hiç hesaba katılmadı. Katılmadı çünkü hesaplar farklıydı.
İnsanların kent yaşamında kendilerine yer açma çabaları farklı bazı dinamikler yaratırken, milli mimari yerine gecekonduyu özendiren kadrolar kentlerin taşralaşması potansiyelini umursamadılar. Örneğin İstanbul’a özgünlüğünü kazandıran tarihi mimari doku geri döndürülemez şekilde erozyona uğradı. İstanbul’a ve diğer kentlere ihanet edildi.
Yeni bir hayat kurma umuduyla kentlere akın eden küçük çiftçiler, emek yoğun üretim ve hizmet sektörlerinde işçi olarak çalışmaya başladılar. O yılların Türk filmlerinde sıkça işlendiği gibi, gecekondu sakinleri kendilerine eşit davranılmadığını hatta dışlandıklarını fark ederek içe dönük sosyalleşmeyi tercih ettiler.
Kır insanları, kendilerine yabancı olan “seküler ve çok kültürlü” kentli kimliğine ve estetik normlara arabesk değerlerle bezenmiş dünyalarında yer açamadı. Gelişmeler bu yönde olunca kentli yaşam biçimine uyum sağlama isteksizliği gelişti.
Ancak o yıllardaki bu isteksizliğin veya direncin hangi kültürel ve toplumsal değişkenleri aktive edebileceğini hususunda hükümetlerin kafa yormadığı bugün gayet net anlaşılıyor.
Nitekim kentle bütünleşemeyen göç mahallelerinin kent üzerindeki ayrışma baskısı 1970’lerin sonlarında hissedilmeye başladı. Gecekondu yerleşimlerine yakın oturan ve bu baskıdan rahatsız olan kent sakinleri semtlerini terk ederek merkezi yerlere taşındı.
Kent kültürüne entegre olma konusundaki isteksizliğin nedenlerinden biri, yeni gelenlerin önceden gelmiş akraba veya hemşehrilerinin yanına göç etmeleri olabilir. Önce ailenin erkekleri geliyor, uygun koşullar oluştuğunda ailenin geri kalanı alınıyordu. Varoşa özgü dayanışma zinciri sayesinde yeni gelenler de kendi gecekondularını inşa ediyorlardı.
Terör olaylarının arttığı 1990’larda Güneydoğu’dan gelen yeni göç dalgaları, mevcut varoşların arkasında yeni yerleşimler yarattı. Varoşlardaki yığınların ortak yükü “istikrarlı yoksullukta günü kurtarmak” idi.
Göçün süreklilik göstermesi bir yandan kırsalla olan bağı canlı tutarken, diğer yandan kasaba ve kent kültürünün kaynaşma şansını azaltıyordu.
İstanbul, İzmir, Bursa’nın belki de 100 yıl gerisinde kalan Anadolu kırsalı, entelektüel kapasitesini genişletme fırsatını bulamadı. Dolayısıyla taşradan gelenlerin bavullarında getirdikleri kültürel tarzla kent yaşamına uyum sağlamaları pek olanaklı olmadı. Uyum demişken, bir de Avrupa’ya giden işçilerin içine düştüğü uyum zorluğunu düşünelim.
Kasaba kültürü kentlerde baskın kültür haline geldikçe yeni alt kültürler oluştu ve toplumda farklı boyutlarda uyum travmaları yaşandı. İlginçtir ki, bu travmaların basıncından üretilen ayrımcı politikalar, genellikle hükümetlerin elinde oy yaratan bir koz olmuştur.
Ön yargılar nedeniyle dindarlar ve azınlıktaki laikler arasındaki toplumsal uzlaşı kısıtlı kalırken, kutuplaşma arttı. Hükümetler kırsalın ve varoşların eğitim dezavantajını ve kutuplaşmanın derinleşmesini de bir koz olarak görmüşlerdir.
Demokrat Parti iktidarı döneminde göç mahallelerine sığınanlar öz güven eksikliğinden besleniyordu. Aynı kesim AKP iktidarıyla birlikte önlerinde beklenmedik ölçüde geniş bir oyun alanı olduğunu gördü. Böylece kasaba kültürü, büyük bir öz güvenle ve devletin tüm olanaklarıyla kentlilik kimliğinin üzerine eklemlendi.
Batı toplumlarının hassas olduğu düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü, demokrasi, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, bilimsel eğitim, kadın-erkek ve fırsat eşitliği gibi konular Türkiye’nin gündeminde fazla yer tutmadı, tutmuyor.
Hadi bunlar tamam diyelim ama yine depreme hazırlıksız yakalanma, yine on binlerce kurban verme ve o kurbanlardan biri olma olasılığımız hâlâ yüksek. Birilerinin gerilim, ayırımcılık ve öfke üreten söylemlerden vazgeçip işine bakma zamanı geldi.
Atlanan bir konu var: Doğal yıkımlara önlem almamak büyük bir yasal, ahlaki ve manevi sorundur. Bunun sorumluları yalnızca bugünkü siyasiler değil, başta Anadolu’nun temiz toplumsal değerlerin yozlaşmasına, dünyanın en güvensiz, en çirkin kentlerinin gelişmesine göz yuman Demokrat Parti kadrolarıdır.
Otoyollar, tüneller, köprüler de yapılmalı ama öncelikle depreme dayanıklı kentler kurmayı ve denetlemeyi sağlayacak yasal düzenlemeleri bilimin ışığında yapmalıyız. Giden canlar gelmiyor.
Fotoğraf: İzmir