15.5 C
İstanbul
25 Nisan 24, Perşembe
spot_img

‘Acı’ bir Portekiz macerası

Portekiz’in kuzey şehirlerinden Porto’daki “5 Oceanos Matosinhos” balık restoranında oturmuş okyanus levreği yiyorduk. Osmaniyeli Hüseyin, tutturdu “acı sos” diye. İyi de balık yemeğinde acı sosun ne işi var? Anladık yıllardır Portekiz’de yaşıyorsun, memleket hasreti çekiyorsun da, bu Adana kebap değil ki, levreğe yazık günah değil mi? Neyse, bunları içimden söyledim tabii, Osmaniyeli rehberi ilk günden germeye ne gerek vardı…

Portekiz’e özgü “Piri piri” denen acı sos masaya geldi. Önce bizim Urfalı Mustafa “Ben tadına bakarım” dedi. E, Adanalı acı yer de, Urfalı yemez mi? Urfalı Mustafa’ya güveniyordum. Urfa’da ne acılar görmüştüm. Portekiz’in acı sosu “Piri piri” ona vız gelecekti!

Mustafa “Piri piri”yi balığa koydu ve ağzına attı. Ben nefesimi tutmuş, gözünün içine bakıyorum. Kesin “Bu ne ki? Bize vız gelir. Ben Portekiz’e biber yollayayım da acı görsünler” diyecekti. Ben böyle şeyler beklerken Mustafa kafasını salladı ve sadece “gerçekten acıymış” diyebildi.

Çok şaşırdım. Hayal kırıklığına uğradım. Nasıl olur da memleketimin kebap şampiyonu, Urfalı, elin Portekiz biberini acı bulurdu? Urfalı devam etti, “Bizim oranın biberleri o kadar da acı değildir zaten. Esas, Maraş biberi acıdır. ” Bu lafın üzerine masadaki diğer arkadaşımız Merve döndü ve “Ben Maraşlıyım” dedi.

Hadi Merve, göster kendini! “Piri piri de neymiş. Bu da acı mı?  Biz bundan Maraş’ta anca dondurma yaparız” filan de, lütfen de!

Ama nafile, Kahramanmaraşlı Merve de Piri piri’yi çok acı buldu. Onun ardından Kastamonulu Rıdvan, Giresunlu Rahşan, maşallah bizim masada memleketin dört bir tarafından insan vardı. Lakin “Piri piri”yi ağzına atan “yandım Allah” diye ciyaklıyordu.

“Tamam ya!” dedim. Ben de deneyeceğim. “Bana bir şey olmaz!” Ve okyanus levreğinin üzerine bastım “Piri piri”yi, attım ağzıma. Önce hafif bir yanma hissi oldu ağzımda. Tam “Hah! Bir şey değilmiş” diyecektim ki, ateş bacayı sardı! Dudaklarım alev alev yanmaya başladı. Sonra damağım uyuştu. Bu uyuşma yayılıp dilime sıçrarsa konuşma yetimi kaybedecektim. Damağımı hissetmiyordum. O anda dişime dolgu yapsalar, bana mısın demezdim. Biraz daha yesem, travmatik beyin hasarı filan oluşabilirdi. Çok tehlikeliydi. Durum gittikçe daha vahim bir hal alıyordu. Masadaki herkes gülüyordu ama ben ağlamak istiyordum. Dudaklarım kontrolden çıkmıştı. Onları kapıyor muydum, ısırıyor muydum? Ne yaptığımı hissetmiyordum”

Aman Tanrım” dedim. Bu “Piri piri” denen şey kesinlikle anestezi için kullanabilirdi. Dudaklarım davul gibi şişmişti. Demek ki dudak dolgusu, ruj niyetine de sürülebilirdi. Türkiye’ye numune götürmeliydim, formülünü öğrenmeliydim. Yeni bir gelir kaynağı mı bulmuştum?

O geceden sonra “Piri piri” Porto seyahatimize damgasını vurdu. Gittiğimiz her yerde, “Piri piri” istedik. Utanmasak tatlıya da sürüp yiyecektik. Hem yedik hem acı çektik. Gerçi hiçbiri “5 OCEANOS Matosinhos”taki kadar etkili değildi. İşin sırrı, Afrika kuş gözü biberini 10 farklı biber, zeytinyağı, sirke, sarımsak ve viski ile karıştırmaktaymış meğer.

5 OCEANOS’taki kadar olmasa da Regua mevkiinde bulunan “Quinta da Pacheca”daki “Piri piri” de oldukça başarılıydı. Gerçi oradaki her şey çok başarılıydı. “Quinta da Pacheca” şarap mahzenleri olan, üretim tesislerini gezebileceğiniz, hatta doğru zamanda oradaysanız ayaklarınızla üzüm ezebileceğiniz, çok şık bir de restoranı olan mekandı.

Öğlen, 10 kişilik grubumuz için bir oğlak pişirmişlerdi. Ben oğlağı duyar duymaz, endişelenmeye başladım. Oğlak eti, alışkın olmayanın başını derde sokabilirdi. Ertesi gün Türkiye’ye dönecektik. Hepimiz bağırsakları bozarsak, 5 saat sürecek uçuşu düşünmek bile istemiyorum.

Rehberimiz hiçbir şey olmayacağı yönünde hepimizi sakinleştirip, telkin etti. Bizim oğlak masaya geldi. Sunum yıkılıyor, tadına bakmamak elde değil. Bir de lezzetli ki anlatamam. Sıkıysa yeme! Herkes gayet temkinli. Bir Urfalı, bir Kastamonulu, bir de ben (yarı Bilecikli yarı Boşnak) bir daha bir daha yiyoruz. İçimden dedim ki Urfalıya bir şey olmaz, o alışkındır oğlağa. Kastamonuludan emin değilim. Ama benim köklere, alışkanlıklarıma uymuyor oğlak, ben yandım kesin!

Neyse, korktuk mortuk ama oğlağı yedik bitirdik. Bir de zeytinyağı geldi masaya ki vallahi değil bizim memlekette, İtalya’da bile bu kadar lezzetlisini yemedim. Şişe kapış kapış dolaşıyor aramızda, utanmasak bardağa doldurup içeceğiz. Yemekler yendi, şaraplar içildi. Keyifler on numara beş yıldız. Sıra geldi üretim tesislerini gezmeye ve şarap tatmaya.

Aklınızda olsun, bir gün bir yerde şarap tadımı yapacaksanız, size eşlik edecek arkadaşlarınızı iyi seçmeniz gerekiyor. Sizi desteklemeli, cesaret vermeliler. Mesela bence ben, ekipteki bazı arkadaşlarım için iyi bir tadım arkadaşıydım. Bir damla şarabın bile kovaya dökülmesine izin vermiyor, tüm çeşitlerin tadına bakılması konusunda ısrarcı oluyor, bardağın dibini görmeyenler için çeşitli baskılar uyguluyordum. Günün sonunda eşlik ettiklerim, gevşemiş, kahkahalarla gülmüş ve sallanıyordu.

Ertesi gün 05:00 de kabusla uyandım. Oğlak eti “beni o kadar yememeliydin” diye şiddetle haykırıyordu. Ağlamak istiyordum. O akşamüzeri eve dönecektik. Diğerleri de aynı halde ise mahvolacaktık. “Bana güvenin” diyen rehberi ne yapmalıydım acaba? Gerçi ona ne kızıyordum ki? Koskoca kadındım, bilmiyor muydum oğlak eti yememem gerektiğini. Kahvaltı saati olup da kahvaltıya indiğimde herkesin keyfi yerinde, yüzü gülüyordu. Tek oğlakzede ben miydim? Neden sadece ben? Psikolojik miydi? Çok mu kafaya takmıştım? Resmen sürünüyordum; yol arkadaşlarım “nasılsın iyi misin?” diye sordukça sularına müshil atasım geliyordu. Anti-oğlak ilacından 3 tane birden ağzıma atarak hızla etkisini göstermesini bekledim.

Havaalanı öncesi, Kuzey Atlas Okyanusu kenarında “Restaurante Ammar” adında bir balık restoranına gidecektik. Ağzıma hiçbir şey koymayacaktım. Sadece ekmek yiyip, kahve içecektim. Ama şu talihsiz duruma bakın ki menüde “sardalya” vardı. Portekiz’e kadar gel, “sardalya”ları yemeden dön! Olacak iş mi? “Battı balık, yan gider” diyerek sardalyaları da götürdüm vallahi.

Türkiye’ye döndüğümde yorgun ama mutlu ve toktum. “Porto” gerçekten çok ama çok lezzetliydi. Orada yemeden Avrupa’yı tattınız sayılmazsınız.

Şimdiden afiyet olsun.

Sevgiyle kalın,

Buket Başer

1974 Istanbul doğumlu. Anne tarafından Boşnak, baba tarafından Bilecikli. Ortaokul ve liseyi Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nde okudu. İstanbul Üniversitesi'nde Peyzaj Mimarlığı eğitimi gördü. 20 yılı aşkın bir süre mutfak mobilyası sektöründe yöneticilik yaptı. Şu anda bir İç mimarlık ve dekorasyon şirketinin kurucu ortağı olarak çalışmaya devam ediyor. İki oğlu var. Seyahate, yöresel yemeklere ve açık hava sporlarına düşkün; astrolojiye ve güzel sanatların birçok dalına merakı var. Tipik bir yay kadını. 40'ından sonra ansızın anılarını yazmaya başladı. O gün bugündür de devam ediyor...

Buket Başer
1974 Istanbul doğumlu. Anne tarafından Boşnak, baba tarafından Bilecikli. Ortaokul ve liseyi Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nde okudu. İstanbul Üniversitesi'nde Peyzaj Mimarlığı eğitimi gördü. 20 yılı aşkın bir süre mutfak mobilyası sektöründe yöneticilik yaptı. Şu anda bir İç mimarlık ve dekorasyon şirketinin kurucu ortağı olarak çalışmaya devam ediyor. İki oğlu var. Seyahate, yöresel yemeklere ve açık hava sporlarına düşkün; astrolojiye ve güzel sanatların birçok dalına merakı var. Tipik bir yay kadını. 40'ından sonra ansızın anılarını yazmaya başladı. O gün bugündür de devam ediyor...

İlginizi Çekebilir

4,757BeğenenlerBeğen
666TakipçilerTakip Et
11,281TakipçilerTakip Et

Popüler İçerikler