Yaşamımda iki kez Hong Kong ve Makau’ya seyahat etmek kısmet oldu. Bu yazımda ağırlıklı olarak ilk gezimden bahsedecek, ikinci gezime de değineceğim.
1988’de çalıştığım şirkette yeni projeler geliştirmekten sorumluydum. Bunlar genellikle yabancı şirketlerle ortak yapılan projeler olurdu. 1988’de de pek çok projenin yanı sıra Atatürk Havalimanı yeni terminal binası ve Dünya Ticaret Merkezi’nin geliştirilmesi projesi, izlediğim işler arasındaydı. Özal döneminin yap-işlet-devret projeleri kapsamında olan bu çalışmada konsorsiyum üç Türk inşaat şirketi, terminal işletmesi konusunda uzmanlaşmış bir Amerikan firması olan Lockheed Air Terminals (LAT) ve arazi geliştirme konusunda deneyimli, yine bir ABD firması olan John Lewes Enterprises’dan oluşuyordu. Bu listede adı geçen son firmanın sahibi de John Lewes isimli kişiydi ve onun da projede sorumluluğu İstanbul Dünya Ticaret Merkezi’ni geliştirmekti.
İstanbul’da yapılan bir konsorsiyum toplantısında bazı kararlar alınmış ve taraflara yeni görevler tanımlanmıştı. Ancak, John Lewes, İstanbul toplantısına ailesiyle yapmakta olduğu bir dünya turu kapsamında uğramış olduğundan, hemen ABD’ye dönüp kendi payına düşen çalışmalara devam etmesi olanaksızdı. Halbuki Devlet Planlama Teşkilatı’na belli bir tarihte sunum yapılması gerekiyordu ve Mr. Lewes’in ABD’ye dönmesini bekleyecek zaman yoktu. O zamanlar internet olmadığını, telefon iletişimin son derece zor ve pahalı olduğunu bu vesileyle vurgulayayım.
Mr. Lewes, İstanbul’dan sonra ailesiyle Bombay’e, ardından da Hong Kong’a uğrayacaktı. Toplantıda onun Hindistan’da gezerken bazı çalışmaları taslak halinde de olsa tamamlaması, paralel olarak bizim de İstanbul’da yapmamız gereken hazırlıkları bitirmemiz, daha sonra da İstanbul’dan birisinin Hong Kong’a gidip bu iki çalışmayı birleştirmesi karara bağlandı. Tam kim gitsin diye herkes birbirine bakarken, konsorsiyumun üyelerinden olan Alarko’nun patronlarından Üzeyir Garih benim gitmemi önerdi. Bu fikir toplantıdaki herkes tarafından benimsendi.
Hong Kong’a uçacak, Lockheed’in oradaki ofisinde bir hafta kadar çalışacaktım. Son haline gelmiş belgelerin bir kopyasını da, Lockheed ofisi John Lewes’e Tokyo’da ulaştıracaktı. Bu sayede o da Hawaii uçuşunda çalışma olanağı bulacaktı. İkinci bir kopyayı da ben alarak İstanbul’a getirecektim. Bu seyahatin benim için yorucu olacağını biliyordum ama bu vesileyle Hong Kong’u göreceğimden de çok mutluydum. Zaten 33 yaşında insan kolay kolay yorulmuyor.
Üç dört gün sonra Hong Kong’a doğru yola çıktım. İlk kez Uzak Doğu’ya gidiyordum ve heyecanlıydım. O zamanlar İstanbul’dan Hong Kong’a direkt uçuş yoktu. Önce THY ile Singapur’a uçtum. Orada bir gece yatıp, Thai ile Bangkong bağlantılı olarak Hong Kong’a uçtum. Bu uçuşta hayatımda ilk kez bir Boeing 747’ye bindim.
İstanbul ile Uzak Doğu arasındaki saat farkı nedeniyle biraz yorgun ve uykusuzdum. Durumumu fark eden bir hostesin boynuma masaj yapmayı teklif etmesini hiç unutamıyorum. Daha sonra da yerel kıyafet giyerek bana çay servisi yapmıştı. Bir Türk, hatta bir Batı havayolunda böyle bir şey söz konusu olamazdı. Hâlâ da kültürel nedenlerle mümkün değil.
Yine uçuşta dikkatimi çeken bir konu hosteslerin arka bölümde yemek yemeleriydi. Bir kasedeki çorbayı, iki çubukla aşağıdan yukarıya bir şelale yaparak hiçbir yere sıçratmadan içiyorlardı. Halbuki Çin kültüründe kaşık var, kaseyi ağzınıza dayayıp içmek de galiba ayıp değil.
Hong Kong o zamanlar Britanya’ya bağlıydı. 1842’de Birinci Afyon Savaşı esnasında Britanya’nın kolonisi olan bölge 1997’de Çin Halk Cumhuriyeti’ne devredildi.
Benim gittiğim dönemde havalimanı Kowloon Yarımadası’nın doğusunda bulunan Kai Tak’tı. Yeni havalimanı Chek Lap Kok daha yapılmamıştı. Kai Tak yüksek apartmanlar arasında bir havalimanıydı. Deniz doldurularak bir koyun içerisine yapılmış olan bir piste sahipti ve uçaklar denizden yaklaşıyordu. Sadece bu havalimanına özgü eğitim almış pilotların inebildiği bu piste bizim uçuş ekibi dev gibi 747’yi kuş gibi kondurdu.
Kaldığım The Regent zincirine ait otel son derece lükstü. Daha sonra bu zincir Four Seasons Hotels tarafından satın alındı. Kowloon Yarımadası’nın güney ucunda olan bina Victoria Limanı’nın diğer tarafındaki Hong Kong Adası’na bakıyordu. Kapımda sürekli bir personel beyaz üniformasıyla bekliyor, arada bir kapıdaki zili çalarak meyve, çay vs. getiriyordu.
Ertesi sabah Lockheed’in Hong Kong Adası’nda olan ofisine gittim. Ofis otelin hemen karşısında bir bölgedeydi. Dolayısıyla Ada ile ana kara arasında çalışan meşhur yeşil vapurlara binerek iş yerine ulaşıyordum. Star Ferry adlı bir işletmeye ait olan bu Hong Kong’a özgü gemiler, 1898’den beri faaliyet gösteriyormuş. Victoria Limanı’nda Kowloon ile Hong Kong Adası arasında çalışan teknelerin şekilleri o günden beri hemen hemen hiç değişmemiş. Keşke biz de, Üsküdar-Beşiktaş hattında sefer yapan, Şirket-i Hayriye döneminden kalma, görünüşleri nedeniyle eski İstanbullular arasında tuzluk olarak da tabir edilen vapurlardan birkaç tanesini koruyabilseydik…
Hong Kong’dayken, İstanbul’la olan saat farkı nedeniyle, garip saatlerde çalışıyor, boş zamanlarımda ise çok az uyuyarak kenti geziyordum. Ofiste Çinli bir sekreter ve benden başka kimse olmazdı. Çayımı yapan, yazılarımı yazan, fakslarımı çeken bu narin yapılı, utangaç ama güler yüzlü Çinli kız, benim günün ve gecenin değişik saatlerine yayılan çalışmalarım sırasında hiç sesini çıkarmadan bana her türlü desteği verdi ve ofisten hiç ayrılmadı. Ben günün garip bir saatinde, bazen gece yarısı ofisten ayrıldığımda o da binanın yakınındaki metro istasyonuna iner ve şehrin kuzey mahallelerindeki ailesinin yanına giderdi. Kendisine son gün ofisten ayrılırken çok teşekkür etmiştim.
Hong Kong’da bulunduğum bir hafta içerisinde, bir kez otobüsle Ada’nın güneyindeki Stanley Harbour’a gidip balık yemiştim. Onun dışında restoranı oldukça tanınmış olan The Regent otelinin her biri birbirinden güzel yemekleriyle karnımı doyurmuştum. Sokakta Çin yemeği yemeye pek cesaret edememiştim. Singapur’dan farklı olarak o yıllarda Hong Kong’da açıkta yenilen yemekler pek hijyen görünmüyordu.
Bir akşam otelin restoranında yemek yerken, dikkatim ister istemez yan masaya çevrildi. Gördüğüm kadarıyla seçilen yemek yılandı. Garson bir buçuk metre boyunda, üç santim çapında canlı bir yılanı kerpetenle başından, eliyle de kuyruğundan tutarak, getirip masadakilere gösterdi. Onay aldıktan sonra yılanı defalarca yere vurarak öldürdü. Sonra kerpetenle başından başlayarak derisini usta bir şekilde soydu. Beyaz bir et ortaya çıktı. Ancak yılan refleks nedeniyle olsa gerek hâlâ oynuyordu. Garson yılanı ahtapot kolu doğrar gibi doğrayıp mutfağa geri döndü. Bir süre sonra sebzeli bir yılan yemeği, dumanları tüterek masaya servis edildi. Ben ise o akşam sadece pilav üstü tavşanla yetindim.
Hong Kong’da dikkatimi çeken bir diğer konu, yeşil gövdeli Star Ferries’in Kowloon’dan kalktığı iskele yakınlarındaki çok sayıda kayıktı. Bu kayıklar fakir insanların evleriydi. “Yau Ma Tei tekne insanları” adı verilen bu aileler ilk zamanlar balıkçılıkla geçinirlermiş. Ben gördüğümde bu bölge turistik ve batakhane arası bir görüntü arz ediyordu. Hani yüzen Sulukule gibi… 2012’de yolum tekrar Hong Kong’a düştüğünde bu kayık kolonisinin ortadan kalktığını gördüm. Tıpkı Sulukule’deki gibi hepsi sosyal konutlara taşınmışlardı.
Yau Ma Tei’ de teknelerden oluşan mahalle
2012’de Hong Kong’a gittiğimde dikkatimi çeken bir başka yenilik Kowloon’un güney ucuna yerleştirilen Jackie Chan’in bir heykeliydi. Kung Fu filmlerinden tanıdığımız Jackie Chan Hong Konglu. 69 yaşında olan Chan doğduğu kentte yaşamını sürdürüyormuş.
Hong Kong’da bulunduğum sürenin sonunda, sanırım bir hafta sonuydu, vapurla Makau’ya gittim. İstanbul-Yalova arasından biraz daha uzun süren gemi yolculuğuyla Makau’ya vardım. Dönüşte ise ‘hydrofoil’ ile daha hızlı bir şekilde Hong Kong’a döndüm. Şimdi bu iki kent arasında İnci Nehri Deltası’nı bir uçtan diğer uca aşan uzun bir köprü var.
Makau o zamanlar Portekiz yönetimindeydi. Vapurdan inip, pasaporttan geçip biraz uzakta olan şehre doğru yürümeye başladığımda büyük oteller dikkatimi çekti. Hepsi kumarhane işinden para kazanıyormuş. Kumara çok meraklı olan Çinlilerin Las Vegas’ı… Bu arada yolların bariyerlerle kapatılmakta olduğunu fark ettim. Birazdan Portekiz genel valisi olduğunu sandığım bir bey aracıyla ve korumalarıyla gelip brifing aldı, bazı talimatlar verdi. Meğer ertesi gün kent sokaklarında Formula 1 yarışı yapılacakmış.
Yukarıda belirttiğim gibi on yıllar sonra tekrar Hong Kong’a gittiğimde Makau’yu biraz daha detaylı gezebildim. Portekizliler gitmişti. Çin devleti gözetiminde kumarhane sektörü faaliyetine devam ediyordu. Kent göreceli olarak Hong Kong’dan daha fakir olmakla birlikte, eskiye oranla çok daha zenginleşmişti. Kent merkezi ise Portekiz’in bölgeye özgün kolonyal mimarisi ile tasarlanmış yapılardan oluşuyordu. İlk gittiğimde anlaşılan dikkatimi çekmemiş.
2012’de Hong Kong ve Makau’ya bir kez daha yolum düştüğünde aslında bambaşka bir dünya ile karşı karşıya gelmiştim. Her iki bölge de çağ atlamıştı. Makau da Hong Kong gibi Çin’e devredilmiş ama her ikisi de hala ayrı idari statülerini koruyordu. Özgürlükler ise ciddi şekilde kısıtlanmıştı. Hong Kong’un dış adalarından biri deniz doldurularak büyültülmüş, üzerine dev bir havalimanı yapılmıştı. Şehre bağlantı ise zaman zaman deniz altından geçen bir metro ile sağlanıyordu. İstanbul’dan Hong Kong’a ben de bu kez THY ile direkt olarak uçabilmiştim.
İlk seyahatimde gittiğim Stanley Harbour’a tekrar gittiğimde, eskiden adanın etrafını dolanarak gidilen bu balıkçı köyüne artık tünelle geçilebildiğinden yol son derece kısalmıştı. Genelde kent içerisinde pek çok yüksek standartta restoran açıldığından artık hijyen riski olmaksızın pek çok yerde yemek yemek de olasıydı.
Yine 2012’deki ikinci seyahatimde dünyaca meşhur, şimdi İstanbul’da da bir oteli açılan The Peninsula’nın orijinal binasının lobisine de şöyle bir girdim. Zaten The Peninsula (yarımada) ismi de Kowloon Yarımadası’ndan geliyor.
Her ülkede nikah törenleri, düğünler turistlerin ilgisini çeker. Ben de tesadüfen Hong Kong’da nikah fotoğrafı çektiren bir çifti uzaktan gözlemleme olanağı elde ettim.
Fotoğrafçının yarattığı mizansen çok güzeldi. Bana 34 yıl önce Girne’de evlendiğimde nikah resimlerimizi çeken fotoğrafçımız rahmetli Özeş’i hatırlatmıştı. Ancak ne ben ne de eşim bu çift kadar yardımseverdik ve kendisini epey zorlamıştık.
Manşet fotoğrafı: Kai Tak’a inişe geçen bir Cathay Pacific uçağı-South China Daily News
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.