Bundan on yıl kadar önce Ürdün’e turistik bir seyahat yapmıştım. Ancak bu seyahatin normal bir turistik geziden farkı vardı. Amman’da bir Ürdünlü ailenin misafiri olacak, sonra da Ürdün’ün görülmeye değer yerlerini, yine aynı ailenin sahibi olduğu bir seyahat acentesinin organizasyonunda gezecektik. Bu seyahati sizlere üç bölümde anlatacağım.
Geziyi eşim, kardeşi Nuran ve eşi Tahir ile birlikte yaptık. Zaten bizi ağırlayacak olan ailenin reisi, onların iş yaşamından tanıdığı bir kişi ve eşiydi. Ürdün’e gitmeden evvel bu seyahate pek hevesli değildim. Sadece Ürdünlü bir ailenin yanında kalmak fikri bana cazip gelmişti.
Benim için Ürdün, bilinçli olarak, asıl tarihi ve dini yerlerin bulunduğu İsrail ve Batı Şeria’nın dışında bırakılmış, Akdeniz’den koparılmış fakir bir ülkeydi. İlginç olarak aklıma bir tek Petra geliyordu. Ayrıca iki kez İsrail’i görmüş, bir kez Kudüs’te dolaşmış, bir kez de Batı Şeria’da Ramallah’a gitmiştim. Üstüne üstlük, bir iş icabı 1980’li yıllarda bir geceliğine Amman’a da gitmiş ve fakirlik dışında bir şey görmemiştim.
Seyahatimiz İstanbul’dan üç saat elli dakikalık bir uçuşla başladı. Gece yarısı Amman’a vardık. THY iç savaş nedeniyle Suriye hava sahasını kullanmadığından, ayrıca İsrail ve Ürdün hava sahalarını karşılıklı kapalı tuttuğundan, uçak Kahire, Sina Yarımadası, Kızıldeniz ve Akabe üzerinden Amman’a geldi. Sonuçta yol bir saat uzamış oldu. Queen Alia Havalimanı’nda ev sahibi Maurice Naber tarafından karşılandık.
Queen Alia Havalimanı deyince bir parantez açıp daha önceki Amman seyahatimden bir anıyı araya sıkıştırayım.
İlk Amman seyahatimden dönüşümde Queen Alia’ya gelip THY Ankara uçağı için check-in işlemlerimi tamamlamış, pasaport kontrolü için uzun bir kuyruğa girmiştim. Önümde bir Alman, arkamda bir İngiliz vardı. Arada sırada sohbet ederek sıramızı bekliyorduk. Derken sıradakilerin pasaportlarını pasaport işlemlerinden önce inceleyen kamuflaj kıyafetleri içerisinde uzun boylu ve iri yapılı bir asker belirdi. Önce Alman’ın pasaportunu eline aldı fotoğrafını inceledi. Oldukça sert bir tutumu vardı. Sonra sıra bana geldi. Pasaportumu uzattım. Türkçe ‘gel’ dedi. Korkmuştum. Beni kuyruğun en başına götürdü ve Arapça bir şeyler söyleyerek pasaportumu memura uzattı. İşlemlerim sorunsuz yapıldı ve arındırılmış bölgeye geçtim. Beni izleyen asker yanıma geldi ve gülümseyerek bana ‘ben Çerkes’ dedi ve yanımdan ayrıldı. Beni kuyruğun önüne geçirmişti…
On dakika kadar sonra sırada önümde olan Alman yanımda belirdi. “Ne oldu” diye sordu ve biraz hınzırca ‘Türk olduğumdan beni öne aldılar’ dedim. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Ara sıra Alman pasaport polisinin Türk olduğumdan dolayı bana nasıl muamele ettiğini bildiğimden Alman’ın şaşkınlığını yadırgamadım.
Ürdün seyahatimize geri dönersek, ev sahibimiz Maurice ve eşi Andre bizi arabalarıyla evlerine götürdüler. Evin bir bölümü bize ayrılmıştı. Geç vakit olduğundan hemen yattık.
İzleyen günlerde öğrendiğimize göre, Maurice Naber Ürdün’ün en büyük Hrıstiyan ailesindenmiş. Aile 7500 kişiden oluşuyormuş. Kendisi de bu geniş ailenin reisiymiş. Maurice’in inşaat, nakliyat, değişik üretimler yapan pek çok şirketi varmış. 5000 kişi çalıştırıyormuş.
Andre ise Lübnanlıymış. 30 yıl öncenin güzellik kraliçesiymiş. Yurt dışında okuyanın kızları varmış. En büyük çocukları ise erkek. 27 yaşında, babasıyla çalışıyormuş. Anlattığına göre, Maurice dinler üzerine yedi ayrı doktora yapmış ve kendisi bir Cizvit papazıymış.
Kaldığımız ev ufak bir sarayla müze karışımıydı. Ürdün yasalarına göre arkeolojik eserler kaydettirilmek şartıyla evde saklanabiliyormuş. Naberlerin evinde Mezopotamya medeniyetlerine ait yüzlerce eser vardı. Adeta bir arkeoloji müzesi gibiydi. Andre ve ablası, uzmanlar eşliğinde bu müzeyi düzenlemişler.
Evde, Andre’nin Lübnan asıllı olması nedeniyle olacak, Fransız kültürü hakimdi. Bu ihtişamlı malikane özenle döşenmişti ve en ufak bir rüküşlük, abartı ya da sonradan görmelik yoktu.
Sabah 8.15’de kalkıp kahvaltı ettik. Maurice bizi kendi aracıyla Amman’ın kuzeyinde bulunan Ceraş (Jaresh) isimli bir Helen/Roma antik kentine götürecekti. Daha önce Ceraş ismini hiç duymamıştım.
Amman’ın 48 km kuzeyinde olan Ceraş’ta ilk yerleşimler Milattan Önce (MÖ) 7500’de olmuş. Helenistik döneme ait tarihi MÖ 1200’e kadar gidiyor. Ancak, asıl gelişimi MÖ 331’de İskender’in bölgede İranlıları yenmesi sonrasında olmuş. Bu gelişim Roma döneminde de devam etmiş. Careş, Emeviler döneminde de, Şam’dan güneye giden anayol üzerinde olması nedeniyle önemini korumuş. 749’da şiddetli bir deprem geçirmiş ve harabeye dönmüş. O nedenle doğunun Pompei’si diye de anılıyormuş. Ancak, rehberimizin anlattığına göre, asıl Abbasilerin başkenti Şam’dan Bağdat’a taşımasıyla yıldızı sönmüş ve büyük oranda terkedilmiş. Haçlı işgali de gören Ceraş’ın bulunduğu yerde, Osmanlı döneminde ise ufak bir yerleşke varmış. 1806’da antik kent bir Alman oryantalist tarafından tekrar keşfedilmiş. Ceraş’a 93 Harbi’nden sonra Osmanlılar bir miktar Çerkes nüfus yerleştirmişler. Birinci Dünya Savaşı esnasında İngilizlerin kontrolüne geçen Ceraş’ın asıl halkı ise Nebatilermiş. Kentin ayakta kalan yapıları bile son derece etkileyici bir görünüm sunuyor.
Hadrian Kemeri, Ceraş
Arkeolojik kazılarda, bugüne kadar Ceraş’ın %30’u yeryüzüne çıkarılmış. Anlatıldığına göre iklimin kuruluğu ve uzun süre terkedilmiş olması nedeniyle az tahribata uğrayan, dünyanın en iyi korunan Helen/Roma kentleri arasında yer alıyormuş.
Ceraş’tan sonra bir süre daha kuzeye doğru devam ettik. Saat 14:00’te Amman’a 130 kilometre (km) uzaklıktaki Um Qays yerleşim birimine ulaştık. Burada Maurice Naber’in dostu olan Memduh Bey’in çiftliğinde ağırlandık.
Çiftlik hemen Golan Tepeleri’nin eteğindeydi. Bir taraf Suriye, bir taraf işgal altındaki Golan, İsrail ve bizim bulunduğumuz yer Ürdün. Havada çöl kumundan bir toz bulutu olduğundan, Golan Tepeleri’nin güzel bir fotoğrafını çekemedik. Bulunduğumuz yerde antik dönemlerden beri bilinen kükürtlü bir sıcak su kaynağı vardı. Karnımız da açtı ama yemek hazırlanırken fırsatı kaçırmayıp termal suya girdik.
Memduh Bey’in çiftliği…
Sonra bahçedeki tavukların yumurtasından menemene benzer bir yemek sunuldu. Masada yine çiftliğin ineklerinden elde edilen sütten güzel bir süzme yoğurt da vardı. Memduh Bey de sohbete katıldı. Fahrünnisa Zeyd’in (1) arkadaşıymış. Nuran’la epey Şakir Paşa ailesi üzerine sohbet ettiler. Memduh Bey’in bir özelliği de kendisine Kral Hüseyin tarafından dük unvanı verilmiş olması. Ürdün’de bu unvanı alan ilk ve son kişiymiş.
Dönüş yolunda Gadara antik kentine uğradık. Ceraş’la birlikte Roma döneminde Dekapolis diye adlandırılan on kentten biriymiş. MÖ 3000’de bir Armaik köy olarak kurulmuş. Sonra Yunanlar, Yahudiler ve Romalılar gelmiş. 635’te Müslümanlar ele geçirmiş. Sonra da Osmanlılar. Osmanlılar dönemi rehbere göre bölgenin en iyi dönemi olmuş. 1987’ye kadar Osmanlılar’n yerleştiği bölümde yaşam devam etmiş.
Gadara’da Osmanlı döneminden kalan evlerin yıkıntıları
Saat 19.30’da Amman’a geri döndük. Gece yemek evde yendi. Yemekte Andre’nin kendi hazırladığı Ürdün’ün meşhur et ve pilavla yapılan yemeği mansaf (2) pişirilmişti. Mansaf bir bedevi yemeği olarak biliniyor. Kuzu etiyle hazırlanan ağır bir yemek ama çok nefis. Hele usta bir aşçı tarafından hazırlanırsa.
Mansafın ana yemek olduğu akşam yemeği. Sol başta ayakta olan evin hanımı Andre sağ başta ise Maurice Naber.
Sonra çay için bitişikteki annenin evine geçtik. Bu evde Şimdi Maurice’in iki kız kardeşi yaşıyormuş. Bu ev de müze gibiydi. Yemek odası ve büyük salon çok etkileyiciydi. Çay içtiğimiz oda ise tam bir Türk evi olarak dekore edilmişti. Türkiye’den pek çok eşya vardı. Televizyonda da Kuzey Güney dizisi oynuyordu. Masada da İngilizce bir kitap vardı; Forty Rules of Love. Yani Elif Şafak’ın Aşk isimli Mevlana’yı konu alan romanı…Maurice’in büyük kız kardeşi o zaman başbakan olan Tayyip Erdoğan’la ilgili çok ağır bir deyim kullandı ve “tüm Orta Doğu’yu karıştırıyor” yorumunu yaptı. Verdiğim tepki isterseniz bende kalsın!
Ertesi sabah güzel bir kahvaltı yapıp Amman kent merkezine indik. Amman 900 metre rakımda ve kara iklimine sahip olduğundan gece ve sabahları hava serin oluyor. İlk gittiğimiz yer Philadelphia (Filadelfiya) isimli bir antik kent harabesi oldu. Amman’ın tam merkezinde. Antik kentin tam ortasında büyük bir amfitiyatro göze çarpıyordu. Tepede Herkül Tapınağı olarak adlandırılan bir tapınak vardı. Eski kent büyük oranda Amman’ın altında kalmış. Büyük tiyatronun çaprazında bir de küçük tiyatro vardı.
Tarihte pek çok kente Philadelphia adı verilmiş ama bunlar içinde en eskisi Amman’daki. Milattan önce üçüncü yüzyılda Mısır’da hüküm süren Büyük İskender’in generallerinden Makedon asıllı I.Ptolemy’in oğlu, kral Ptolemy II Philadelphus tarafından kurulmuş.
Ayrıca Yunanistan ve Kanada’da da günümüzde Philadelphia isimli kentler var ama bunların en tanınmışı ABD’de 1682’de kurulan Pensilvanya Eyaleti’ndeki Philadelphia. Anadolu’da da, tarihte Philadelphia olarak adlandırılmış bir şehir var. Biz ona artık Alaşehir diyoruz.
Amman’daki Philadelphia’da tapınağın olduğu ve Amman Kalesi’nin bulunduğu tepeye çıktık. Rehberimiz Riyad İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi mezunuymuş. Dolayısıyla anlatım Türkçe oldu. O da ciddi şekilde Erdoğan’ı eleştirdi.
Amman bir vadide. Bolivya’daki La Paz’ı hatırlattı. Doğu yamaçta fakir halk, batıda zenginler oturuyormuş. Tıpkı La Paz’daki gibi.
Kalenin içinde bir Emevi Sarayı vardı. Emeviler buraya 730’da gelmişler. 749’daki şiddetli deprem burayı da etkilemiş. Ekonomi çökmüş. Sonrasında da Abbasiler iktidara gelmişler. Kentin batısındaki tepelerden birinin adı Naber Tepesi. Burada Naber ailesinin fertleri yaşıyormuş. Maurice bizi bu mahallede gezdirirken pek çok kişiyle selamlaştı.
Philadelphia antik kenti ve Amman
Bu arada Ürdün nüfusunun eskiden %10’unun, bizim gittiğimiz 2013’te ise göçler nedeniyle %6’sının Hristiyan olduğunu öğrendik. 1967’de İsrail’in Batı Şeria’yı işgal etmesi, Irak’ın işgali demografiyi değiştirmişti. Daha sonra Suriye’deki karışıklıklardan da Ürdün bizim gibi son derece olumsuz etkilendi. Maurice Naber, kralın tüm dinlere eşit uzaklıkta durarak Hıristiyanlar için büyük bir güvence kaynağı olduğunu özellikle vurguladı.
Ürdün askeri müziğinde gayda olduğunu da öğrendik. İngilizler Amman’a girdiğinde İskoç Gayda birliğini kullanmışlar. Daha sonra bando müziğinin bir parçası olmuş. Herhalde Haşemi krallarının Anglofil olmasının da etkisi var. Zaten bütün krallar Birleşik Krallık askeri akademilerinden mezun olmuş.
Ürdün’ün resmi adı Ürdün Haşimi Krallığı. Haşimiler ise Benî Haşim kabilesine bağlı bir Kureyş boyu. İsmini Hz. Muhammed’in büyük-büyükbabası Haşim bin Abdimenaf’dan alıyor. Yani Ürdün Kralları Hz. Muhammed’in soyundan geliyorlar.
Haşimiler I. Dünya Savaşı esnasında İngiliz desteğiyle Osmanlı Devleti‘ne isyan etmiş, Arap Yarımadası‘nın kontrolünü ele geçirmiş, fakat birkaç yıl sonra Suudi Hanedanlığı’na karşı mücadeleyi kaybedip Arap Yarımadası’nı terk etmişler. Osmanlı’ya karşı yardımlarından dolayı İngilizler kendilerine bugünkü Ürdün’ü yerleşim alanı olarak göstermişler. Hiçbir petrol, doğal gaz geliri olmayan, başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap ülkelerinden ianeyle ayakta duran Ürdün, askeri olarak da Britanya ve ABD’ye yaslanmış durumda. Aslında tipik bir tampon ülke olarak tanımlanabilir.
Amman’da yaptığımız sabah turundan sonra öğleden sonra Maurice’in en küçük kız kardeşinin evine gittik. O ev de tam bir müze gibiydi. Demir çağından başlayarak 5000 civarında Mezopotamya, Filistin, Suriye ve başka bölgelerden eser sergilenmişti. İşin uzmanı, mimar olan kocasıymış. Son olarak da ağabeyinin evine gittik. O da bir saray yavrusuydu. İran halıları özellikle etkileyiciydi. Akşamüstü Maurice ve Andre Naber’in evine geri döndük. Ertesi gün Petra’ya doğru yola çıkacağımızdan hazırlıklarımızı yapıp yattık.
Devam edecek…
1-Fahrünnisa Zeyd Türk ressam. Kabaağaçlızade Mehmed Şakir Paşa’nın kızı, II. Abdülhamit devri sadrazamlarından Cevat Paşa’nın yeğeni ve Halikarnas Balıkçısı’nın kız kardeşi olan Fahrünnisa Zeyd, soyadını Kral I. Faysal’ın kardeşi ve dönemin Irak büyükelçisi olan Emir Zeyd’le evlendikten sonra aldı. Kaynak: Vikipedi
(2) Size yapay zeka ChatGBT’in tarifiyle mansafın hazırlanışı:
Ürdün mutfağının geleneksel bir yemeği olan “mansaf,” genellikle pirinç, yoğurt ve et kombinasyonundan oluşur. İşte basit bir mansaf tarifi:
Malzemeler:
– 1 kg kuzu eti (genellikle kuşbaşı kesilmiş tercih edilir)
– 2 su bardağı pirinç
– 2 su bardağı yoğurt
– 1 su bardağı sıcak su
– 1 su bardağı badem (isteğe bağlı olarak)
– Tuz ve baharatlar (tarifin ayrıntısına bağlı olarak)
Yapılışı:
Kuzu etini yıkayıp temizledikten sonra büyük bir tencerede su ekleyerek kaynamaya bırakın. Kaynarken üzerinde biriken köpükleri almayı unutmayın. Et yumuşayana kadar yaklaşık 1-1.5 saat pişirin. İsterseniz bu aşamada tuz ve baharatlar ekleyebilirsiniz.
Pişmiş eti tencereden alın ve suyunu bir kenara ayırın. Pirinci yıkayıp süzün. Ayırdığınız et suyunu pirinçleri pişirmek için kullanın.
Pirinci et suyuyla pişirip kenara alın. Yoğurdu pürüzsüz bir kıvama gelene kadar çırpın.
Yoğurdu, pişmiş pirinci ve eti bir araya getirerek servis tabağına yerleştirin.
Üzerine sıcak su dökerek yoğurdu sulandırın. Eğer isterseniz, bademleri kızartıp yemeğin üzerine serpiştirin.
Mansafınız hazır! Geleneksel olarak genellikle büyük bir tepsi üzerinde servis edilir ve genellikle misafirlerle paylaşılır.
Afiyet olsun!
Not: Bu yazım ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.