Dil bilimdeki en zorlu görevlerden biri, modern dillerin yazılı kayıtlardan önceki evrim süreçlerini yeniden yapılandırmak ve türetici ata dile ilişkin kuramlar geliştirmektir. Birçok tarihsel dil bilimci, 18. yüzyılın sonlarından bu yana farklı dil gruplarına odaklanarak bu alanda kuramlar geliştirmiştir.
Dillerin geçmişi varsayımsal olarak on binlerce yıl önceki Doğu Afrikalı ataların çığlık ve homurtu seslerine götürülebilir. Bazı araştırmacılar, Afrika’da ortaya çıkan ve temelinde bağırtılar, el-kol hareketleri, mimikler olan erken iletişimin bir tür ilkel dil niteliği taşıdığını öne sürmektedir
Burada akla şu soru gelecektir: Bilinen en eski insansı türler Afrika’da ortaya çıktığına göre, Türkçenin en eski türü de acaba Afrika kökenli midir? Yalnız Türkçenin değil, tüm insan dillerinin büyük olasılıkla Afrika’da ortak bir kökene dayandığı hipotezi gittikçe daha çok ilgi çekmeye devam ediyor.
Bu hipoteze göre, Doğu Afrika’da bir yerlerde evrimleşen Homo Sapiens insanları, tüm dünya dillerinin altyapısını oluşturan ilkel bir dili türetmiş ve konuşmuş olmalı. Homo Sapiens grupları Afrika’dan göç edip dünyaya yayıldıkça, dilleri de zaman içinde çeşitlenip gelişmiş ve böylece bugün konuşulan binlerce farklı dil ortaya çıkmış olabilir.
Türkçenin en eski halinin Afrika kökenli olup olmadığı sorusu elbette mantıklı ancak bu çıkarsamaya şimdilik ne doğru diyebiliyoruz ne de yanlış. Bu konu hâlâ tartışılmakta.
Dillerin kökenini araştırırken aynı dil ailesindeki dilleri karşılaştırmak için artık bilgisayar programlarından yararlanılmakta. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) araştırmacıları, yapay zekâ yardımıyla kökteş dillerdeki ilgili sözcükleri eşleştirebilen bir algoritma geliştirdiklerini açıkladılar. Bu, erken dillerin doğasını, evrimini ve yayılmasını açıklamak için yeni bulgular sağlayabilecek umut verici bir adımdır.
Max Planck Jeoantropoloji Enstitüsü’nde araştırmacı olan Martine Robbeets ve uluslararası bir ekip sıra dışı bir veri tabanı çalışması yürüttü. Bu çalışma, dil ve tarım arasındaki ilişki üzerinden Proto Altaycanın (Ana Altayca) coğrafi alanını anlamaya yardımcı oldu. Böylece Altayca konuşan toplulukların ana yurdunun Orta Asya olmadığı anlaşıldı.
Proto dil yapılandırmanın arkasındaki ana fikir, alt dillerde görülen bazı temel öğe ve ilkelerin, günümüz dillerinin kök aldığı orijinal dilde de bulunması gerektiğidir. Örneğin, Türk dillerini ve benzer dilleri bir ağaca benzetirsek, Proto Altayca o ağacın göremediğimiz kök kısmıdır.
Bu bağlamda öncelikle aynı dil ailesinden olan dillerin gramer, söz varlığı ve fonolojide paylaştığı tipolojik benzerlikler ve farklılıklar karşılaştırılır. Çalışma, incelenen elementlerin niteliğine bağlı olarak, eş zamanlı ya da art zamanlı bir perspektiften ilerler.
Karşılaştırmada, yalnızca genetik verilerle desteklenen türdeş dillerle değil, aynı zamanda soy ağacı dışındaki dillerle olan etkileşimler de dikkate alınır.
Burada elde edilen sistematik verilere dayanarak, kurgulanan proto-dilin neye benzeyebileceğine dair çıkarımlarda bulunulur. Böylece, türetici bir ata dil modeli ve olası evrim aşamaları yeniden inşa edilir. İşte bu bir proto-dildir. Başka bir deyişle, çeşitli nedenlerle kademeli olarak yavru dillere bölünen ve zamanla kaybolan varsayımsal kök dil bir proto dildir.
Proto dillerin konumu, 1 ila 1,5 yaşındaki bir çocuğun dilsel gelişmişliğine ya da yabancı dil öğrenmeye yeni başlamış birinin durumu ile karşılaştırılabilir. İletişim kurma isteği ve çabası güçlüdür, ancak dil henüz konuşulmamaktadır.
Geleneksel görüş, sözcüklerin binlerce yıl olduğu gibi kalamayacağı, yıpranmaları ve değişmeleri gerektiği yönündeydi. İngiltere’deki Reading Üniversitesi’nde yürütülen yeni çalışmalar bunun her zaman doğru olmadığını gösteriyor. Dünyanın önemli dil ailelerinden bazılarında belirli bir anlam taşıyan fakat yıpranmayan uzun ömürlü sözcüklerin listesi çıkarıldı.
Modern dilde varlığını sürdüren neolitik hatta paleolitik sözlerin izini sürmek zahmetli bir iştir. Çoğu doğadan yansıyan aşağıdaki sesler dilimizde adeta “ultra korunmuş” proto-dil kalıntıları gibidir: Cik cik, pır pır, hav hav, vız vız, möö möö, vak vak, şırıl şırıl, mışıl mışıl, ciyak ciyak, patır patır, fokur fokur, çıtır çıtır, kah kah, mama, gaga, baba, an(n)a, dede, nene vb.
Proto diller farklı kaynaklarda ön dil, ata dil, ana dil, kök dil, kaynak dil olarak da anılmaktadır. Proto diller bazen eksik sayılacak bir tanımla “geçmişte konuşulmuş eski bir dilin prematüre formu” olarak tanımlanır. Bu, tam olarak öyle değildir.
Örneğin Proto Altay dili, yalnız çok eski bir dil olduğu için değil, eldeki kaynaklardan biçim ve anlam arasındaki eşleşmeler bağlamında yapılandırılabildiği için bir proto dil olarak kabul edilir. Dil bilimciler Türkçe, Mançu-Tunguzca, Moğolca (+Japonca, Korece) gibi dilleri karşılaştırmış ve ortak ata dil olarak kurgulanan varsayımsal dile Proto Altayca adını vermişlerdir.
Martine Robbeets’ten anladığımıza göre, Proto Altaycanın yaklaşık 9.000 yıl önce kuzeydoğu Çin’deki Batı Liao Nehri’nin güneybatı çevresinde ortaya çıktığı düşünülüyor. Daha spesifik olmak gerekirse; Proto Altay dili Altaylar’da değil, Çin’in Liaoning eyaletinin Fuxin bölgesinde yaşayan erken çiftçi topluluklar tarafından konuşulan bir ata dildi.
Yaklaşık 7.000 yıl önce, bu toplulukların çeşitli kolları yavaş yavaş Trans-Avrasya’nın geniş alanlarına , Kore Yarım Adası ve Japon Adalarına yayıldı. Yayılma ile birlikte kökteş diller arasında farklılaşmalar oluşmaya başladı. Bu verilere dayanarak Türkçe, Moğolca ve Mançu-Tunguzca gibi dillerin erken biçimlerinin Tunç Çağı’ndan (M.Ö. 1800) daha önce konuşulduğu varsayılmaktadır.
Proto Altayca hipotezi çerçevesinde Türkçe, Moğolca ve Mançu-Tunguzcanın kökteş olup olmadığı sorusu onlarca yıldır tartışılmaktadır. Türdeşlik olduğu konusunda esasen sorun görünmüyor çünkü adı geçen dillerin tümü eklemelidir, ünlü uyumu vardır, cinsiyetsizdir ve söz dizimi özne-nesne-yüklem şeklindedir. Şu perspektiften bakmakta yarar var; bu diller birbirine bu kadar yakınsa, onlara kök veren bir ortak proto-dil olmalıdır.
Proto Altayca hakkındaki tartışmanın ilk odağı, hipotezin kendisidir. Bu hipotez ister Altayca isterse Trans-Avrasya ya da daha başka bir adla anılsın, tutarlılığı konusunda bizim bir kuşkumuz yoktur. Nihayetinde, bu hipotezi eleştirenler, ne benzerliklerin ödünçlemeden kaynaklandığını ne de türdeşliğinin yanlış olduğunu kanıtlayamamışlardır.
İkinci bir odak noktası ise Korece ile Japoncanın Proto-Altayca kökenli diller arasında olup olmadığıdır. Gramer, sözcük dağarcığı ve diğer dilsel özelliklerdeki benzerliklere dayanarak birçok dilbilimci Korece ve Japoncanın Makro-Altay dil grubunda yer alabileceğini öne sürmüşlerdir.
1781 yılında Japon yazar Teikan Tō ilk kez Japonca ve Korecenin akraba olabileceğini öne sürmüştür. Başlangıçta destek gören bu görüş, daha sonra Batılı dilcilerin de etkisiyle dışlanmış, gündemden düşmüştür. Korece ile Japonca bağlantısı Japonya’da genellikle Altaycadan bağımsız olarak incelenir.
Korece ve Japoncanın tarihsel olarak Makro-Altay dilleriyle ilişkili olduğu açıktır, ancak bunları doğrudan birer Altay dili olarak tanımlamak için gerçekten biraz erken. Eşleştirilmiş kök sözcükler arasında güçlü bir pragmatik ilişki kuracak mekanizmalara henüz sahip değiliz.
Çok yakında olmayabilir ama bir gün Korece ve Japoncanın Proto Altay ailesindeki konumu yeni bulgularla mutlaka açıklığa kavuşacaktır.