1989’da “Berlin Duvarı” yıkılmış ve 1991’de de Sovyetler Birliği dağılmıştı. On yıllardır süren “Soğuk Savaş” ve iki kutuplu dünya düzeni sona ermiş oluyordu.
Tam bu sırada Francis Fukuyama, “Tarihin Sonu” başlıklı bir makale yazdı. Makalenin başlığı çok çarpıcıydı, keza söyledikleri de çok ilginç ve iddialıydı. İnsanlığın asırlar süren tecrübe ve birikimine dayanan, başta sosyalizm ve komünizm olmak üzere, milliyetçilik, faşizm gibi ideolojiler yenilmiş ve dünya gündeminden kalkmış, “liberal kapitalizm” zafer kazanmıştır ve insanlığın bundan sonraki biricik ideolojisi ve yaşam biçimi olacaktır.
İlerleyen yıllarda dünya genelinde ortaya çıkan mikro milliyetçilik akımları ve dinsel köktenci akımlar, bu teorinin geçerliliğinin ciddi şekilde sorgulanmasına yol açtı. Yine de küreselleşme olgusunun özellikle 90’lı yıllardan itibaren hız kazanması, liberal kapitalizmin uygulamalarının ve öngördüğü yaşam biçiminin dünyanın hemen her yanında görülmesi de, söz konusu görüşleri ciddiye alanların argümanlarını oluşturmuştur.
Şöyle ki: Küreselleşme olgusunun üç temel boyutu olduğu söylenmiş, siyasi boyut olarak ABD’nin dünya hegemonyası ya da jandarmalığı diyebileceğimiz ve dünyanın hemen her noktasında hissedilen ve belirleyici olabilen, askeri ve ekonomik gücüyle desteklenen nüfuzu gösterilmiştir. Ekonomik boyut olarak; ABD başta olmak üzere Batı kaynaklı sermayenin, dünyanın hemen her tarafında özgürce dolaşabilmesi ve değişik şekillerde öteki ülke ekonomileri üzerinde etkilerde bulunabilmesidir. Yaşanan ekonomik gelişmelerle emeğin, sermayenin ve malların serbest dolaşımı olarak tanımlanabilecek küreselleşmenin ekonomik boyutu, böylece tezahür etmiş olmaktadır.
Bana göre en önemli boyut olan kültürel boyuta bakacak olursak, ABD’nin ve genel olarak Batılı yaşam biçiminin dünyanın hemen her köşesini etkilemesidir. Mesela bu süreçte gittikçe artan biçimde, Amerikan sineması dünyanın her yerinde seyredilir olmuş, Amerikan tarzı beslenme biçimi yaygınlaşmış, aynı şekilde Amerikan usulü giyim de dünya geneline yayılmıştır.
Tarihçilerin “tarihin hızlanması” olarak adlandırdıkları ve küreselleşme olgusuyla atbaşı giden internet ve bilişim teknolojisindeki çok hızlı ilerlemeler de, bahsettiğimiz Amerikanlaşma eğilimine ve kültürel küreselleşmeye katkı vermiştir.
Yazının başlığıyla bağlantı noktasına gelecek olursak, sözünü ettiğimiz liberal kapitalist ideolojinin özü yarışmacılığa ve başarıya dayanmaktadır. Öteki önemli bir boyutu da sınırsız konformizm (uymacılık) ve tüketimdir. Yani kapitalist modele göre; insanlar çalışacaklar, çok çalışacaklar ve böylece piyasanın sunduğu ürün ve hizmetleri satın alacaklar, tüketecekler ve gerekirse borçlanarak da olsa tüketeceklerdir. Reklamlar eşliğinde sürdürülen bu yaşam biçimi özendirmesi, telkini ya da dayatması bugün dünyanın birçok noktasında yaşanmaktadır.
Açık bir toplum olan ülkemizde tüm bu süreçten azade değildir. Toplumumuz yıllardır yoğunluğu artan bir biçimde kapitalize olmuş, tüketim kültürüne hızlı ve şiddetli bir biçimde uyum sağlamış durumdadır. İnternet teknolojisininde yardımıyla bu süreç son yıllarda daha da hızlanmış, neticede tüketime ve hep daha fazla tüketime meyilli, mümkün olduğunca harcayan ve aynı oranda konformist bir toplum manzarası ortaya çıkmıştır.
Tam bu noktada ilginç bir gerçek ortaya çıkmaktadır: Etnik, mezhepsel ve yaşam biçimi açılarından son derece çeşitlilik arz eden toplumumuz, bahsettiğimiz kapitalist tüketim kültürüne uyum konusunda bir birliktelik, bir koalisyon sergilemektedir.
Şöyle ki; toplumumuzun geleneksel ve dini değerlerini önemseyen muhafazakarları da, daha seküler ve modern bir yaşam biçimini tercih edenleri de, etnik ve mezhepsel açılardan farklı olan kesimleri de, dinsel ya da ideolojik nedenlerle en Batı karşıtı olanları da, söz konusu tüketim kültürü bağlamında çok uyumludur. Mesela son zamanlarda sıkça tartışılan kimi muhafazakarların, tüketim ve lüks yaşam konusunda sergiledikleri görüntü, bahsettiğimiz uyumun bariz bir örneğidir.
Bütün bunları düşündüğümüzde, liberal kapitalizm için yapılan; “sinsidir ve hızlı yayılır, muhalif ideolojilerle çoğu zaman çatışmadan onlara sirayet eder ve bir süre sonra muhalifini de kendine benzetir, dolayısıyla her türlü siyasi ve toplumsal yapı içinde kendine yer bulabilir, ayrıca insanın doğasına hitap eder” gibi tespitlerin büyük ölçüde doğru olduğu meydana çıkmaktadır.
O zaman dünyanın ve ülkemizin geldiği bu noktada, tüketim kültürünün yoğun baskısı altında, bireysel olarak ne yapabiliriz?
Sosyal birer varlık olarak toplumla beraber yaşadığımız için, söz konusu yapının tamamen dışında kalmak mümkün değil elbette ancak, tüketmenin, daha çok tüketmenin, ne pahasına olursa olsun tüketmenin sonunun olmadığını fark edebilmek, tüketmekle elde edildiği sanılan mutluluğun gerçek mutluluk olmadığını görebilmek, yaşama farklı açılardan bakarak daha derinlemesine düşünebilmek yapabileceklerimiz arasında.
Bunları yapabilirsek, yani daha derinine kazabilirsek, gerçek mutluluk belki de oradadır kim bilir…