Yaklaşık sekiz yıl önce, küreselleşmenin altın çağının sona erdiğini kaleme almıştım.
O dönemden beri üretim ve sermayenin sınır ötesine taşınma zorunluluğu, teknolojik dönüşümle birlikte giderek anlamını yitirmeye başladı. Bugün geldiğimiz noktada, Amerika Birleşik Devletleri’nin uygulamaya koyduğu yeni tarife yaptırımları ve artan korumacı politikalar, bu öngörünün doğruluğunu açıkça ortaya koyuyor. Ancak bu dönüşüm yalnızca küresel iş birliğini sekteye uğratmakla kalmıyor; aynı zamanda, bu politikaları benimseyen ülkelerin kendi ekonomik dengelerini de tehdit ediyor.
Trump’ın ticaret politikalarının ardında sağlam bir ekonomik teoriye dayanan bir strateji görünmüyor. Daha rahatsız edici olan ise, dünyanın Trump gibi bir liderle nasıl müzakere etmesi gerektiğini hâlâ bilememesi. Çünkü karşımızda ticaretin işleyişine dair temel iktisadi kuralları gözeten, tutarlı bir müzakereci yok. Trump, Amerika’nın dış ticaret açığını, özellikle de mal ticaretindeki açığı, ulusal bir haksızlık olarak görüyor. Bu düşünce, ABD’nin diğer ülkelerden üstün olduğu varsayımına dayanıyor; dolayısıyla diğer ülkelerin Amerika’nın satın aldıklarından daha fazlasını satın alması gerektiğine inanıyor.
Ancak dünya artık 1950’lerin ekonomik düzeninde yaşamıyor. 21. yüzyıl ekonomisinde, hizmet sektörü Amerika’nın en büyük gelir kaynağını oluşturuyor. İmalat sanayi, ülke ekonomisinin yalnızca yüzde 9 ila 10’unu kapsarken, ABD turizm, eğitim, sağlık ve teknoloji gibi hizmet alanlarında ciddi ticaret fazlası veriyor. Buna rağmen, Trump yönetiminin uyguladığı vize politikaları, ülkeye beyin göçünü engellemekle kalmayıp, turizmi de baltalıyor. Bu yaklaşım, ABD’nin en büyük ihracat kalemleri olan yazılım, turizm ve eğitim gibi sektörlere ciddi zarar verme potansiyeli taşıyor.
Diyelim ki Trump’ın hedeflediği gibi imalat sektörünü ülkeye geri getirmeyi başardı. Bugünün üretimi, artık klasik fabrikalarda değil, otomasyon ve yapay zekâ destekli akıllı sistemlerde gerçekleşiyor. Yani, bu dönüşüm Trump’ın oy deposu mavi yakalı işçilere istihdam sağlamayacak. Ayrıca, on yıllar içinde küresel düzeyde kurulan tedarik zincirlerini kısa sürede yeniden şekillendirmek sanıldığı kadar kolay değil. Gerçek şu ki, Amerika’yı 1950’lerin üretim yapısına döndürmek ne mümkün ne de sürdürülebilir. Fakat bu süreçte, dünya ekonomik düzeni kalıcı bir sarsıntı geçirme riskiyle karşı karşıya kalabilir.
Trump yönetiminin tarife kararları, görünürde dış rakipleri hedef alıyor gibi dursa da, en büyük darbeyi bizzat Amerikan ekonomisine vurma tehlikesi taşıyor. İthal ürünlerin fiyatlarındaki artış enflasyonu tetiklerken, Çin ve Avrupa Birliği gibi büyük ticaret ortaklarının misilleme adımları da Amerikan ihracatçılarının küresel pazarlarda rekabet gücünü zayıflatıyor. 2018’deki ticaret savaşlarında Amerikan çiftçileri, özellikle de soya fasulyesi üreticileri, önemli pazar kayıpları yaşamıştı. Bugün benzer riskler, otomotivden teknolojiye kadar birçok sektörü tehdit ediyor.
Üstelik günümüz dünyasında tam ekonomik bağımsızlık yalnızca romantik bir hayalden ibaret. Yarı iletkenlerden lityum bataryalara kadar pek çok stratejik ürün, küresel tedarik zincirlerine bağımlı. ABD’nin inovasyon motoru, bu zincirlerin sürekliliğine muhtaç. Korumacı politikalar, kısa vadede milliyetçi bir zafer olarak sunulabilir; fakat uzun vadede bu adımlar geri döndürülemezse, Amerika kendi ayağına kurşun sıkmış olacak.
Fotoğraf: whitehouse.gov
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: