Bana müze deyin yeter, ne müzesi olduğuna aldırmaksızın mutlaka gitmek isterim.
Arkadaşlarımla “Palm Beach Doğa Tarihi Müzesi”ne giderken de hiçbir ön hazırlığım yoktu. GPS nereyi gösteriyorsa oraya gittim ve kendimi koca bir alışveriş merkezinin girişindeki boş bir binanın kilitli kapısının önünde buldum. Demek ki müze kapanmış diyerek geri dönüyordum ki kolay pes etmeyen arkadaşım müzeye telefon edip adresi sorgulamak konusunda ısrar etti. Onun sayesinde keşfettik ki müze kapalı değilmiş, kapalı alışveriş merkezinin içerisindeymiş. İşe bak şimdi…
Müzecinin adres tarifi de pek yeterli olmadı ki bu sefer de dükkanların arasında cirit atmaya başladık. Ben adres sormayı hiç sevmeyenlerdenimdir ama sonunda mecburen sorduğum adam “şu tarafa doğru dönüp ilerleyin, oyuncak dinozorları görünce yerini bulmuşunuz demektir” dedi. Sahiden de çocuklara “on dakikası on dolara” bindirdikleri plastik dinozor bisikletlerin arkasında müzeyi bulduk. İlginçlik de orada başladı.
Kapısından girince gördük ki müze denilen yer tek bir salondan ibaret ve içinde de tek bir dinozor var. Eee, alışveriş merkezinin içindeki bir dükkandan dönme müzeden ne hayır gelir, değil mi? Kapıdaki çocuk bisikletinden bozma dinozor oyuncuklarından sonra içerdeki dinozorlu salonu görünce gişedeki hanıma, “Burası çocuklar içinmiş galiba biz yanlış gelmişiz” dedim. “Müze olsun da ne olursa olsun” dersen olacağı bu işte…
Müzeci hanım, “Hayır sadece çocuklar için değil bence siz de görün” deyince 1 saat araba kullanarak geldiğimiz bu müzeyi görmeden dönmeyelim bari diye girmeye karar verdik. Biz girince yeni yetme bir delikanlı da peşimizden salona girdi ve sanki rehberli müze gezisi satın almışız gibi biz sormadan anlatmaya başladı. Delikanlının boyundan beklenmeyen bas bariton sesiyle o tek dinozor maketi önünde anlattıkları ise arkadaşlarımı bilmem ama beni şoka soktu.
“Jurasic Park filmi, çizgi filmler ve de dinozorların soyunu buzul çağı kuruttu gibisinden kulak dolgunluğu dışında ne biliyorsun şu dinolar hakkında?” deseniz sınıfta kalacağım kesin. Ancak bu delikanlı hem bilgisizliğimle yüzleşmemi sağladı hem de adını bile duymadığım “triceratops”larla çok yakından tanışmamı sağladı. Çok yakından lafına bir ünlem koyun lütfen çünkü anlatacağım.
İlk öğrendiğimiz şu ki gördüğümüz bir maket değil gerçekmiş. Evet gerçekten de bir dinozorun iskeletiymiş. Daha önce dünyanın pek çok ülkesinde doğa tarihi müzesi gezdim. Londra ve New York gibi alanında en iyi olanlarını bile gördüm. Siz bu müzelere gitmediyseniz bile Robin Wiliams’ın “Müzede Bir Gece” filmindeki dinozorları görmüşsünüzdür. Sonuçta siz de ben de biliriz ki müzede sergilenen şeylere el sürülmez, hele dinozorlara hiç. Bu delikanlı ise o triceratopsun kemiklerini avucumuza verdi, hem de böyle bir talebimiz olmadan, iyi mi? “Çok yakından tanıştım” derken abartmamışım değil mi?
İyi anlatamamış olabilirim diye tekrarlayayım. 66 milyon yıl önce yaşamış bir dinonun kemiğini elimde tuttum gerçekten. Bakın, bir insanın ömrü taş çatlasa yüz seneyken, toprağa girdikten sonra kemiklerimizin eriyip tümüyle yok olması o kadar bile sürmezken 66 milyon yıl öncesinden kalma kemikten söz ediyoruz. Olağanüstü koşullarda korunarak çürümeden asırları aşıp günümüze gelebilmiş insan ya da hayvan kemikleri olabiliyorsa da bildiğiniz üzere tek tükler. Onlara da sadece bazı arkeologlar ve üzerlerinde çalışma yapan bilim adamları dokunabiliyor. Veee sıradan bir insan olarak ben bugün 66 milyon sene önceye gidip geldim. “Şu minicik müzede şok oldum” derken de abartmamışım değil mi?
66 milyon yıl önce yaşamış bir canlının kemiğini ellediğime hâlâ inanamıyorum. Bir yandan, “Yok canım gerçek olamaz, çakmadır, kandırıyorlardır” diye düşünsem de heyecandan öyle yazdım.
Kuzey Amerika’nın ortalarında bir yerlerde bu triceratopsun kemiklerinin neredeyse tümü bulunmuş, bulunamayanları da yapay olarak üretip birleştirmiş ama gerçek olmayanları başka renkte haritalandırarak belirtmişler. Başlangıçta küçümsediğim bu müzede tümü bulunamadığı için bütüncül olarak sergilenemeyen başka bazı dioazorlara ait ufak tefek buluntular daha vardı. Mesele 100 milyon yıl önceden kalma etçil bir dinozorun kocaman bir dişini de elimize verdi aynı delikanlı. Kıyamet çağında yok olmuş bir dinozorun 100 milyon yaşındaki dişini de kısa bir süre de olsa avucumda tuttum…
Hepimiz 100 sene yaşasak ve yirmili yaşlarda ürediğimiz düşünülse 500 milyon nesil öncemizden kalma bir diş bu. Bu hesabım aslında hiçbir açıdan doğru değil çünkü insanlık tarihinde ortalama ömür bırak yüz seneyi elli sene bile değil. Hesabın esas yanlışı ise insan denilen canlının yeryüzünde en fazla 2 milyon yıldır var oluşu. Şu yerkürede dinozorlara göre çoook sonradan türeyen insanlığın bir ferdi olarak, 100 milyon yıl önce yaşamış bir dinozoru da elledim bugün. Hâlâ kendime gelememiş olmamı umarım anlatabilmişimdir…
Bu mini minnacık müzede gönüllü çalışıp ziyarete gelen çocukları triceratopslar konusunda eğitmeyi üstlenmiş o delikanlının, bu yaştakiler öğrenseler ne olur öğrenmeseler ne olur demeyip, yaptığımız kakara kikiriyi de sineye çekerek bizi de eğitmeye kalkmasından da çok etkilendim.
Öğrendiklerimin kısacık bir özetini geçeyim. Triceratopslar Kuzey Amerika’da yaşamış uçamayan dinozorlardan ama öncülleri olan uçan dinozorların kanat kemiklerine de sahipler. Burunları da kocaman bir papağan gagası gibi. Başlarının iki yanındaki 2 boynuzun yanı sıra önde de üçüncü boynuzları var ki zaten adları da o yüzden üç boynuzlu. Arkadaki boynuzların gerisinde de büyük bir taç şeklinde ve 1 metre genişliğinde bir kemik daha var. Kalkan gibi görünen bu yapı da fillerin kulaklarını andırıyor. 3 boynuzlu dinozor bu kalkanı savaşmaktan çok kendini korumak için kullanırmış. Savaşmaktan kaçınmasının en temel nedeni de diğer pek çok dinozorun tersine etçil değil otçul oluşu. Yaklaşık 9 metre uzunluğunda 5.5 ton ağırlığında olan bu antik zaman yaratığı palmiye ağaçlarını yermiş. Zaten bu ve başka gerekçelerle kuşlarla olduğundan çok fillerle akrabaymış. Triseratopslar hakkında delikanlıdan daha başka şeyler de öğrendim ama uzatmayayım, isterseniz devamını siz de araştırıp öğrenebilirsiniz…
Öğrenecek ne kadar çok şey var şu dünyada. 100 milyon yaşındaki dinozorlar bile bize ders verebilecekken kulaklarımızı ne kadar tıkalı tutmuşuz meğer. 65 senedir şu dünyada soluyan ben, bugünden tezi yok diğer dinolarla da haşır neşir olacağım ve yeni çağ çocuklarının bildikleri kadarını bile öğrensem mutlu olacağım.
Binaların içinde değil de dışında yaşayan özgür (!) dört ayaklı canları yok etmeye ahdetmiş, bu amaçla yasa çıkardım diye bayram edenlerin soludukları coğrafyada soluksuz kalanlara ne diyeceğimi bilemeyerek konuyu noktalıyorum.
Kanla beslenip giderek saldırganlaşanların soyu kurumazken kafa kemiklerini kalkanlaştırsalar bile soylarını koruyamayanlara ne denebilir ki…