Ömer Yalçınkaya
Küba’ya gitmek pek çok insanın hayallerini süsler. Gezginlerin, fotoğrafçıların, sosyalistlerin, müzisyenlerin, eski Amerikan arabası meraklılarının, doğa tutkunlarının ve belki de en çok Che Guevara hayranlarının…
Benim de hayallerimden biriydi. Dünya üzerinde sosyalizmin kalan son kalesiydi. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin babadan oğla geçen hanedanlık sisteminin sosyalizm ile uzaktan yakından ilgisi yoktu. Çin, Laos, Vietnam gibi ülkeler, isimlerinde “halk” ya da “sosyalist” sıfatlarını taşıyor olsalar da kapitalizmin kucağına çoktan düşmüşlerdi. Bunları görmüştüm. Ayrıca Doğu Avrupa ülkelerinin hepsini, hatta sosyalist oldukları günlerde görmüş, Polonya’da üç ay kalmıştım. Eski Sovyetler Birliği’nin çeşitli ülkelerinde 15 yıldan fazla yaşamış, neredeyse karış karış gezmiştim. Benim açımdan geriye bir tek Küba’yı görmek kalmıştı. Acaba aradığım sosyalizmi burada bulabilecek miydim?
Küba hakkında bildiklerim, izlediğim belgesellerle ve birkaç Küba filmiyle sınırlıydı. Belgesellerin bir kısmı Batı’nın yanlı bakış açısıyla Küba’yı sefalet içinde bir ülke ve Fidel Castro’yu da mutlak bir diktatör olarak gösteriyordu. Ama tarafsız bakış açısıyla yapılan belgeseller de vardı. Özellikle İztv’de yayınlanan Atilla Tuna’nın hazırladığı belgeseli çok beğenmiştim. Bu ülkeye gitme arzumu fazlasıyla kamçılamıştı.
Gördüğüm Küba’yı size anlatmadan önce bu ülkenin nasıl süreçlerden geçerek bugüne geldiğine kısaca bir bakalım.
Küba, İspanya’nın kolonisi olmadan önce bu adada sadece yerel kabileler yaşıyordu. Adaya ilk ayak basan Avrupalı Kristof Kolomb oldu. 1492 yılında bu topraklara vardığında hiçbir direnişle karşılaşmadan adanın İspanya Krallığı’nın bir parçası olduğunu ilan etti. Bir teoriye göre Kolomb’un kendisi Portekiz kökenli olduğundan bu adaya Portekiz’deki bir kasaba olan Küba adını vermiş. Biraz daha güvenilir kaynaklar, adanın yerel halkı olan Tainoların dilindeki Coabana sözünden geldiği. Bu sözün anlamı muhteşem yer demek.
19. yüzyılın sonlarında İspanyol sömürü düzenine karşı çıkan Jose Marti bir gerilla savaşı başlatıyor. Adaya İspanyolların iki yüz bin asker çıkarması üzerine Havana limanında bir Amerika gemisinin batırılmasını bahane eden ABD İspanya’ya savaş açıyor. İspanya savaşı kaybedince Küba, ABD’nin himayesi altına giriyor ve ABD Guantanamo’da bir askeri üs kurma imtiyazına sahip oluyor.
1902’de Küba Cumhuriyeti kurulmuş olsa da artık burada ipler Amerika’nın elindedir. 1933 yılında ABD’nin desteği ile çavuş Fulgencio Batista bir darbe yapıyor ve sonraki yıl Küba’nın başkanı oluyor. Anayasaya göre başkanlık süresi 1944’de bittiğinde ABD’ye yerleşen Batista, 1952’de tekrar seçimlere girmek üzere Küba’ya dönüyor. Seçimi kazanamasa da yeniden bir darbe yaparak kendini başkan ilan ediyor. İlk icraatı da halkın kalan son umudu olan Küba Komünist Partisi’ni kapatmak oluyor.
Fidel Castro’nun liderliğindeki devrimciler 26 Temmuz 1953 günü Santiago de Cuba şehrindeki Moncado Kışlası’na saldırı düzenliyorlar. Bu tarihten itibaren devrim süreci 26 Temmuz Hareketi olarak adlandırılıyor. Bu saldırı Küba Devrimi’nin miladı olarak kabul ediliyor. Küba’da Devrim Bayramı bu tarihte kutlanıyor.
Saldırı başarılı olsa da Castro ve 25 devrimci yakalanıyor ve cezaevine konuluyor. 1955 yılında Castro’nun bir tehdit oluşturamayacağını düşünen Batista onu serbest bırakıyor. Fidel ve kardeşi Raul Meksika’ya gidiyorlar ve devrimi buradan örgütleme kararı alıyorlar. Burada, daha önce Guatemala’da bulunan Kübalı devrimciler, orada tanıştıkları Arjantinli bir doktoru, Castro’larla tanıştırıyorlar. Tahmin ettiğiniz gibi bu kişi Devrimci Ernesto Guevara’dan (okunuşu Gevara) başkası değil. ”Che”, onun kendine koyduğu takma adı. Castro kardeşler ve Che artık devrim yolunda birlikte yürüyeceklerdir.
Batista’yı devirmek için 25 Kasım 1956’da Granma teknesinde 82 devrimciyle birlikte Küba’ya doğru yola çıkarlar. Teknenin kapasitesi 25 kişiliktir. Aşırı ağırlıktan dolayı Küba sahillerine varmaları sekiz gün alır. Devrim karargahı olarak seçtikleri Sierra Maestra dağlarına doğru yürürler. Ancak Batista bu çıkarmadan haberdar olmuştur ve 5 Aralık günü devrimcilere karşı saldırı düzenletir. Saldırıdan aralarında Castro kardeşlerin ve Che’nin de bulunduğu 20 devrimci sağ olarak kurtulur.
Dağlara çekilen devrimciler, Radio Rebelde’yi (Asi Radyosu) kurarak propaganda yürütürler. Bu Che’nin fikridir. Propaganda halkın üzerinde çok etkili olur. Batista güçleri dağlarda operasyonlar düzenleseler de bu grubu bir türlü yok edemezler.
1958 yılı boyunca devrimciler La Plata, Las Mercedes, Yaguajay’da saldırılar düzenlerler. 31 Aralık 1958’de Che’nin komutasında Santa Clara’ya saldırırlar. Santa Clara saldırısında Batista’nın gönderdiği cephane yüklü bir tren ele geçirilir. Bölgedeki askeri garnizonların teslim olmasıyla kent devrimcilerin kontrolüne geçer.
Durum karşısında panikleyen Batista, ertesi gün ülkeyi terk eder.
8 Ocak günü Fidel Castro, uzun bir zafer yürüyüşünün ardından Havana’ya girer.
İlginçtir ki Castro, 15 Nisan 1959’da ABD’yi ziyaret etmiş ve orada kendisi ile mülakat yapan gazetecilere komünist olmadıklarını söylemiştir.
Devrimin ardından Küba’da zorluklarla dolu bir yeniden yapılanma dönemi yaşanır. Toprak ve işletmeler devletin kontrolü altına alınır. Amerikalı zenginlerin gözdesi kumarhaneler ve genelevler kapatılır. Ekonomide kapsamlı reformlara girişilir. Bu dönemde Che, Maliye Bakanı ve Küba Merkez Bankası Başkanı olarak ekonominin başına geçecektir. 1961 yılında basılan kağıt paralara Che olarak imzasını atar.
Devletleştirilen şirketler arasında Amerikan şirketleri de vardır. 1960 Ağustos ayında ABD Başkanı Eisenhower, Küba’nın ABD’deki tüm varlıklarını dondurma kararı alır ve bu ülkeye ambargoyu başlatır. Bugüne değin süren bu uygulama dünyanın en uzun süren ambargosudur.
1961 nisanında Amerika’da yerleşik Kübalılar Castro’yu devirmek için bir çıkarma yaparlar. “Domuzlar Körfezi Çıkarması” olarak bilinen bu operasyon, arkasında ABD’nin desteği olmasına rağmen başarısız olur. Bu çıkarmadan sonra Castro, Küba Devrimi’nin Marksist-Leninist olduğunu açıklar. Küba, artık Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmıştır.
1962 yılında dönemin SSCB Başkanı (o zamanki adıyla SSCB Komünist Partisi Birinci Sekreteri) Nikita Hruşçov (Türkçede nedense Kruşçev denir) Küba’ya füze yerleştirme kararı alır ve füze krizi patlak verir. ABD Başkanı John F. Kennedy de Türkiye’ye füze yerleştirir. Bu bilgi Türkiye’de 40 yıl halktan gizli tutulacaktır. Dünyayı nükleer bir savaşın eşiğine getiren kriz, diplomatik yollarla çözülür. SSCB füzeleri söker. ABD de muhtemelen Türkiye’deki füzeleri söker ama gizli tutulduğu için resmi açıklama yapılmaz. Bu krizdeki serüvenciliğinden dolayı Hruşçov, 14 Ekim 1964’de görevinden alınır ve kendisinin ilerleyen yaşı ve sağlık sorunları nedeniyle istifa ettiği resmî olarak duyurulur.
Böyle zor zamanlarda Küba Hükümeti’nde görev alan Che ise her şeyin üstünde tuttuğu devrim ideallerinin peşindedir. Castro’yu pragmatist olmakla suçlamakta ve açık bir şekilde eleştirmektedir. Düzenin adamı olmadığı açıktır. Onun doğasında eleştiri ve başkaldırı vardır. Diğer taraftan Fidel de, batı ile kurmaya çalıştığı iyi ilişkileri Che’nin zedelediğini düşünmektedir. Onu sık sık yurt dışı seyahatlere gönderir. Che, Avrupa, Asya ve Afrika’da pek çok ülkeyi ziyaret eder. Konferanslara konuşmacı olarak katılır. Kongo’da, Avrupalı emperyalistlere karşı savaşan devrimcilere destek verir. Son olarak da Bolivya’da devrimci gerillalara katılır. 9 Ekim 1967’de Bolivya askerleri tarafından pusuya düşürülür ve öldürülür. Öldüğünde sadece 39 yaşındadır. Elleri kesilerek parmak izi kontrolü için Arjantin’e gönderilir. Bolivya’da saklı tutulan bir yere, öldürülen diğer devrimcilerle birlikte gömülür.
1995 yılında Bolivyalı eski bir general Che’nin gömüldüğü yeri açıklar. 17 Ekim 1997’de Che’nin naaşı Küba’ya getirilerek, zafer kazandığı Santa Clara’da kendisi için hazırlanan anıt mezara gömülür. Küba’yı ziyaret eden sosyalistler Santa Clara’yı mutlaka ziyaret ederler.
Castro, Che’nin öldüğünü Küba halkına açıklarken şöyle der:
“Gelecek nesillerin nasıl olmasını istiyoruz diye sorarsak şüphesiz cevabımız Che gibi olmalarıdır. Bugünün değil geleceğin insanıydı. Che, insanlık için örnek modeldir.”
Che, dünyanın her yerinde başkaldırının simgesi haline geldi. Sadece sosyalist devrimcilerin değil, haklarını arayan tüm insanların örnek modeli oldu ve onlara ilham verdi.
Küba, bir tarafta Amerikan ambargosu, diğer tarafta sırtlarını dayadıkları sosyalist blokun çöküşü karşısında ayakta kalmanın ve mevcut sistemi devam ettirmenin yollarını arıyordu.
Castro, Bağlantısızlar Hareketi’ne çok önem veriyordu. Orta ve Güney Amerika ile olduğu kadar Afrika ve Asya ülkeleri ile de ilişkilerini geliştirdi. Küba ekonomisi temelde şeker üretimine dayanıyordu. Bir başka ürün de dünyaca ünlü Havana puroları. Dünya ekonomik krizlerden geçerken, Küba’nın elinde bulunan sınırlı imkanlarla gelişebilmesinin güçlüğü ortadadır.
Buna rağmen eğitim ve sağlık alanında çok büyük adımlar atıldı. Eğitimin tüm aşamaları ücretsizdir. Sağlık konusunda Küba’nın vardığı nokta takdire şayandır. Küba’da vatandaşlar, tüm sağlık hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanırlar. Hastanelerin durumunu kendi gözümle görmek için kentin önde gelen Hermanos Ameijeiras Hastanesi’ne gittim. Hastane gayet sakin ve huzurluydu. Sırada bekleyen hiçbir hastaya rastlamadım. Konuştuğum insanlardan, yaşanılan tıbbî malzeme sıkıntısına rağmen sağlık kurumlarının çok iyi çalıştığını ve herkesin verilen hizmetten çok memnun olduğunu öğrendim. Bu arada Küba’nın yıllardır Afrika’ya ve Latin Amerika ülkelerine yaptığı sağlık yardımlarını anmadan geçmeyelim.
Ülkenin ekonomik kaynaklarının çok kısıtlı olduğunu iyi bilen Fidel, 1982 yılında turizm sektöründe yabancı yatırımlara izin verdi. Küba’nın bugün en büyük gelir kaynağına dönüşen turizm alanında o yıllardan itibaren İspanya, Fransa ve Kanada gibi ülkeler bugün sahip olunan tesislere yatırım yaptılar.
Fidel, ülkenin içinde olduğu enerji krizini hafifletmek amacıyla 2000 yılında Venezuela ile bir barter anlaşması yaptı. Bu ülkeden aldığı ucuz ham petrole karşılık, 30,000 sağlık personelini Venezuela’ya gönderdi. Bu bilgi CIA’in resmî sitesinden alınma.
Fidel Castro ile ilgili aktarmak istediğim son not, kendisinin 1996 yılında İstanbul’da düzenlenen Habitat Zirvesi’nde söyledikleri:
“Ben de devrim gerçekleştirdim. Ama Atatürk’ün yaptıklarını yapamazdım. Türkler sağdan sola yazarken Harf Devrimi ile tam ters yönde yazmaya başladılar. Kıyafet Devrimi ve Medenî Kanun ile kadınlara getirilen statü çok önemliydi. Ona ve devrimlerine hayranım. Kendinize başka bir önder aramayın!”
Bunun üstüne ne söylenebilir ki?…
Benim de Fidel’in hayran olduğum bir yanı var. Fidel yıllarca Küba’da tek adam oldu ama kendini hiçbir zaman ön planda tutmadı. Adının caddelere, meydanlara, stadyumlara, okullara verilmesine her zaman karşı çıktı. Heykellerinin dikilmesini istemedi. Küba paralarında portresinin yer almasına izin vermedi. Sadece iki kağıt paranın arkasında devrim kutlamalarındaki resimleri paraların arka yüzünde yer aldı. Ölümünden sonra da bu uygulama devam etti.
Hayatı boyunca abisi Fidel’in gölgesinde yaşayan Raul Castro, temel olarak Fidel’in çizgisinde devam etti. Ancak ülkenin gelişmesindeki en büyük engel olan ambargonun kaldırılması amacıyla ABD ile ilişkilerin normalleştirilmesi yolunda önemli adımlar attı. 2015’te diplomatik ilişkiler yeniden tesis edildi, karşılıklı olarak büyükelçilikler açıldı. Barack Obama, Küba’yı 88 yıl sonra ziyaret eden ilk ABD Başkanı oldu.
Raul Castro görevini Nisan 2018 ‘de Miguel Diaz-Canel Bermudez’e devretti.
Raul Castro’ya, Venezuela Devlet Başkanı Maduro’yu desteklediği için, Eylül 2019’da ABD’ye giriş yasağı kondu. Trump yönetiminden başka ne beklenirdi ki…
Küba Parlamentosu’nda Temmuz 2018’de kabul edilen ve 24 Şubat 2019’da yapılan referandumla halkın %91 gibi bir oranla onayladığı yeni anayasa özel mülkiyete izin veriyor. Yabancı yatırımlar üzerindeki kısıtlamalar kaldırılıyor. Gayrimenkul, motorlu taşıt, elektronik, cep telefonu alım satımı serbest bırakıldı. Gerçek kişilerin kendi küçük işletmelerini açmalarına izin veriliyor. Tarım üreticilerinin ürünlerini doğrudan satmaları serbest bırakılıyor. Tarım dışı alanlarda kooperatiflerin kurulmasına olanak tanınıyor. Eşcinsel evliliklere izin veriliyor. Başkanlık için 60 yaş sınırı getiriliyor. Bu da artık 60 yaşın üzerine çıkmış eski komünist yöneticilerinin tasfiye edilmesi amacını taşıyor. Değişikliklerin çoğu ekonomik olarak görünse de altında ideolojik bir değişimin temellerinin atıldığı anlaşılıyor.
Küba halkınca olumlu olarak nitelenen bu gelişmelerin pahalı bir bedeli var. Eskiden devlet tarafından halka kuponlar veriliyordu. İnsanlar bu kuponlarla devlet mağazalarında en temel ihtiyaçları olan yumurta, süt, yağ, un, makarna, pirinç, şeker gibi ürünleri Peso ile çok ucuza temin edebiliyorlardı. Barınma sorunu olmayan Küba halkı, temel besin maddelerine de çok düşük fiyatlarla ulaşabiliyordu. 2018’de gittiğimde gördüm ki bu sistem sona ermiş.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, kabul edilen anayasa, kapitalizme teslim olma anayasasıdır.
Küba’da ikili bir para sistemi var. Birincisi Küba Pesosu (CUP). İkincisi CUC (okunuşu kuk) adı verilen Konvertibl Peso. 1 dolara endeksli. Yalnız 100 Dolar verdiğiniz zaman 90 CUC alıyorsunuz. Çünkü Küba devleti sadece Amerikan dolarına %10 komisyon uyguluyor. 100 Euro verdiğinizde 111 CUC alıyorsunuz. CUC, ilk başlarda sadece turistler tarafından bu paraların geçtiği dükkanlarda kullanıyordu. Şimdi CUC artık herkesin parası olmuş. 1 CUC = 25 CUP. CUP ile alınabilecek ürün neredeyse yok. Sadece bir kez 1 CUP’a (4 cent) dondurma aldım, o kadar. Zaten para bozdurduğunuz zaman size sadece CUC veriyorlar. Ama yine de tüm fiyatlar hem CUP, hem CUC olarak yazılıyor.
“Artık ikili para sistemini bırakalım” diyenler çoğunlukta. Geçen yıl bir yasa teklifi verildi ancak reddedildi. Ama bunun gerçekleşmesi yakındır diye düşünüyorum.
Devlet mağazaları dahil tüm dükkanlar artık her şeyi CUC ile satıyor. Bir şişe su 2 CUC. Bir paket sigara 2-3 CUC civarında. Benzin 1.25 CUC. Buraya kadar çok anormal bir şey yok. Avrupa’da da bu fiyatlar var. Aylık gelir 20 CUC!. İşte asıl büyük sorun burada…
Yani devlet “Artık eskisi gibi ekonomiyi sübvanse etmeyeceğim. Bakın size özgürlüğünüzü veriyorum. Bundan sonra herkes kendi başının çaresine baksın” diyor. Bunun başka bir tercümesi olabilir mi? Yanılıyorsam lütfen söyleyin…
Peki bu sisteme hâlâ sosyalizm denebilir mi?
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.