Düşünceler kanıyor, sevgisiz büyümüş gibi hissediyor insan kendisini; inanın abartmıyorum…
Bazen öyle hissediyorum ki çocukluğumuzdan kalma duygularımız, düşüncelerimiz, hayata bakış açımız yaşayışımızı dipten gelerek köküne kadar bugünümüzü etkiliyor. Çocukluktan kalmış olsa gerek, ben eskiden çok güler, saatlerce konuşur, insanlarla sohbet etmek isterdim. Şimdi ise kimse ile fazla bir iletişim içerisinde değilim. Herkes, her şey sessiz; oysa eskiden bir şeyler vardı. Sevgiye dair insanların yürekleri kalabalık, kalpleri mutlu, dilleri sıcak, tatlı gülüşleri samimiydi, sözler sevgi ve ümit verirdi.
Kendimize ait zaman yolculuğumuzun üstünden bir asır geçmiş gibi; bir varmışım bir yokmuşum sanki… Her insanın aklına geldiği gibi benim de çoğu zaman iyi, bazen de kötü bir tat bırakan hayatımın bir bütünün parçası olan çocukluk anılarım var. Meğerse hayal yıllarıymış. Elbette farkındayım, geçen yıllardan hiçbiri geri gelmeyecek ama çocukluk yıllarını bir başka düşünüyor insan…
Çocukluk yıllarında birlikte daha çok zaman geçirilirdi. Kalabalık gruplar şeklinde bir araya gelen, tek amacı oyun olan çocuklardık. Her çocuk gibi fark edilmek, bilinmek isterdik. Çok sesliydi çocukluk… Şimdi ise, çocuklar bir oyun konsolunda ya da sosyal medyada sessizce aynı dili konuşuyor. Çocuklara özgü oyunlar artık ortadan kaybolmuş, sokakta arkadaşlarla oyunlar oynarken özgürmüşüz de farkında değilmişiz. Bugünkü çocuklar sokaklarda oyun oynamak yerine sanal alemde oyunlar oynuyor. Eskiden her kız çocuğu prenses, her erkek çocuğu prens olurdu. Şimdi ana okullarında bakıyorum da sadece pedagogun seçtiği bir öğrenci prenses oluyor. Kısacası prens ya da prenses olma şansını sadece bir çocuk elde edebiliyor.
Eskiden her birimiz farklı köy, kasaba ve şehirlerden gelmiş farklı dilleri, farklı şivelerle konuşurduk. Bugün bizim gibi konuşan çocukları konuşması sorunlu diye aileleri pedagoglara gönderiyor. Bir çocuk aşırı hareketliyse, oturduğu yerde duramıyorsa, hemen hiperaktif tanısı konuyor. Okuldaki bir aktivitede çocuk korkuyorsa, endişeleniyorsa “sosyal fobisi var” damgası yiyor.
Bir çocuk öğrenme güçlükleri yaşıyorsa, mesela okuma yazmayı zor söküyorsa disleksi, içine kapanık biriyse, iletişim zorluğu çekiyorsa ve hüzünlüyse depresif, herhangi bir şeye korkusu varsa fobili diyebiliyoruz. “Bir şey olacaksın” mantığı ile yapılan ebeveyn baskısı çocuğa kaygı bozukluğu teşhisinin konmasına yol açıyor.
Kısacası, günümüz çocuklarının yaşadığı bütün bu duygu-düşünce durumlarını hemen her çocuk yaşamıştır. Ama daha önce bunları yaşayan bizlere çocukken böylesi teşhisler hiç konulmadı. Anlayacağınız psikiyatri, pediatri, pedagoji ve psikoloji gibi farklı disiplinlerin ayrı birer çocukluk sınıflamaları, ulusal ve uluslararası yasal düzenlemeler bizim için pek geçerli değildi.
Köyde dünyaya gelmişim, doğumumu yaşlı bir teyze yapmış. Anlayacağınız hastanede doğmamışım, annem de birçok kadın gibi doğum öncesi ve sonrası herhangi bir eğitim almamış. Oysa günümüz koşulları çocuklar için çok farklı, eğitim daha doğmadan başlıyor, anne sağlıklı beslenmesi gerektiğinin bilincinde. Anne adayları sancılarla baş etmeden tutun, doğumdaki alternatif pozisyonlara, nefes, meditasyon, gevşeme egzersizleriyle ön hazırlık yapıyor.
Anne karnındayken sevgisiz büyümüş olmaları çocukların kendi suçları değildir. Sevgiyi ve güveni hissetmemiş bir çocuk hayat boyu kendisine sarılıp sevgiyi, güveni hissettirecek birini arar durur.
Ama çocuk yetiştirme yöntemleri artık değişmeye başladı. Çocuğa ve çocukluğa ilişkin güncel algılamalar, çoğunlukla eskilerinden farklı disiplin yöntemlerini beraberinde getirdi.
Bizim tersimize günümüz çocukları çok ciddiye alınıyor, düş dünyalarının zenginleşmesi, hareket becerilerinin, dil, iletişim sosyal, duyusal ve bilişsel gelişimlerinin daha iyi olması için çaba gösteriliyor.
Bu konuda birçok araştırma yapılmış, birçok kuram, teknik geliştirilmiş. Bunlardan en önemlisi Freud’un çocuğun psikoseksüel cinsel-psişik gelişimini öne çıkarması. Piaget çocuğu çok boyutlu ele alır, zihinsel yönünü öne çıkarıp bu süreçte çevre ile etkileşiminin önemini vurgulayıp zihin sürecini inceler. Ericsson psikososyal gelişim teorisiyle farklı gelişim aşamalarında ortaya çıkan sosyal etkileşim ve çatışmalara odaklanarak yaşam boyunca büyüme ve değişimi tanımlar.
John B. Watson, Ivan Pavlov ve Skinner gibi kuramcılar çocukların sadece gözlemlenebilen davranışlarına odaklanır. Vygostky’e göre öğrenme doğası gereği sosyal bir süreçtir. Çocuğun başkalarıyla etkileşim yoluyla öğrenmesi, bireyin dünyayı anlamasıyla bütünleşmektedir.
Piaget “Çocuklar yetişkinlerden farklı düşünüyor” demiştir. Bu kuramlar sağlam, mantıklı çağdaş çocukların nasıl büyümesi, davranması ve düşünmesini sağlayabilmek için farklı bakış açılarından faydalanır.
Eğer bugün her şeye, her eksikliğe rağmen ben ve benden önceki jenerasyonlar bir şeyler yapmaya çalışıp gayret gösteriyorsa bu takdire şayan bir başarıdır. Eskinin hayat koşullarında, yaşadığımız coğrafyaya, bütün eksikliklere rağmen çocuklarımıza bize alamadığımız duygusal, davranışsal, düşünsel şeyleri vermenin çabasındayız. Ara sıra kendi alamadıklarımızı çocuklarımıza verirken aşırıya kaçtığımız da oluyor, onları sevgiye, ilgiye boğuyoruz. Çocuklarımızı mutlu ederken aslında kendimiz daha çok mutlu oluyoruz.
Son olarak, her şey olur, her şey büyür, her şey geçer, hayat kalır! Çocuklar yaş çimento gibidir, üzerlerine ne düşse iz bırakır.
Çocukların ruhlarına, güzel anılar bırakmak dileğiyle…