Aydınlanma Çağı, yaklaşık 1680’lerden 1789’daki Fransız Devrimi’ne kadar uzanan ve Avrupa’yla birlikte Rusya’da da köklü dönüşümlerin önünü açan bir dönemdi.
Aynı zamanda “Akıl Çağı” olarak da bilinen bu entelektüel ve kültürel hareket, geleneksel skolastik düşüncenin otoritesini sarsmaya yönelik cesur bir meydan okuma niteliği taşıyordu. İnsanlığın bilim ve eleştirel sorgulama önderliğinde daha ileri bir uygarlık yaratabileceğine inanç güçlüydü.
Bu bakış açısı, Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da geleneksel otoriteleri ama özellikle de Orta Çağ’ın dogmatik düşüncelerine kuşkuyla yaklaşan bir düşünce zeminini güçlendirdi. Bunun sonucunda, Rönesans’ın açtığı yolda ilerleyen yeni bir entelektüel özgürlük anlayışı ön plana çıktı. Bilim, eğitim ve sanatın toplumları değiştirebileceğine yönelik inanç kök salmaya başladı.
Bu çağın dönüm noktalarından biri, Isaac Newton’un evrensel çekim yasasını keşfetmesiydi. Bu buluş, doğa olaylarının akıl yoluyla anlaşılabileceğine ilişkin güçlü bir çerçeve oluşturdu. Bu iklim içinde, Voltaire ve Rousseau gibi aydınlar özgür düşüncenin önemini vurgularken, Immanuel Kant, “aydınlanma, insanın kendi aklını kullanma cesareti göstermesidir” diyordu.
Diğer yandan David Hume, “bilge insan, inançlarını kanıtlara göre düzenler” cümlesiyle kuşkucu yaklaşımı öne çıkarıyordu. Spinoza ise, “ön yargıların ve batıl inançların ilacı akıldır” diyerek, aklın bilgiye ulaşmadaki önemine işaret ediyordu.
Aydınlanma Çağı’nda eğitim, insanların bilgisizlikten kurtulması ve ahlaki açıdan gelişmesi için temel bir araç olarak görülüyordu. Toplumsal dönüşüm sürecinde sanatın bu çabalara katkı sunacağı düşüncesi egemendi. Bu nedenle, eserlere çeşitli ahlaki öğretiler yerleştirilerek, sanatın hem estetik bir değer taşıması hem de eğitici ve aydınlatıcı bir işlev üstlenmesi amaçlanıyordu.
Avrupa’da, sanat ve bilim alanındaki reformlarla birlikte, yenilikçi perspektifleri destekleyen akademiler açılmaya başladı. Bu yenilik dalgası, Batı Avrupa ile sınırlı kalmayarak, etkilerini Rusya’ya ve başka coğrafyalara da taşımayı başardı.
Aydınlanma akımının etkileri Çarlık Rusya’sına ulaştığında entelektüel yaşamda gözle görülür bir değişim yarattı. Özellikle Batılı monarşilerin kültürel ve sanatsal atılımlarını örnek alan Rusya, bu vizyonu kendi toplumsal dönüşüm süreçlerine uyarladı.
Bu yaklaşım, Rusya’nın Batı ile etkileşimlerini güçlendirerek sanata verilen önemin artmasına ve kültürel dönüşümün hızlanmasına katkı sağladı. Devlet politikaları ile aristokratların ve aydınların desteği, Batılı estetik anlayışının Rusya’ya uyarlanmasını ve yerel kimlikle bütünleşmesine öncülük etti.
Rus sanatında yaşanan büyük dönüşümün kökleri, Osmanlı dünyasında “Deli”, Rusya’da ise “Büyük” ünvanı ile anılan I. Petro’nun (1672-1725) cesur reformlarına kadar uzanır. I. Petro, Avrupa gezileri sırasında siyasi ve ekonomik modelleri yanı sıra, sanat dünyasındaki resim, heykel ve mimari stilleri yakından incelemişti. Ülkesindeki dönüşüme duyduğu ilgiyle, Avrupa’nın sanatsal ve estetik anlayışlarını Rusya’ya taşıma kafasına koymuştu.
Büyük Petro’nun kapsamlı reformları, kendisinden sonra gelen çarlık yönetimleri için de sağlam bir temel oluşturdu. Ardıl çarlar da sanatsal gelişimi sistematik biçimde sürdürerek, Rus sanat dünyasının Batı Avrupa’nın estetik ve kültürel modelleri doğrultusunda yeniden şekillenmesini sağladılar.
Sanatın bir devlet politikası olarak benimsenmesinin en önemli adımlarından biri, 1757 yılında St. Petersburg’da kurulan “İmparatorluk Sanatlar Akademisi” oldu. Akademi, sanat eğitiminin standartlarını belirleyerek, sanatçı yetiştirme sürecini kurumsal bir zemine oturttu. Böylece ülkedeki sanat üretiminin Avrupa ile daha uyumlu bir çizgiye taşınmasına katkı sağladı.
Aynı dönemde, Rus sanatçılar Avrupa’ya gönderilmiş ve Avrupalı sanatçılar Rusya’ya davet edilmişti. Bu karşılıklı ilişki sayesinde Barok, Rokoko ve Klasisizm gibi Avrupa’nın öne çıkan sanat akımları, Rus sanat sahnesinde kendine güçlü bir yer buldu.
Özellikle Alman kökenli gizemli Çariçe II. Katerina’nın (1729-1796) hükümdarlığı döneminde, sanata verilen destek doruk noktasına ulaştı. Bu dönemde kültür hayatına yapılan yatırımlar hız kazanırken, mimaride de Rusya’nın Batı’ya yönelimi daha belirgin biçimde ortaya çıktı. Bu süreç, ülkenin kültürel kimliğini uluslararası ölçekte daha görünür ve etkili kılan tarihsel bir evre olarak kabul edilebilir.
Çarlık yönetimi, aydınlanmacı ruhun kırsal bölgelere de taşınabileceği ve sanatın her kesime ulaştırılabileceği bir ortam yaratma çabası içinde oldu. Bu amaçla düzenlenen sanat ve tiyatro festivalleri, kırsaldaki halkın yeni fikir ve akımlarla tanışmasına katkıda bulundu.
En ücra yerleşimlerde bile kütüphaneler, tiyatrolar, müzeler, sanat galerileri ve kent parkları inşa edildi, bu parklara ünlülerin yontuları yerleştirildi. Bu girişimler, halkın eğitim düzeyini yükseltmenin ötesinde, sanatı günlük yaşamın bir parçası haline getirmeyi amaçlıyordu. Sanat, bu çabaların sonucunda yalnızca elitlerin erişebildiği bir uğraş olmaktan çıkarak, kültürel gelişimin ve toplumsal reformların temel dinamiklerinden biri haline geldi.
Ne var ki, bu süreçle eş zamanlı olarak, devletin sanata bakışındaki çelişkiler belirginleşiyordu: Sanat, hem “halk için sanat” anlayışıyla ön plana çıkarılıyor hem de ideolojik ve kültürel asimilasyonun yayılmasında etkin bir rol üstlenmesi bekleniyordu.
Bu durum, özellikle Çarlık Rusya’sının Orta Asya ve Kafkasya gibi yeni sömürgeleştirilmiş bölgelerinde açıkça gözlemlendi. Sanat, artık estetik bir dışa vurum alanı olmaktan çıkarak, devletin resmi ideolojisini topluma aktaran bir propaganda aracına dönüştü.
Çarlık Rusya’sı, değinilen çelişki nedeniyle bir yandan Aydınlanma ideallerini benimsemeye çalışırken, diğer yandan otoriter devlet yapısıyla bu idealler arasında sürekli bir gerilim içindeydi. Bu gerilim, 19. yüzyılda beklenmedik bir şekilde, olağanüstü bir edebi ve sanatsal patlamanın zeminini oluşturdu.
Dostoyevski, Tolstoy, Çaykovski ve Gogol gibi ünlü sanatçılar, geleneksel Rus değerleri ile Batılı filozofların insana dair sorgulamalarını eserlerinde bir araya getirerek “Rus gerçekçiliği” olarak bilinen bir sanat anlayışının doğmasına öncülük ettiler.
Görünürde halka hizmet eden ve kültürü yaygınlaştırmayı amaçlayan bu politika, gerçekte imparatorluk sınırlarının genişlemesi ve siyasi otoritenin sağlamlaştırılmasıyla doğrudan ilişkiliydi. Devletin idealleri ve dini öğretileri yücelten eserler desteklenirken, eleştirel ya da farklı görüşler içeren çalışmalar sansüre uğrayabiliyordu.
Saray için hazırlanan eserlerde tarihi olaylar, Çarlık bakış açısına uygun biçimde kurgulanıyor ve halkın sadakatini güçlendirecek bir anlatımla sunuluyordu.
Sovyetler Birliği’nin kuruluşuyla birlikte, Çarlık döneminin sanatsal ve kültürel mirası tamamen reddedilmedi. Tersine, edebiyat ve müzik gibi alanlarda geçmişin büyük isimlerinin eserleri, Marksist-Leninist ideoloji ve Sovyet estetiği çerçevesinde yeniden yorumlanarak kullanıldı.
Öte yandan, Çarlık rejimi döneminde sanat ve dinin simbiyotik ilişkisi olağan karşılanırken, Sovyet ideolojisi bu ilişkiyi kökten dışladı. “Devlet ateizmi” (gosateizm) olarak bilinen doktrin, Sovyet ideolojisinin temel bileşenlerinden biriydi ve dinin toplum üzerindeki etkisini ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Bu doğrultuda sanat, kiliseye bağlı geleneklerden uzaklaştırılarak, sosyalist devrimin ruhunu yansıtan eserler üretmeye yönlendirildi.
1934 yılında Sovyetler Birliği, bu yaklaşımı sistematik bir çerçeveye oturttu ve “sosyalist gerçekçilik” doktriniyle sanatsal üretimin yönünü belirgin biçimde değiştirdi. Bu yeni anlayış, sanatçıyı sıradan kamu görevlisi konumuna indirerek bağımsız yaratıcı üretimi neredeyse olanaksız hale getirdi. Sanatçılar, partinin “yeni insan” idealini destekleyen ve yücelten eserler yaratmak zorundaydı.
Bu ideolojik çerçevenin etkisiyle sosyalizm ideologları, parti liderleri ve onlarla bağlantılı tarihsel olayları idealize eden portreler resmediliyordu. Aynı zamanda işçi, köylü ve asker sınıflarının kahramanlıklarını öne çıkaran, abartılı bir iyimserlik içeren tablolar ülkenin dört bir yanında sergileniyordu. Kreşlerde bile bu tür tablolar asılıydı.
Sovyetler Birliği’nde sanat, bireysel yaratıcılıktan çok, kolektif siyasi amaçlara hizmet eden bir toplum mühendisliği aracı olarak görüldü. Bu durum, sanatın halkın özgün sesi olma niteliğini yitirerek rejimin sesi haline gelmesine yol açtı.
Politik baskı ortamında özgürce üretemediklerine inanan Sergei Rahmaninov, Igor Stravinski, Vladimir Nabokov, Ivan Bunin ya da ünlü balet Rudolf Nureyev gibi birçok Rus sanatçı, sanatlarını sürdürebilmek için başka ülkelere göç etmenin yollarını aradı.
Özetle; sanatsal üretim Rusya’da ilk başlarda Aydınlanma düşüncesinin etkisiyle şekillenmiş olsa da zamanla iktidarların ideolojik gündemleriyle harmanlanarak çok katmanlı bir yapıya evrildi. Bugün bile Rus sanatına bakıldığında, Aydınlanma’dan miras kalan rasyonalist etkilerin, siyasetin dayattığı kısıtlamalarla eş zamanlı olarak varlığını sürdürdüğü fark ediliyor.
Post-Sovyet yönetimlerin, sanatı ve modern medya olanaklarını kendi siyasi projelerine uyarlama çabaları dikkat çekmektedir. Sanat, geçmişte olduğu gibi bugün de Rusya’da gücün bir simgesi ve aracı olma işlevini sürdürmektedir. Öte yandan, mevcut koşulların sanatsal özgürlüğüne uygun olmadığını düşünen bazı sanatçılar, çalışmalarını sürdürebilmek için bir kez daha Rusya dışında yaşamayı seçmektedir.
***
Medya Günlüğü’nün Bluesky hesabını takip etmek için: https://bsky.app/profile/mgunlugu.bsky.social