20.3 C
İstanbul
24 Nisan 24, Çarşamba
spot_img

Putin ve 9 nokta

Hazal Yalın (ydh.com.tr)

1. Bölüm

Putin’in Doğu Ekonomi Forumu’nda yaptığı konuşma, Elon Musk’a “Twitter Co.yu almakta biraz frene basalım,” dedirtecek kadar önemliydi gerçekten. Business Insider’ı haberine göre Musk, aynen öyle demişti: “Birkaç gün daha frene basalım bakalım. Putin’in yarınki konuşması gerçekten önemli. Eğer Üçüncü Dünya Savaşı’na gidiyorsak Twitter’i almanın bir anlamı olmayacak.”

Üçüncü Dünya Savaşı çıkaracak bir konuşma değildi, hatta yeni bir şey de söylediği iddia edilemez, ama şimdiye kadar söylediklerini derli toplu söylemiş olması, yeterince önem kazandırıyor.

“Batılı elit, istikrarı ve hayat kalitesini Washington’un emirleriyle harcıyor” 

Putin, Forum’un “Asya-Pasifik bölgesi ülkeleriyle Rusya arasındaki işbirliğini ve sınai ilişkileri güçlendirmek için” önemini vurgulayarak başladı. Bu, daha en baştan, yaptırım yağmuru altında Doğu’nun önemini vurgulamaktan başka, “Asya-Pasifik bölgesinin” ikinci soğuk savaşta da göz ardı edilmeyeceği demek.

Arkasından geçen yılki Forum’da hâkim olan iyimser havayı hatırlattı. O zaman herkes, büyük salgının arkasından “dünya iş hayatının yeniden ayağa kalkmakta olduğunu” düşünüyordu. Daha sonra “bütün dünyaya karşı tehdit oluşturan” küresel nitelikli yeni meydan okuyuşlar geldi: “Batı’nın yaptırım humması, başka ülkelere davranış modelini dayatmak, egemenliklerini ellerinden almak ve kendi iradesine tâbi kılmak için çıplak, saldırgan girişimleri.” Ancak gerçekte bunda da alışılmadık hiçbir şey olmadığını ve “kolektif Batı”nın bu siyaseti on yıllardır sürdürdüğünü belirtti.

Bunu, konuşmanın birçok yayının spotunda yer alan cümlelerinden biri takip etti: “Bu süreçlerin katalizatörü, ABD’nin küresel ekonomi ve siyasetteki kayıp gitmekte olan hâkimiyeti, keza Batılı elitlerin objektif olguları görmekte ve kabul etmekteki isteksizliği yahut belki de yeteneksizliği oldu.”

Putin, sadece 24 Şubat’tan beri değil, en azından geçen yaz yayınladığı Ukrayna makalesinden beri Kremlin’in resmi diskursuna hâkim olan izleği sürdürdü:

“Dünyanın dinamik, gelecek vaat eden devlet ve bölgelerinin, en başta da tabii ki Asya-Pasifik bölgesinin rolü büyük ölçüde arttı. Bu bölgenin ülkeleri iktisadi ve teknolojik büyümenin merkezleri, personel, sermaye ve sanayi için çekim noktaları haline geldiler. Buna rağmen batılı ülkeler eski, sadece kendileri için avantajlı olan dünya düzenini korumayı, herkesi o kötü şöhretli, kendilerinin uydurduğu, kendilerinin mütemadiyen ihlal ettiği, meydana gelen güncel konjonktüre bağlı olarak kendileri için sürekli değişen ‘kurallara’ göre yaşamaya zorlamayı amaçlıyorlar. Başka ülkelerin böyle bir emir-talimat ilişkisine ve keyfiyete boyun eğmekte isteksizliği, dosdoğru söylemek gerekirse, batılı elitleri itidallerini kaybetmek, hem dünya güvenliği anlamında, hem de ekonomi anlamında miyop ve serüvenci kararlar almak zorunda bırakıyor. Bütün bu kararlar ülkelerin ve halkların, bu kapsamda batılı devletlerin vatandaşlarının da menfaatleriyle tamamen çelişiyor. Batılı elitlerin kendi vatandaşlarının menfaatlerinden kopuşu derinleşiyor. Böylece, Avrupa’nın eriştiği sınai gelişmişlik seviyesi, insanların hayat kalitesi, sosyal-iktisadi istikrar, bütün bunlar bir yaptırım sobasının alevleri içine atılıyor, kötü şöhretli ‘Avrupa-Atlantik birliği’ adına Washington’dan gelen emirle harcanıyor, aslında ABD’nin dünya işlerindeki diktatörlüğünü korumak için kurban ediliyor.” 

Putin, sözlerine, yabancı şirketlerin daha bahar aylarında Rusya pazarından çıkarken bunun en çok Rusya’ya zarar vereceğini düşündüklerini söyleyerek devam etti: “Oysa şimdi görüyoruz ki sanayi ve iş yerleri bizatihi Avrupa’da birbiri ardınca kapanıyor.” Putin’e göre Avrupalı girişimcilerin rekabet kapasitesi düşüyor, zira bizatihi AB yetkilileri, erişilebilir hammadde, enerji ve pazarı bunların elinden alıyor.

Putin aynı yerde, Avrupalıların pazarlarının ABD şirketleri tarafından işgal edileceğinden de söz etti: “Avrupa ticaretinin alanını, kıtada olduğu gibi bütün olarak küresel pazarda da sonuç olarak Amerikalı hamiler işgal ederlerse şaşırtıcı olmaz; bunlar menfaatlerinin peşinde koşarken kendilerini hiçbir şeyle sınırlamazlar ve hedeflerine ulaşırken hiçbir çekince duymazlar.”

Putin, Avrupa ülkelerinin yüzyıllar boyunca kurulmuş bulunan dünya ekonomik sisteminin kilit dayanaklarını tarihin gidişine direnmek amacıyla yerle bir ettiğini de ileri sürdü. Dolar, avro ve sterlinin itibarının “gözlerimizin önünde” tüketildiğini vurguladı ve şöyle devam etti: “Bu türden güvenilmez, kendisini tehlikeye atan para birimlerinin kullanılmasından adım adım uzaklaşıyoruz.”

Bir sonraki cümle ise bu bağlamda daha dikkat çekici sayılabilir: “ABD’nin müttefikleri bile dolar havuzlarını tedricen daraltıyorlar, bu, istatistiklerden görünüyor.”

“Hâlâ sömürgeci gibi hareket ediyorlar” 

Ve Putin, hemen arkasından, Gazprom’un Çinli ortaklarıyla doğal gaz ödemelerini yarı yarıya yuan ve rubleyle yapmak üzere anlaştıklarını hatırlattı.

Daha sonra “Batılı yetkililerin dar görüşlü eylemlerinin” küresel enflasyonu tetiklediğini söyledi ve enflasyon rakamlarına daldı; bunlar zaten her yerde bulunabilir, dolayısıyla yazıyı uzatmaya gerek yok.

Ama konuşmanın dünyanın en yoksul ülkeleriyle ilgili kısmı, önemli. Putin, “küresel pazarlarda fiyat artışının en yoksul ülkelerin çoğunluğu için gerçek bir trajedi haline gelebileceğini” belirtti ve BM verilerine göre 2019’da bütün dünyada 135 milyon kişi gıda sıkıntısı yaşarken bunun bugün iki buçuk katına çıkarak 345 milyona dayandığını hatırlattı. Sonra, dün birçok ciddi yayın organının spota aldığı, birçok ciddi yayın organının da açıkça ve bilinçli olarak gizlediği önemli ifadeleri kullandı. Özetle, Ukrayna’dan sözüm ona yoksul ülkelere ulaştırılması için çıkarılan hububat zengin ülkelere gidiyor:

“Afrika Birliği liderleriyle, Afrika devletlerinin liderleriyle görüştüm ve onlara, menfaatlerini sağlamak için her şeyi yapacağımıza ve Ukrayna hububatının çıkmasına yardımcı olacağımıza söz verdim. Türkiye’yle birlikte her şeyi yaptık. Yaptık. Sonucu size bildiriyorum, saygıdeğer meslektaşlarım: eğer Türkiye’yi aracı ülke olarak istisna edersek, Ukrayna’dan çıkarılan bütün hububat, fiilen bütün hububat, gelişmekte olan ve en yoksul ülkelere değil, AB ülkelerine gönderildi. Sadece en muhtaç ülkelere yardımı amaçlayan BM Dünya Gıda Programı’na göre sadece iki gemi yüklendi; altını çiziyorum, 87 gemiden sadece ikisi, bunlarla da toplam 2 milyon ton gıdadan sadece 60 bin tonu çıkarıldı. Gelişmekte olan ülkelere gönderilen sadece yüzde 3.” 

Şöyle bağladı:

“Şunu da söylemek isterim ki, birçok Avrupa ülkesi geçmiş onyıllar ve yüzyıllar boyunca sömürgeci olarak hareket ettiler ve bugün de öyle hareket etmeye devam ediyorlar. Gelişmekte olan ülkeleri bir kez daha kandırdılar ve kandırmaya devam ediyorlar.”

Putin, bu mesele üzerine Erdoğan’la muhakkak görüş alışverişinde bulunacağını da vurguladı.

Rusya Devlet Başkanı, soru-cevap kısmında bu konuya tekrar döndü. Online bağlanarak bir konuşma yapan Myanmar Devlet Başkanı Min Aung Hlaing’in Rusya’dan gübre almak istediklerini ve bunun için kara ve deniz yolu bulunması gerektiğini söylemesi üzerine, gübre üzerindeki yaptırımların resmi olarak kalktığını, ama fiilen sürdüğünü belirtti: “Bu, çok kurnazca yapılmış ve ayarlanmış bir ortam, güya bizim mallarımıza doğrudan bir yaptırım yok, ama lojistik, gemi kiralama, para havalesi, sigortayla ilgili sınırlamalar var.” Putin, bütün bu sınırlamaların dünya gıda piyasasındaki fiyatları yukarı ittiğini de söyledi.

Putin, hububat anlaşmasıyla açıkça bir aldatma yapıldığını ileri sürdü:

“Mesele biz değiliz, bu uluslararası toplumun aldatılması, Afrika’daki ve başka ülkelerdeki, gıdaya son derece muhtaç ortakların aldatılması. Bu, bütün bunları kendileri için yaptığımız ortaklara yönelik dolandırıcılara has, hödükçe, kibirli bir tutum.” 

Putin, bir ay önce, henüz Ukrayna hububatı yüklü 21 gemi yolu çıkmışken görüştüğü Avrupalı bir lidere, bunların sadece ikisinin gelişmekte olan ülkelere gittiğini söylediğini vurguladı. Bunun Macron olduğu belli; Putin’in bu hatırlatmasının özellikle Afrika ülkelerine Fransa’nın yaklaşımını göstermek için özellikle düşünüldüğü de anlaşılıyordu. Şu sözler de öyleydi: “Gerçekten de, bir zamanlar sömürgeci olanların içi hep sömürgeci kalmış.”

Konuşmanın bir sonraki bölümü, “kolektif Batı”nın doğrudan Rusya’yı hedef aldığı üzerineydi.

Putin Rusya’nın, Batı’nın iktisadi, mali ve teknolojik saldırganlıklarıyla başa çıkmakta olduğunu söyledi ve ekledi: “Saldırganlık diyorum, bu başka türlü adlandırılamaz.” Arkasından Rusya’da döviz ve finans pazarlarının istikrarının sağlandığını, enflasyonun düşürüldüğünü, işsizlik seviyesinin de “tarihi minimumda, yüzde 4’ün altında” olduğunu belirtti: “İktisadi dinamiklere dair değerlendirmeler ve tahminler, işletmecilerin değerlendirme ve tahminleri de dâhil, şu anda bahar başında olduğundan çok daha iyimser.” Bununla birlikte, “ülkede bir dizi sektörde ve federal bölgede, kimi girişimlerde, özellikle de Avrupa’dan tedarike bağlı olanlar veya ürünlerini oraya satanlarda bir dizi problem görüyoruz. İş çevreleriyle bundan sonra da hızlı kararları birlikte almak ve hedefe yönelik etkili destek mekanizmalarını başlatmak önem taşıyor.”

Putin biraz sonra da Asya-Pasifik bölgesi ülkelerini Rusya’nın Uzakdoğu’suna çekmenin öneminden söz etti ve bölgenin yabancı yatırımcı için reklamını yaptı. Şu sözler ise sadece Uzak Doğu değil, bütün Rusya’yı ilgilendiriyor sayılmalı: “Diğer ülkelerle modern ve ortak projeler için gelişmiş kalkınma bölgeleri mekanizması düzenlemeye niyetliyiz.”

“Biz uluslararası hukuka uygun davrandık, onlar Irak’ı, Libya’yı, Yugoslavya’yı yerle bir ettiler” 

Putin, Rusya’nın egemen bir devlet olduğunu ve milli çıkarlarını daima savunacağını söyledi (bunda yeni bir şey yok), hemen arkasından ise “uzun yıllardır ticari, girişim ve diğer işbirliklerinde güvenilirlik ve sorumluluklarını sergileyen ortaklarında da aynı niteliklere değer verdiğini” vurguladı: “Elbette, Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerden ortaklarımızı kastediyorum.” Bu ilişkiler de “karşılıklı yarar, iş birliği, ülkelerimizin vatandaşları yararına iktisadi potansiyellerin geliştirilmesi ilkesi üzerinde” kuruludur.

Putin konuşmasının soru-cevaplı bölümünde, Ermenistan Başbakanı N. Paşinyan’ın konuşmasının arkasından bu meseleye bir kez daha döndü:

“Başka ülkelerin menfaatlerine saygı göstermek, şu veya bu ülkenin toprak büyüklüklerine, GSYH’nın büyüklüğüne veya ordusunda modern silah olup olmadığına bakmaksızın eşit olarak yaklaşmak gerekli. Birilerinin kendi icat ettiği bir takım kuralları değil uluslararası hukuku temel almalıyız.”

Bunun üzerine moderatör, makul görünen şu soruyu sordu: Öyleyse dünya neden bir takım problemleri çözemiyor?

Putin’in cevabı, Kremlin’in uluslararası hukuka bakışını belirginleştiriyordu:

“Çünkü uluslararası hukuk daima ayaklar altına alınıyor. Bugünlerde pek çok kişi, Rusya’nın uluslararası hukuku ihlal ettiğini söylüyor. Bunun gerçekle kesinlikle örtüşmediğini düşünüyorum. BM’nin herhangi bir yaptırımı olmaksızın Irak’ta savaşı kim başlattı? Makul görünen bahanelerle Yugoslavya’yı kim yıktı? Kim yaptı bunu? Belgrad’ı bombalayarak Avrupa’nın ortasında kim bir savaşa girişti? O zamanlar kimse uluslararası hukuku hatırlamıyordu.” 

Böylece şu bir kez daha öne çıkıyor: Rusya, ilişkilerini devletler seviyesinde yürütür.

Putin arkasından, “uluslararası hukukla ve eylemlerimizin meşruiyetiyle ilgili” çok basit bir mantık örgüsü sunacağını söyledi; bu, benim daha önce “Kırım meselesinin hukuku” başlığı altında etraflıca ele almaya çalıştığım hukuki çerçeve içinde okunmalı:

“BM Şartı, ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz eder. Kosova krizi sırasında BM Uluslararası Mahkemesi [Adalet Divanı] bir karar aldı, buna göre, bir toprak parçasının bir bölümü, bir ülkenin bir bölümü bağımsızlığını ilan etmek isterse bu kısım ülkesinin merkezi hükümetinin iznini sormak zorunda değildir. Bu, Kosova’ya uygulandı.

“Donetsk ve Lugansk halk cumhuriyetlerine uygulanan aynısı değil mi? Aynısı. Eğer buna hakları varsa, BM şartı ve kendi kaderini tayin hakkı uyarınca var, bu hakkı hayata geçirerek bağımsızlıklarını ilan ettiler. Uluslararası hukuk ve BM Şartı açısından hakları var mı? Var ve bu hak, BM Mahkemesi’nin Kosova kararıyla teyit edildi. Bir ön örnek var. 

“Onların buna hakları varsa, bunu yaptılarsa, bizim ve herhangi bir ülkenin de onları tanımaya hakkımız var mı? Var. Biz de tanıdık. Tanıdığımıza göre onlarla dostluk, işbirliği ve karşılıklı yardım konulu uluslararası anlaşma imzalayabilir miyiz? İmzaladık. Bu anlaşma Rusya Federasyonu parlamentosu ve onların parlamentoları tarafından onaylandı; orada da Rusya tarafına belli bir takım yükümlülükler yükleniyor: saldırganlık hali de dâhil, yardımda bulunmak. 

“Mevcut durumda saldırganlık, esasen gayri meşru olan Kiev rejiminden geliyor; gayri meşru, çünkü Ukrayna’da bugünkü iktidarın başlıca kaynağı olarak bu rejimin temelinde devlet darbesi var. 

“Bunu yapıyoruz. BM Şartı’na uygun mu? Uygun. Orada BM Şartı’nın 51’inci maddesi var; savunma ve öz savunmadan söz ediyor. Bu anlaşmanın bir tarafı olarak bu maddeye uygun davranmakla, BM Şartı’nın bu maddesiyle müttefiklerimize yardımda bulunmakla yükümlüyüz. Biz de bunu yapıyoruz. 

“İşte size uluslararası hukuka tamamen uygun basit bir örgü ve mantık. Hepsi bu. Peki diyelim ki Irak’ta nerede var böyle bir durum? Aldılar, yerle bir ettiler, ülkeyi dümdüz ettiler. Aynısı Libya’da oldu; Libya’yı dümdüz ettiler. Nerede uluslararası hukuk? Yok. 

“Bunu yapanlar, hepsi de, bunun uluslararası hukuka uygun olmadığını biliyorlar. Bu yüzden bir takım uyduruk kurallardan söz ediyorlar. Hangi kurallardan? Nasıl bir şey keşfetmişler? Nereden kazıp çıkarmışlar bunları, bu kuralları? Öyleyse kendileri onlara göre yaşasınlar.” 

“Doğal kaynakları kendine yeterli tek ülke”

Putin, “Rusya’nın doğal kaynakları kendine yeterli belki de dünyadaki tek ülke olduğunu” vurguladı ve Uzak Doğu’nun kaynak zenginliği açısından özel öneminin altını çizdi. Doğal kaynakların “en sert ekolojik standartlar” temelinde kullanıldığını da vurguladı. Arkasından, “çıkarılan hammaddenin her şeyden önce ülke içinde köklü bir yeniden dağıtım, ülkenin egemenliğinin güçlendirilmesi, sınai güvenliğin temini, vatandaşların gelirlerinin yükseltilmesi ve bölgelerin gelişmesi için” kullanılacağını söyledi.

Daha ilginci, Putin’in şu sözleriydi: “Hammadde çıkarılması alanını dost olmayan eylemlere karşı korumuş bulunuyoruz; artık sadece Rusya kanunlarına göre kurulmuş şirketler, doğal kaynaklarımızı kullanma hakkına sahiptir.”

Rusya’nın uzun ve orta vadeli kalkınması üzerine de konuşan Putin, bunun merkezine uluslararası Kuzey-Güney koridorunu koydu. Putin’e göre bu koridorun gelişmesi “Rusya şirketlerinin İran, Hindistan, Ortadoğu, Afrika ülkelerine çıkışı ve elbette bu ülkelerden karşılık olarak alınacak mallar için yeni imkânlar açacak.”

“Biz bir şey başlatmadık ama bitiriyoruz” 

Putin’in kendi ölçülerinde bile uzun sayılabilecek söylevinin ardından toplantının soru cevap kısmına geçildi. İlkinden de uzun süren bu bölümde dikkat çekici sorulara dikkat çekici ifadelerle dikkat çekici cevaplar verdi. Bunların bir kısmını, yukarıda, bağlamları içinde yazmıştım. Ancak geri kalanı da dikkatle incelenmeyi hak ediyor.

“24 Şubat’tan beri devlet olarak ne kazandık, ne kaybettik?” sorusuna verdiği cevap onlardan biriydi:

“Bence eminim ki hiçbir şey kaybetmedik ve hiçbir şey kaybetmeyeceğiz. Kazandıklarımıza gelince, kazandığımız başlıca şeyin de egemenliğimizi güçlendirmek olduğunu söyleyebilirim; bu da olanların kaçınılmaz sonucu. 

“Evet, elbette belli bir kutuplaşma da yaşanıyor; hem dünyada hem ülke içinde. Bunun yararlı olacağını düşünüyorum, çünkü gereksiz ve zararlı olan her şey, bizim ilerlememize engel olan her şey geri çevrilecek. İvme ve kalkınma temposu kazanacağız, çünkü modern bir kalkınma ancak egemenlik üzerine kurulabilir. Bu istikametteki bütün adımlarımız egemenliğin güçlendirilmesine yönelik. Bu birincisi. 

“İkincisi ve en önemlisi ise, bunu bir kez daha vurgulamak istiyorum, sıkça dile getiriliyor bu, görüyorum, vurgulamak istiyorum, kesinlikle doğru bir tez bu, askeri eylemler anlamında başladığımız bir şey yok, sadece bitirmeye çalışıyoruz. 

“2014’te Ukrayna’da devlet darbesinden sonra normal, barışçıl bir gelişme istemeyenler ve kendi halkını ezmeyi gaye edinenler, birbiri ardınca askeri harekâtlar yürüterek ve sekiz yıl boyunca, Donbass’ta yaşayan insanları soykırıma maruz bırakarak askeri eylemleri başlattılar. 

“Rusya, bu meseleyi barışçıl bir yoldan çözmek için sayısız girişimden sonra potansiyel düşmanımızın davrandığı şekilde, tamamen simetrik olarak cevap verme kararı aldı. Bunu bilinçli olarak yaptık, bütün çabalarımız Donbass’ta yaşayan insanlara yardım etmeye yönelik. Bu bizim görevimiz ve bunu sonuna kadar yerine getireceğiz. Nihayetinde bu, ülkemizin güçlenmesine yol açacak; hem içeride, hem de uluslararası durumda.” 

Soru-cevap kısmının en önemli bölümlerinden biri, kuşkusuz, gaz ve petrol fiyatları meselesiyle ilgiliydi. Moderatör, “batı yönü tamamen kapanırsa doğu yönünün bütün ihtiyaçları tatmin edip etmeyeceği” sorusu üzerine Putin, öncelikle, enerji kaynaklarının kendi ülkesinin kalkınması için gerekli olduğunu söyledi ve şöyle devam etti:

“Önde gelen Avrupa ülkelerinin ekonomisi on yıllardır Rusya Federasyonu’ndan doğal gaz almakla küresel nitelikte açık, somut bir rekabet avantajı da kazandı. Eğer bu avantajlara ihtiyaçları olmadığını düşünüyorlarsa, bu bizi hiç rahatsız etmez, çünkü dünyada enerji kaynaklarına olan talep çok büyük.”

Putin, sadece ekonomisi hızla büyüyen Çin Halk Cumhuriyeti’nden söz etmediğini, bütün dünyada talebin büyük olduğunu belirttikten sonra, Avrupa pazarı her zaman birinci sınıf kabul edilmiş olsa da dünyada her şeyin çok hızlı değiştiğini ve Avrupa’nın daha Ukrayna’daki krizin başlangıcında birinci sınıf olmaktan çıktığını vurguladı. Putin, Amerikalıların bu durumdan yararlanarak sıvılaştırılmış gaz göndermeye başladıklarını hatırlattı. “Çok pragmatik insanlar” olduklarını söylediği ve “bu anlamdan kendilerinden çok şey öğrenilebilir” dediği Amerikalılarla ilişkilere dair şu sözleri dikkat çekiciydi:

“Arktik’teki sıvılaştırılmış doğalgaz projelerimizden biriyle savaştılar, bu şirketin kimi yöneticilerini parmakla göstermeyeceğim, ama bu doğalgaz yatağından ilk sıkıştırılmış doğalgaz tankeri, bu şirketten ABD’ye gitti, çünkü bu kadar kârlı.”

Putin, G7 maliye bakanlarının Rusya petrolü ve petrol ürünlerine tavan fiyat getirme kararı için de “yeni bir aptallık” dedi:

“Dünya ticareti alanında bütün idari kısıtlamalar sadece dengesizliğe ve fiyat artışına yol açar. Şu an Avrupa pazarlarında olanlar da Avrupalı uzmanların ve Avrupa Komisyonu’nun çalışmasının sonucu. Biz her zaman fiyatların uzun vadeli sözleşmeler temelinde şekillenmesinde ısrar ettik. Petrol ve petrol ürünleri fiyatları pazar tarafından belirlenir, uzun vadeli sözleşmelerdeki gaz fiyatı ise bu fiyata bağlı olur. Neden? Çünkü bu üretim büyük yatırımlar gerektiriyor ve üretime yatırım yapanların ürünün paraya döneceğinden emin olması gerekir. Bu yüzden Gazprom genel olarak, uzun vadeli sözleşmeler yapmakla ilgilenir. 

“Bize dediler ki: ‘Hayır, bu pazar ekonomisine uymaz. Spota, spot piyasasına göre hareket etmek gerekli.’ Onları ikna etmeye çalıştık, ben Brüksel’de şahsen şöyle dedim: ‘Bunu yapmamalısınız, çünkü gaz ticareti her şeye rağmen dünya pazarının özel bir alanı. Bunu çıkaran, satan, satın alan herkes ilişkilerde istikrardan emin olmalı.’ Hayır, dediler bize, o zamanki fiyatların hiç de yüksel olmadığına bakarak; bin metrekübü 100 dolar o zaman onlara çok yüksek geliyordu, veya daha sonra 300 dolar. Fiyatlar böyleydi. Oysa şimdi fiyatlar 3 bin avroya fırladı. Bize dediler ki: ‘Gerek yok, böyle yapmayın.’ Hayır, aslında kendi şirketlerini zorladılar ve onlara spota dayanmalarını dayattılar, düpedüz dayattılar! Şimdiki fiyat yapısında, fiyatın büyük kısmı spottan. 

“Bu bizim talebimiz değil; bu, Avrupalıların bize dayattığı. Gaz ticareti için bu aslında aptalca olan kararı dayattıktan sonra, şimdi, olan bitenlerle burun buruna gelmişken, bundan nasıl çıkacaklarını düşünüyorlar. Nasıl? İdari kararlarla fiyatı sınırlayarak. Yeni bir hezeyan, dünya pazarlarında ve Avrupa’da da fiyatların daha çok yükselmesine yol açacak bir saçmalık. Ekonomi ve dünya ticareti alanında idari yoldan hiçbir şey çözülemez.” 

Putin, Kuzey Akım 2’nin boş yere yapılmış olmadığını, karşılığında teknoloji aldıklarını söyledi ve gerekiyorsa her istenen anda Kuzey Akım 2’yi açabileceklerini vurguladı. Putin, Kuzey Akım 1’in fiilen kapanmış olması üzerine “Rusya, enerji silahını kullanıyor!” iddialarının artmasına karşılık da “yeni bir hezeyan” dedi ve mevcut durumun ortaya çıkışını özetledi. Buna göre, Ukrayna’dan geçen iki boru hattından birini Kiev rejimi kendisi kapattı. Yamal-Avrupa boru hattını Polonyalılar kapattı. Putin, Kuzey Akım 1’deki durumu da şöyle açıkladı:

“Alman ortaklarımız Kuzey Akım 1’in bütün teknik yanını, gaz kompresör ünitelerinin bakımını Britanya hukukuna bağlamışlar, çünkü, ortaya çıktı ki (ben de bilmiyordum bunu, Aleksey Borisoviç [Miller] rapor etti) Siemens şirketinin üretimi olan bu ünitelerin bakım sözleşmesi için Gazprom’un Siemens’in merkez bürosuyla değil Gazprom’a yaptırım getiren Büyük Britanya’daki şubesiyle sözleşme imzalaması gerekmiş, bu türbinlerin tamiri için de Siemens’in Kanada’daki fabrikasıyla anlaşılmış. 

“Biz ne yapalım buna? Kanada sonunda Almanya’nın sayısız ricasını kabul etti, [üniteyi] Almanya’ya verdi, ama Siemens’in Büyük Britanya’daki şubesiyle sözleşmeye göre türbinlerin doğruca Petersburg’a gönderilmesi gerekiyor. Lojistik değiştiyse değişikliği sözleşmeye de koymak gerekli. Oysa Siemens’in Britanya şubesi, Gazprom’un başvurularına cevap bile vermiyor. 

“Bu durumda türbinin önünde istediğiniz kadar fotoğraf çektirebilirsiniz [Putin, Almanya şansöliyesi Scholz’un Siemens fabrikasında türbinin önünde poz vermesine gönderme yapıyor], ama şu belgeleri verin artık. Bu bizim mülkümüz. Bu mülkün hukuki statüsünü ve teknik durumunu bilmeliyiz. Genel konuşmalar dışında hiçbir şey vermiyorlar. 

“Son türbin de artık çalışmaz durumda; Siemens temsilcileri geldiler, baktılar, yağ sızıntısı var, patlama tehlikesi olan bir durum, yangın tehlikesi var. Tabii ki türbin böyle çalışamaz. Türbinleri verin, Kuzey Akım 1’i yarın açalım. Hiçbir şey vermiyorlar. Sonra da silah olarak kullanıyorlar diyorlar. Ne silahı? Kendileri bir şeyler karıştırdılar, şimdi bununla ne yapacaklarını bilmiyorlar. Kendilerini yaptırım çıkmazına soktular. 

“Tek bir çıkış yolu var. Görüyoruz ki Almanya’da Kuzey Akım 2’nin açılması talebiyle gösteriler yapılıyor. Almanya’daki tüketicilerin bu talebini paylaşıyoruz, bunu hemen yarın yapmaya hazırız, bir düğmeye basmak yeterli, ama Kuzey Akım 2’ye yaptırım getiren biz değiliz. Bunu Amerikalıların baskısı altında yaptılar, peki onlar neden baskı yapıyor? Çünkü astronomik fiyatlara satış yapmak istiyorlar. Daha önceki [Amerikan] yönetiminin tutumunu biliyoruz. Şöyle diyorlardı: ‘Evet, biz pahalıya satıyoruz. Alsınlar işte, çünkü onları koruyoruz.’ İstiyorlarsa alsınlar işte. Biz de kendi malımızı satıyoruz.” 

Putin, bu konuda yeterince konuşmamış olduğunu düşünmüş olacak ki, biraz sonra aynı meseleye geri döndü ve net ifadeler kullandı:

“Sözleşme yükümlülükleri var, tedarik sözleşmeleri. Yani sözleşmeyle çelişen siyasi karakterli bir takım kararlar mı alacaklar? Eğer bu menfaatlerimizle, mevcut durumda iktisadi menfaatlerimizle çelişirse, bunları yerine getirmeyeceğiz ve hiçbir şey de sunmayacağız. Ne gaz sunacağız, ne petrol, ne kömür, ne kalorifer yakıtı, hiçbir şey sunmayacağız. Kendi sözleşme yükümlülüklerimizi eksiksiz yerine getireceğiz. Şunu da belirtmek istiyorum; bize bir şeyleri dayatanlar bugün bize kendi iradelerini dikte edecek durumda değiller. Bırakalım akılları başlarına gelsin. Ekonomide her yerde böyledir, ülke içi ekonomide de böyle.”

Putin, bilinen bir Rus halk masalına gönderme yaparak sözlerini tamamladı: “Don, don, kurdun kuyruğu.” [Kurnaz tilki kurdu buz tutmuş ırmağa kuyruğunu daldırıp balık avlayabileceğine inandırır.]

Putin, Batı ülkelerinin önünde iki yol olduğunu da vurguladı:

“Ya yüksek fiyatları sübvanse edecekler; bu kötüdür, çünkü tüketici davranışlarını değiştirmez, tüketiciler daha önce olduğu gibi tüketirler, kıtlık şartlarında ise fiyat yükselir. Ya da tüketimi kısacaklar. Ekonomik açıdan, daha doğrusu sosyal açıdan bu tehlikelidir, patlamaya yol açabilir. En iyisi kurallara ve medeni ilişkilere uygun sözleşme yükümlülüklerini uymaya devam etmek.”

Büyük burjuvaziyle ilişkiler 

Putin’in konuşmasının bana kalırsa en dikkat çekici yanlarından biri, eğer birincisi değilse, büyük burjuvaziyle ilgili sözleriydi. Şöyle dedi:

“Rusya girişimciler topluluğu bugün genel olarak ülke, vatan, Rusya vatandaşları karşısında yüksek bir sorumluluk gösteriyor. Bunu belirtmek ve buna teşekkür etmek istiyorum. Bu birincisi.

“Yeri gelmişken, ben birçoklarına ne dedim, biliyor musunuz: Menfaatlerinizi savunmak için koşturun bakalım. Bir takım şeylerini müsadere ettiler: hesaplarını, teknelerini, ve saire. Bunun için uyarmıştım. O tekneleri burada tutsaydınız, paraları da yabancı hisselere değil Rusya’da altyapının gelişmesine yatırsaydınız daha iyi olurdu. Hiçbir şey kaybetmezdiniz, her şey burada, vatanda olurdu, yatırdığınız paradan da kâr yapardınız. Ama neyse. Bu herkes için ders oldu.”

Bunun üzerine moderatör şu soruyu sordu: “Ama kim bilebilirdi ki böyle bir şey olacağını?”

Putin’in cevabı şöyle oldu:

“Ben bunu söylemiş ve uyarmıştım. Daha akıllı olduğum için değil, elimde daha çok istihbarat olduğu için. Uyarmış ve söylemiştim bunu. Ama pek çokları, yeri gelmişken, aralarında bu salonda oturanlar da var, bunu anladılar ve dağın arkasında hiçbir şey tutmadılar, her şeyleri burada, evde.” 

Putin konuşmasında, metalurji sektörünün büyük şirketlerinin fiilen vergi muafiyeti talebini neden geri çevirdiğini anlatırken, bu yöndeki bir soruya karşılık devletin rolünü şöyle sınırladı:

“Devlet sadece, buna [konjonktüre] zamanında tepki göstermeli, ihracatı sınırlamak veya aşırı kârı muhtelif yollardan geri almak için uygun pazar mekanizmalarını ve enstrümanlarını kullanmalı. Bunlar pazar enstrümanları; herkesin bildiği şeyler: ya gümrük resimleri, ya da bu aşırı kârın başka yollardan geri alınması.

“Ama bu alanda çalışan girişimciler tabii ki devletin bu anlamda yapmaya niyetli olduğu ve yapabileceği şeyi de önceden bilmeli. Bu çok incelikli bir alan, bu ekonomi içinde hassas bir karşılıklı etkileşim ‘dokusu’. Bunda bir korkunçluk yok, bütün bunlar sakince düzenleniyor, bunu gelecekte de özenle yapacağız.”

Bu sözler, büyük burjuvazinin bitmeyen hırsının kamçısıyla, moderatörün şu sorusuna yol açtı: “Sermaye burada kalsın, offshoredan çıksın diye gerekli şartları yarattık, şimdi de biliyorum ki Rusya’da kayıt oluyorlar. Ama mesele şu: gene ellerinden alacaklarından korksunlar mı, yoksa normal, iyi şartlar yarattık mı?”

Putin, mülkiyet hakkını en tepeye koyarak cevap verdi: “Tamamen haklısınız. Öncelikle mülkiyetin korunması haklarıyla ve güvenilirlikle ilgili şartların sağlanması şart.”

“Bugün Kiev rejimini destekleyenler 30’larda faşist Franco’nun darbesini desteklerdi” 

Putin’in Zaporoje nükleer santraline Ukrayna’nın düzenli topçu saldırıları ve IAEA’nın denetimine ilişkin sözleri Türk basınında yeterince ayrıntılı aktarıldı, bu nedenle tekrar çevirmeyi ve değerlendirmeyi gereksiz görüyorum. Ama dün Rusya’ya “faşist” diyerek diplomatik bir krize neden olan, daha sonra çeviri hatası diye toparlamaya çalışan Avrupa’nın diplomasi şefi, İspanyol “sosyalisti” J. Borrell ile ilgili sözleri önemliydi. Putin meseleyi kendisi açtı ve şöyle dedi:

“Avrupa diplomasisinin başının Rusya’yı savaş alanında yenme çağrısı yaptığını da gördük. Tuhaf bir diplomatik yaklaşım. Eğer herhangi bir ülkenin savunma bakanı olsaydı bu retorik anlaşılabilirdi, ama AB’nin baş diplomatının ağzından çok tuhaf kaçıyor. Tanrı yardımcısı olsun, hükmünü tanrı versin; bırakın ne isterse söylesin.

“Faşist rejimlere gelince, buna ne söylenebilir? Biliyor musunuz, 30’lu yıllarda yaşasaydı… İspanyol, öyle değil mi? [Evet, İspanyol.] 30’lu yıllarda İspanya’da yaşasaydı ve hava raporunda şu meşhur, neredeyse kutsal, “bütün İspanya’nın üzeri bulutsuz gökyüzü” cümlesini duysaydı (bilindiği gibi bu, General Franco’nun devlet darbesinin başladığının sinyaliydi) silaha sarılırdı, ama kimin tarafında olurdu? İspanya’nın o sıradaki demokratik, seçilmiş, sol hükümetinin tarafında mı? Yoksa darbecilerin tarafında mı? Benim görüşüme göre darbecilerin tarafında olurdu, çünkü bugün Ukrayna topraklarında tam da aynı türden darbecileri destekliyor. Bugünkü iktidarın başlıca kaynağı 2014’teki devlet darbesi. O da bunları destekliyor; o zaman kesinlikle faşistlerin tarafında olurdu. İşte, faşistlerin tarafında olan kimmiş. Bu birincisi. 

“İkincisi. Bugün kendisi, bütün Avrupa gibi, Ukrayna iktidarını aktif şekilde destekliyor. Bu konuları Avrupalı ortaklarımızla devamlı tartıştım; bugünkü Kiev iktidarında neonazi izlerini de her zaman gösteriyoruz. Ama bana hep şöyle cevap veriyorlar: Peki! Böylesi neonaziler sizde de var bizde de var. Evet, var. Ama ne bizde ne de başka uygar ülkelerde bu nazileri ve nazi cinsinden aşırı milliyetçileri milli kahraman mertebesine yükseltmiyorlar. Fark işte bu. Ukrayna’da ise aynen bunu yapıyorlar.” 

Putin, konuşmasının sonlarına doğru Ukrayna meselesine bir kez daha döndü:

“Uzun bir süredir Ukrayna’da iktidar fiilen aşırı milliyetçilerin ve Neonazilerin elinde; bunlar orada tam bir terör estiriyorlar. Birçok insan ağzını açmaya ve aslında ne düşündüğünü söylemeye bile korkuyor. 

“Orada ne oluyor? Biz kimi zaman, Donbass’ı savunmak için giriştiğimiz eylemleri kendilerince kabul etmeyen kendi vatandaşlarımızdan bazılarına eleştirel yaklaşıyoruz. Orada insanları sokak ortasında kurşuna diziyorlar, sorgusuz sualsiz öldürüyorlar; iktidardakilerden farklı, başka görüşte olanları. Fiziken imha ediyorlar. Fark var mı? Orada neler olup bittiğini anlıyor muyuz? Anlamalıyız. 

“Bu yüzden, sizi temin ederim ki, Ukrayna’da bu rejimden nefret eden çok büyük sayıda insan var ve biz de neler olup bittiğini anlayan ve bunlarla mücadele etmeye hazır olduğu halde imkânı bulunmayan bu insanlara destek olmalıyız. Bunlar orada bir neonazi rejiminin zulmü altında bulunuyorlar. Bu yüzden, ne yapılabilir? Sizi temin ederim ki bu insanların sayısı çok fazla ve biz onlarla ilişkide bulunmalıyız, bunu da yapacağız. Gelecekteki Rusya-Ukrayna ilişkilerinin Ukrayna toplumunun bu kesimine bağlı olduğuna eminim.”

 

 

2. Bölüm

Putin’in 7 Eylül’de Vladivostok’ta Doğu Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşma ve sorulara verdiği cevapları geniş bir şekilde çevirdim. Ancak çeviri yeterli değil; en dikkat çekici noktaları yorumlamak ve öngörüler çıkarmak gerek.

1, “Batılı elitin kendi vatandaşlarından kopuşu derinleşiyor” 

Bu, benim bu konuşmada en çok dikkat çekmek istediğim ve daha önceki diskursa göre bir ölçüde yenilik barındıran ilk nokta. İlk defa böylesine belirgin bir şekilde, Leninist kavramlarla konuşacak olursak, egemen sınıfların yönetememe krizine gönderme yapıyor. Bunun hem bir genelleme olarak, hem de tek tek ülkeler açısından doğruluğunu tartışmak gerekli. Şundan ötürü: bu görüş, Putin’in ağzından ilk defa bu kadar yalın kelimelerle ifade edilmiş olsa da, aslında son yıllarda solun önemli bölümü tarafından “ABD hegemonyasının krizde, sarsılmakta, hatta sona ermekte olduğu” şeklinde, epey yaygın olarak formüle ediliyor. Bu formülün değişik formlarını savunanlara göre 24 Şubat sonrası ortaya çıkan tablo hegemonya krizini tamamen derinleştirdi.

Ben bu görüşe katılmıyorum.

Kriz nedir? Eğer kriz, ilişkilerin eski biçimiyle sürmesinin artık mümkün olmadığı, çatışmanın yapısal bir nedenle çıktığı, dolayısıyla tarafların yapısal değişiklik yoluyla çözüm aradığı, yani birbirlerini yok etmeye yöneldiği ortamsa, bu anlamda bir kriz 1945’ten beri hiç yaşanmadı. Yok eğer kriz gerilimin belli bir ölçüde artışı anlamına geliyorsa, o zaman bu belli ölçünün ne olduğu tespit edilmelidir. Veya kriz, ilişkilerin çatışmaya vardığı yer değil, ilişkilerin kendisini niteliyor olabilir. Emperyalist sistem zaten kriz üzerine kuruludur, ama bu hiç de troykanın atlarının birbirini boğazlamak için fırsat kolladığı anlamına gelmez. Aslında tam tersidir, troyka metaforunu devam ettirirsek, üç atlı bir kızaktır bu; ama toprak ve çamurda yol alan araba gibi değil başka bir mantıkla işler, çünkü yol kar ve buzdur: troykada yandaki atlar serbest hareket ederler, sağa-sola kaydıkları da olur, ama bunlar kızağın yönünü belirleyemez; şaftı çeken ortadaki attır, dizginler de en çok ona bağlıdır.

Bu yüzden, Putin’in konuşmasının sonlarına doğru ABD yöneticilerine izafen aktardığı sözler, aslında gayet hakkaniyetli bir talep bile sayılabilir: “Evet, biz pahalıya satıyoruz. Alsınlar işte, çünkü onları koruyoruz.”

Avrupa’nın en büyük Amerikan lobisi, yani Avrupa Komisyonu (bu, olabilecek en antidemokratik örgüttür; AB’nin siyasi yapısı gerçek bir diktatörlükten farksızdır) ve AB ülkelerinin yöneticileri, sadece 24 Şubat’tan bu yana değil, yıllardır 1945’ten beri hiç olmadığı kadar kapasitesiz, çapsız ve beceriksiz görünüyorlar. Bunları, özellikle kendi ayağına, kendi göğsüne, hatta kendi beynine kurşun sıkan Rusya yaptırımlarından sonra hasta kabul etmek için her tür sebep var: diplomasi şefi savaş çağrısı yapan bir örgüt, zirve toplantılarında at binme provası yapan liderler, en doğrudan etkisi kendi halkının yoksullaşmasında, hatta düpedüz soğuktan tirtir titremesinde ortaya çıkacak kararları almakta tereddüt etmeyen ve az titresinler diye çalı toplamalarını ve kazak giymelerini salık veren, bunu da “Transatlantik birliğine olan saygılarına” (yani Atlantik’in öte yakasına kölece bağlılıklarına — Litvanya başbakanının sözleri meselenin özüdür aslında) dayandıran yöneticiler… Hakikaten, hastalıktan başka ne olabilir
ki bu?

Ama ben gene de pek hasta olduklarını düşünmüyorum. İradesizlik, işbirlikçilik, Amerikan lobisi faaliyeti — bunlar hastalık sendromları değil.

Daha önemlisi de şu: ekonominin askerileştirilmesi, krizin ötelenmesinin, diktatörlüklerin pekiştirilmesinin, savaş durumunun süreğenleştirilmesinin, koyunları gütme kolaylığının biricik vasıtası. Bir hastalık değil ama bilinçli sosyal-siyasi bir tercih bu. Ve Avrupa’da bu tercihin karşısında durabilecek (çağdaş dögolcü muhafazakâr eğilimler dışında) hiçbir ciddi güç yok.

YDH’deki son yazımda, “süreğenleşen kriz ortamının ABD ve Avrupa halklarında yarattığı hoşnutsuzluktan” söz etmiş, ama eklemiştim: “ancak ‘liberal globalizm’ (ve bunun yarattığı Avrupa ‘solculuğu’, yani gerçekte solculuktan başka her şey olan bu ‘şey’) Avrupa’daki halk muhalefetini çoktan şekilsizleştirdi ve etkisizleştirdi.”

Orada bilinçli olarak ABD solundan söz etmedim. ABD’de bir sol olmadığını düşündüğümden değil (sınıflar varsa muhtelif türevleriyle sol ve sağ da vardır; örgütsüz olması varoluşunu ortadan kaldırmaz), ama şundan ötürü: Avrupa’da “solun”, yani aslında sol olmayan bu “şeyin” örgütlü varlığı, muhalefetin yükselişini engelliyor; ABD’de ise sosyal hareketlerin her defasında kendiliğinden yükselişi ABD solunu aslında daha güçlü kılıyor; dolayısıyla bu zincirin en güçlü halkası… Veya eğer troyka analojisinden devam edeceksek ortadaki at, Rusçada “korennik” denir buna, “kök” kelimesinden türetilmiştir; arabanın şaftı ona bağlıdır çünkü… İşte bu “korennik”, kutuplaşmasındaki dengesizlik yüzünden daha kırılgan. Kırılacak değil, sadece kırılgan; elbette kırılmayacak, ama oradaki dalga Avrupa’da olmayanla karşılaştırıldığında sistemin dengesini sarsabilir, arabanın makasını aşındırabilir.

2, “Avrupa’nın dünya pazarındaki yerini ABD işgal ediyor” 

Bunda bir sır yok; ama gene de bana göre konuşmanın en önemli ikinci noktası burada yatıyor. Neden önemli? Şundan: Putin, Avrupalı şirketleri kendi elitlerine ve Amerikalı hamilerine karşı kışkırtmaya çalışıyor hiç kuşkusuz, ama bu, bilinçli veya bilinçsiz, gayet somut bir sınıf analizine dayanıyor.

14 Şubat’ta, dönüm noktasına 10 gün kala, savaş bulutlarının iyiden iyiye dağıldığı günlerde, “çatışmanın emperyalist blok açısından kaçınılmaz” olduğunu vurgulamış ve bunu şu temel nedenlere bağlamıştım:

1) “Emperyalist troykada Amerikan hegemonyasını pekiştirmek. Bu, Avrupa’nın kişiliksizleştirilmesi, başta Alman sanayi burjuvazisinin etkisizleştirilmesi sürecinin derinleştirilmesi, Avrupa’nın siyasi karar alıcılarının Washington ve Londra’da (troykanın askeri-siyasi merkezi ve troykanın mali merkezi) alınacak kararlara kayıtsız şartsız uymaya zorlanması için gerekli. ABD hegemonyası, Almanya’da Avrupa’nın en büyük savaş kışkırtıcısı partisi Yeşillerin tayin edici bir koalisyon ortağı olduğu şartlarda savaşı kışkırtmak için en uygun fırsatı buldu.”

2) Demek ki çatışmanın amacı, sadece yeni bir güç odağının ortaya çıkışını boğmak değildir; en az o kadar, emperyalist troyka içinde Avrupa atını hizaya çekmeyi de amaçlıyor. Çin’le ticaret anlaşmasının bile arkasında duramayan Alman sanayi sermayesi buna engel olamaz.

3) Avrupalılar “mazoşist bir ruh haliyle Demokratlar-Yeşiller-İngiliz elitleri ittifakının kuyruğunda amaçsız bir sinek gibi salınıyorlar.”

4) “”Rusya ve Çin arasındaki ilişkiler, gerçek bir ittifak değil ancak bir stratejik ortaklıktır. … Bu ilişkinin ittifaka dönüşmesi, Çin’in yapısal kırılganlığı nedeniyle, yakın vadede çok olası görünmüyor.”

3, “Avrupa ülkeleri dünya ekonomik sisteminin yüzyıllara dayanan dayanaklarını yerle bir ediyorlar” 

Bu, çok önemli gördüğüm üçüncü nokta; zira, “toksik paradan” kurtulmayı ve ABD’nin bu egemenlik aracının alanını daraltmayı hedeflediğini söylerken, aynı zamanda açıkça, dünya kapitalist sistemi içinde kalmayı da öngörüyor. Bunu sosyalizm açısından teorik bir tartışmaya gayri iradi katkı da saymak gerek, zira dünya ekonomik sistemi sosyalizme rağmen ve sosyalizm varken de kapitalistti. Dolayısıyla, her ne kadar bu sistemi fetişleştiriyorsa da, söylediği yanlış sayılmaz. Bununla birlikte vurgu çok güçlü ve kararlılık yansıtıyor, konuşmanın devamında da var bu; ısrarla pazarın kurallarından söz ediyor ve bunu, tamamen kapitalizme dayanan bir mantık örgüsü içinde dile getiriyor. Amerikan iktisadi hegemonyasının en kilit mevzilerinden birine, Amerikan dolarına saldırıyor ve doların, en genelde de “toksik paraların” rezerv para olmaktan çıkma eğilimi gösterdiğini ileri sürüyor. Bu, daha önce de yazdığım gibi, eğer retorik arkasına gizli bir propaganda çağrısı değilse, öngörüsüz bir beklenti: “Çünkü Avrupa ekonomisi stagnasyona sürüklenirken dolar da rezerv para olarak güçlenecektir.” Demek ki burada mesele, bir kez, daha Avrupa’nın durumu; Avrupa siyasi bir güç olmaktan çıktıkça ABD (ve Britanya) daha da güçlenecektir; bu güç, sömürgelerde kuşku ve endişeyle karşılansa, sömürge ülkelerin bir kısmı dolardan uzaklaşmaya çalışsa bile Avrupa’yı dolara daha çok itecektir. Nitekim, aynı yerde yazdığım gibi: “Geçen yıl ABD’ye net para akışının üçte ikisi Avrupa ülkelerinden (AB, İngiltere, Norveç, İsveç ve AB offshoreları) geldi. Bu oran son iki yıl için yüzde 61, son üç yıl için yüzde 50, son dört yıl için yüzde 40’tır. Bu oranlar bize, ABD’nin dünyada yaydığı güvensizliğe rağmen troykanın hegemonluğunu pekiştirdiğini açık seçik gösteriyor.”

Söylemeden geçmemek gerek: Washington-Londra ikilisi yıllardır “korennik”in siyasi-askeri ve mali merkezi rolünü oynadılar; şimdi Britanya yönetiminin nükleer savaş ilan etmekten kaçınmayacak ölçüde saldırganlaştığı bir ortamda, Kanada’nın kırmızı çoraplı başbakanı ile Britanya yönetimi arasında büyük bir aşk yaşanırken roller tersine dönebilir. Daha mayıs ayında Washington’un Ukrayna’ya makul barış dayatması yaparken Londra’nın buna karşı çıktığı ve Kiev’deki Vogue kapağını “ikna” ettiği haberleri boşuna olmasa gerek.

4, “Modern ve ortak projeler” 

Böylece dikkat çekmek istediğim dördüncü nokta geliyor: Rusya’nın iktisadi istikrarı, kapitalist bir sistem içinde öngörülüyor ve başka da bir şey öngörülmüyor.

İlk bakışta burada farklı olan şey, Uzak Doğu’da batılı değil de sadece Asya-Pasifik ülkelerinin sermayelerinin yatırım yapmasını istiyormuş gibi görünmesi. Ama bu yanıltıcı olmamalı. Kremlin, Japonya ile yaşanan bütün gerilime rağmen Sahalin-2’nin fiilen devletleştirilmesinin ardından yeni kurulan operatör şirkette Mitsui’nin hisselerinin korunmasını kabul etti. Bu önemli bir göstergedir; birçok büyük projede öz kaynakların yetmeyeceği, iç pazarda ciddi bir sermaye sıkıntısı yaşandığı ve bunun artarak devam edeceği tahmin edilebilir.

Bu yöndeki tahmini güçlendiren diğer bir neden de, Rusya’da mali istikrarın sağlanmış olmasına rağmen mali sermayenin çöküşün eşiğinde olması. Şimdilik gözle görülmeyen, ama Merkez Bankası raporlarına yansıyan bir durum bu; nitekim Banka’nın Başkan yardımcısı D. Tulin 1 Eylül’de RBK’ya verdiği mülakatta, bankacılık sektörünün 24 Şubat’tan o tarihe kadar toplam zararının 1,5 trilyon rublenin üzerinde (neredeyse 25 milyar dolar!) olduğunu açıkladı. Bu, 1998 iflası bir kenara konursa (o zaman Yeltsin’in orman kanunları hâkim olduğu için gerçek durum hiç bilinmeyecek) bankacılık sisteminin çağdaş Rusya tarihi boyunca uğradığı en büyük zarar olmalı. Sektör sadece Kırım krizinden sonraki yıl, 2015’te zarar etmişti ve bu da sadece 164 milyar rubleydi (yaklaşık 3 milyar dolar). Oysa sektör geçen yıl kâr rekoru kırmış, 2,4 trilyon ruble (yılbaşındaki kur itibariyle yaklaşık 34 milyar dolar) kâr yapmıştı. Sektörün sermaye stoku da yılbaşı itibariyle 7 trilyon doların üzerindeydi; demek ki 7 ayda uğradığı zarar, bu stokun yüzde 20’sini aşkın.

Bankalar kredi faizlerini Merkez Bankası’nın politika faizine uygun olarak düşürüyorlar, ama yatırım daralması çok belirgin ve bu krediler, daralmış haliyle bile yatırımları karşılayamaz. Açıkça görülüyor ki yeni yatırımlar, özellikle de devlet garantili veya doğrudan doğruya devlet mülkiyetinde büyük yatırımlar yapılacaksa, bunun için yabancı sermaye şart. Sermaye yıkıcıdır; Kremlin şu anda ancak, daha az yıkıcı sermayeyi teşvik edici önlemleri öngörebilir; vergi yükümlülüklerinin (ve belki başka yükümlülüklerin de) alabildiğine daraltıldığı “gelişmiş kalkınma bölgeleri”, bu kapsamda.

Bu ne anlama gelir? Sadece şu: dünya kapitalist sistemi içinde kalmak, Kremlin için öncelikle fetişleştirilmiş bir tercih, ama sadece tercih de değil; bu aynı zamanda kriz ortamında kaçınılmaz.

5, Rusya ilişkilerini devletler seviyesinde yürütür 

Bu, dikkat çekmek istediğim beşinci nokta. Rusya dış siyasetinin gücü, Yalta düzenine bağlılığında yatar. Bu bir devletler düzenidir ve bu düzen, Yalta’dan sonra da Sovyet diplomasisi tarafından ısrarla pekiştirilmiştir. SBKP’nin kuşkusuz Şili’den Cezayir’e, Endonezya’dan Türkiye’ye kadar devlet dışı aktörlerle (komünist partileri, gerilla hareketleri, yasadışı ilan edilmiş burjuva ve küçükburjuva muhalefeti, vb.) ilişkileri de vardı; ama diplomasi, ilişkileri sadece devletler seviyesinde yürütüyordu ve bu, bütün diğer ilişki türlerinin üzerinde, tayin ediciydi. Bu ikili ilişki biçimini sürdürmek için ideolojik bir oryantasyon olmalı; marksizmin olmadığı yerde bu ikili ilişki sürdürülemez, onu sürdürmek için yurtseverlik gibi belirsiz ve herkesin kendine yontacağı bir ideolojik saik yetmez, ideoloji yoksa “ortaklar” sadece iş ortakları olur. Bugün kaçınılmaz olarak yaşanan budur; Sovyet dış siyasetinin dışişleri diplomasisi ve SBKP Uluslararası Dairesi tarafından yürütülen ikili dış siyaset esnekliği hayata geçirilemez, bu yüzden çağdaş Rusya dış siyasetine esneklik sağlayan bir güç olarak Yalta düzeni, aynı zamanda, onu esneklikten de uzaklaştırıyor. Diplomasi, resmi ve gayriresmi ilişkilerini sadece devletler seviyesinde yürütüyor, ama bu onun muhtelif ülkelerde burjuva muhalefetiyle bile ilişki kurmasına engel oluyor. Bu kaçınılmaz durum, eğer dışarıda, dolayısıyla içeride de, solla daha yakın temas noktaları kurulmazsa devam edecek.

Her halükârda ‘sistemik’ değişiklikler ortaya çıkıyor, bu eğilimler daha da derinleşecek. 23 Mayıs’ta yazdığım gibi, bu değişikliklerin istikametini belirleyebilecek sadece üç alternatif ve onların iç içe geçmiş varyasyonları var; Rusya, bunların olası üçüncüsü üzerinde ancak çok dolaylı olarak, belirsiz ve bulanık bir etkide bulunabilir:

“1) Rusya, troyka karşısında ayakta kalacak siyasi ve dahası kalkınmasını sürdürecek iktisadi güçte olduğunu gösterir;

“2) Çin, Si’nin “6 ilke”sine uygun olarak iç talebini genişletme hedefini süratle gerçekleştirir ve böylelikle troykanın fabrikası olma niteliği zayıflar, dolayısıyla bağımsızlığını ve egemenliğini güçlendirir;

“3) Emperyalist-kapitalist sistem açısından kilit önem taşıyan ülkelerden birinde veya bir dizisinde devrimci veya muhafazakâr ancak her halükârda sistem dışı hareketler yükselir ve pekişerek iktidar (hükümet değil) değişikliklerine yol açar.

“Bunların üçü de ‘sistemik’ değişikliklerdir, çünkü sistemin temelini troyka teşkil ediyor. Ancak seçeneklerin hangisinin güç kazanacağı (veya kazanıp kazanamayacağı) değişikliklerin istikametini de belirler: Devletler mi? Halklar mı?”

6, “Doğal kaynaklar: egemenliğin güçlendirilmesi, sınai güvenlik ve gelirlerin yükseltilmesi” 

Bu, dikkat çekmek istediğim altıncı nokta. “Rusya…”da doğal kaynakların başrol oynadığı büyüme siyasetini “Sosyalist planlamadan planlı devlet kapitalizmine” başlığı altında incelemiştim. Orada Putin’in doktora tezi üzerinde önemle durmuştum, zira bu tez, intihal tartışmalarının doğruluğu-yanlışlığı bir tarafa, Rusya’nın Putin iktidarındaki ekonomi ve kalkınma siyasetinin çerçevesini oluşturur.

Bu bir abartı değil. Tezin giriş bölümü öyle net bir tablo çizer ki, bu tablonun Putinli 22 yılı neredeyse eksiksiz yansıtması şaşırtıcıdır. Tezde üç temel başlık savunulur. İlki şu (“Rusya…”dan aktarıyorum):

“Stratejik planlama sistemi oluşturmanın temel ilkeleri, stratejik planlamanın küresel hedeflerle ilişkili her tür probleme uygulanabilir olması, geleceğe yönelik olması, ortamda bulunan ve nihai sonuca etki eden kontrol dışı faktörleri hesaba katması, zaman sınırlamasına bağlı bulunmaması ve ekonomik gelişmenin nitel olarak yeni parametrelerine yönelik ekonomik dönüşümlere odaklanmasıdır.”

İkinci başlık:

“Bölgesel mineral-hammadde kaynaklarının yeniden üretimi stratejisi, her şeyden önce, birbiriyle ilişkili, ‘jeoekonomik bir çember’ teşkil eden yeniden üretim süreçlerinin toplamını göz önüne almalıdır.”

Üçüncü başlık da bu üretimin taşınması kompleksleriyle ilişkilidir. (Bu başlık da Putin’in konuşmasında özel bir yer tutuyor; Kuzey-Güney koridoru, Doğu-Batı koridoru, yeni demiryolları ve karayolları üzerinde, en çok da Kuzey Deniz Yolu üzerinde geniş şekilde duruyor. Bu sonuncusu, jeopolitik sonuçlarıyla birlikte ayrı bir yazının konusu olmalı.)

Sonuç bölümüne göre, stratejik planlamanın örgütsel temeli:

“Stratejik planlama sisteminin geliştirilmesi için, ilgili örgütsel organların bu sürece çekilme imkânlarını yaygınlaştırmaya yardım edecek bir planlama mekanizması yaratmak zorunludur.”

Putin bugün de aynen bu çerçevede bir kalkınma stratejisinin arkasında duruyor. Stratejinin zarar gördüğü yerleri 24 Şubat sonrası krizle birlikte “düzeltme” ve stratejiye geri dönüş mesajı veriyor. “Doğal kaynakların stratejik planlaması” doğal ki doğrudan doğruya devlet müdahalesini gerekli kılar; sektör, bütün olarak, içinde özel oyuncular olsa bile, devletin planlamasına bağlı kalmak zorundadır. Sektöre yabancı oyuncuların (dev emperyalist tekellerin) girişi planlamayı anlamsızlaştırır.

24 Şubat öncesinde sektörün tamamında değilse bile belli alanlarındaki son derece önemli projelerde (Sahalin 1 ve 2, Salım, Terneftegaz, vb.) emperyalist petrol tekellerinin bulunması, tam da bu anlama geliyordu. Şimdi, bu tekellerin Rusya pazarından ayrılmasının ardından (bu sektörde şimdilik Japon Mitsubishi dışında Kremlin tarafından ayrılmaya zorlanan bir şirket olmadı, hepsi kendiliğinden ayrıldılar) projelerin sürdürülmesi için sermaye kaynağı olarak Asya-Pasifik ülkeleri görülüyor. Yukarıda gördük ki, Kremlin bunun için özel ayrıcalıklar sunmaya da hazır; o halde soru şu: sektör yeni ve ayrıcalıklı oyuncularla devlet planlamasına bağlı kalmaya zorlanabilir mi? Yabancı yatırımcıların Rusya kanunlarına göre kuracakları şirketlerle bu projelere katılmasının dayatılması sorunu çözer mi? Çözemezse, bunun için başka hangi vasıtalar geliştirecek?

7, “Don, don, kurdun kuyruğu” 

Putin’in Kuzey Akım 1’in durumuyla ilgili epey uzun ve yeterince açıklayıcı ifadeleri üzerine, dikkat çekmek istediğim yedinci noktaya geleceğim, zira Kuzey Akım’daki bu son durumdan önceki gelişmelerin nasıl ortaya çıktığını hatırlamak gerek.

Öncelikle, Putin, Yamal-Avrupa hattının kesilmesi konusunda yanılıyor; bu hattın vanalarını Polonya değil 12 Mayıs’ta Rusya kapattı. Bunun nedeni, 3 Mayıs tarihli başkanlık kararnamesiydi. Bu kararname, kimi batılı şirketleri yaptırım listesine alıyordu. Bunlardan biri de Yamal-Avrupa hattının Polonya bölümüne sahip olan, Polonya’nın EuRoPol Gaz işletmesiydi. Polonya yeni bir operatör şirket kurmaya kalkışmadı, kimse Polonya’ya yeni bir operatör şirket kurmasını telkin etmedi; adeta bütün Avrupa, başta da Avrupa’nın en büyük savaş kışkırtıcısı partisi Yeşiller’in hükümette tayin edici rol oynadığı, diğer koalisyon partilerinin Yeşiller’in rol ortağı da değil figüranları, taklitçileri ve tetikçileri olduğu Almanya, bundan hiçbir rahatsızlık duymadı. Neticede Gazprom, vanayı kapatması için kışkırtıldı.

Yamal-Avrupa kesilince geride Kuzey Avrupa’ya uzanan üç hat kaldı: Kuzey Akım 1 ile Ukrayna’dan geçen iki boru hattı (“Bratstvo” ve “Progress”). Ne var ki Ukrayna’dan geçen hatlardan biri de (“Soyuz”), Yamal-Avrupa’nın vanalarının kapatılmasından kısa bir süre önce Kiev rejimi tarafından, kompresörün Lugansk’ta bulunması gerekçe gösterilerek kapatılmıştı.

Demek ki mayıs ayı ortası itibariyle Kuzey Avrupa’ya dört boru hattından sadece ikisi işler durumdaydı: Ukrayna’dan geçen “Progress” ve Kuzey Akım 1.

Gazprom’un yakın tarihli bir haritasına göre proje hacimlerine göre şöyle: Kuzey Akım 1 — 55 milyar metreküp, Yamal-Avrupa — 32,9 milyar metreküp, Ukrayna (toplam) — 142,5 milyar metreküp. Kiev rejiminin vanalarını kapattığı “Soyuz” üzerinden, Ukrayna gaz operatörünün verilerine göre Ukrayna’dan transit geçen gazın yüzde 30’u basılıyordu. Böylece, Soyuz ile Yamal-Avrupa’nın kesilmesi, Kuzey Avrupa’ya basılan toplam gaz kapasitesinin yüzde 33’ünün kullanılabilir durumda olmadığı anlamına geliyordu.

Daha 14 Haziran’da, Gazprom, Kanada’dan gelmek bilmeyen (ayrıntılarını Putin’in anlattığı) türbin hikâyesiyle birlikte Almanya’ya bastığı gaz hacmini günlük 167 milyon metreküpten 100 milyona düşürdü; böylece Kuzey Avrupa’ya basılan toplam gaz kapasitesinin yüzde 47’si devre dışı kalmıştı. Şu anda, Kuzey Akım 1’in tamamen devre dışı kalmasıyla bu kapasitenin yüzde 76’sı işlemez durumda.

Bu durumda, Avrupa’nın motor ekonomisi olarak Almanya açısından biricik aklı başında çözüm, türbin meselesini bir an önce çözmek, bunun için gerekli sözleşme değişikliklerini hazırlayıp sunmak, Kuzey Akım 2’yi de bir an önce açmak olmalı. Ama makul, akıl kökünden türeyen bir kelime; akıl ise bir tane değil, farklı şeyleri hedefleyen farklı akıllar olabilir. Eğer az çok Alman konut tüketicisinin ihtiyaçlarını, geleneksel Alman sanayisinin üretime devam etmesini isteyen bir akıl olsaydı, bunları yapardı. Ama Avrupa’nın en büyük savaş kışkırtıcısı Yeşiller’in aklı, geleneksel Alman sanayisini savaş sanayisine çevirmek için işliyor. Bu nedenle, bu savaş kışkırtıcısı partinin eş başkanı ve Berlin hükümetinin dışişleri bakanı, eşi benzeri görülmemiş bir küstahlıkla, Alman seçmenine “umurumda değilsiniz” diyebiliyor.

8, “Söylemiş ve uyarmıştım, beni dinlemediler” 

Putin, büyük burjuvaziyi yurt dışındaki paralarını kaptırabileceklerini söyleyerek uyardığını, ama onların kendisini dinlemediğini vurguluyor. Böylece dikkat çekmek istediğim sekizinci ve sondan bir önceki noktaya geliyoruz. Bu, şundan ibaret:

1) Kremlin, büyük burjuvazinin “aşırı kârına” el koymak için “pazar mekanizmalarını ve enstrümanlarını” kullandıklarını ve kullanmaya devam edeceklerini vurguluyor. Bu, büyük burjuvazinin “mali blok” ile yürüttüğü bütün lobi faaliyetine rağmen başarılı olamadığını gösteriyor.

2) Kremlin, yurt dışında, offshore hesaplarında veya lüks yatlarda, katlarda, villalarda kaybolan milyarlarla ilgili hiçbir sorumluluk üstlenmiyor. Bu, Kremlin’e göre, iktidarın değil kaybedenlerin sorumluluğu. İlginç, zira kapitalizmin yapısal işleyişiyle çelişiyor; kapitalist devlet burjuvazinin sınıf iktidarıdır ve burjuvazinin çıkarlarını savunur, bu çıkarların nerede yattığına (dağın tepesinde, denizin dibinde, okyanustaki yatta veya İspanya’daki villada) bakmaksızın. Kremlin, büyük burjuvazinin yurt dışındaki servetlerinin soyulmasını da offshore hesaplarının Rusya’ya taşınması için kullanmaya çalışıyor. Bu, açıkça, Kremlin’in büyük burjuvaziden örgütsel bağımsızlığını, dolayısıyla bonapartist eğilimlerini koruyacağına yorulmalı. Nitekim bu eğilim, Putin’in metalurji sektörüyle ilgili soruya verdiği cevapta da ortaya çıkıyor.

Yazıyı daha fazla uzatmamak için ayrıntılarına değinmeyeceğim. İlgilisi, ağustos başında yazdığım uzun bir telegram notuna bakabilir. Mesele, madencilik sektörünün en büyüklerinin vergi yüklerinin azaltılması, fiilen sıfırlanması için, Sanayi ve Ticaret Bakanı D. Manturov aracılığıyla Kremlin’de lobi yapmasıydı. Kremlin o zaman boyun eğmeyi reddetmişti.

3) 24 Şubat’ın ilk haftasında Komsomolskaya Pravda’da yayınlanan bir yazı, “milli kapitalizm” vazederek dönemin ruhunu ele veriyordu. Bu diskurs daha sonra giderek yaygınlaştı, hâkim hale geldi. O zaman diskursun altının nasıl dolacağının belirsiz olduğunu vurgulamış ve bu durumu “altüst oluşun eşiğinde” diye tanımlamıştım. Şöyle demiştim:

“Bana öyle geliyor ki, Kremlin’in önünde iki ana yol ve ikisinin arasında da belirsiz bir patika var.

“Ana yollar şunlar: ya yakın bir zamanda dünya kapitalizmine entegrasyonun kaldığı yerden yeniden başlayacağına kanaat getirecek ve böylece büyük burjuvaziyle uzlaşma arayışına girecek; ya da sınıfsal altüst oluşu sınırlarına kadar zorlayıp ‘azami iktisadi hürriyete’ dayanan, orta burjuvaziyi fiilen tasfiye ederek küçük burjuvazinin yükselmesinin önünü açan, bu arada emekçi kitlelerde ortaya çıkabilecek hoşnutsuzluğu engellemeye yönelik önleyici tedbirler alacak.

“Muhtemelen bir ara patika bulmaya çalışacaktır; ama bu çok ince bir denge siyaseti gütmesini gerektirir. Derin bir kriz ortamında bu dengeyi sürdürmek çok güç. İçeride çatışmalı bir süreç olacaktır; çatışmadan başarıyla çıkmasının yolu da emekçi kitlelerin yoksullaşmasını önlemekten veya sınırlamaktan geçiyor.

“Demek ki bu biçimin başarılı olup olamayacağını söylemek için henüz çok erken. Teorik olarak evet; çünkü Rusya bu altyapıya ve teknoloji birikimine sahip, Sovyet özlemi ve sosyal adalet talepleri canlı. Fiiliyatta ise her şey çatışmanın boyutuna ve büyük burjuvaziye karşı tutuma bağlı.

“Ama eğer başarılı olursa, troykanın keyfiyet hukukundan bıkmış dünyaya 1950-1960’lı yılların “kapitalist olmayan yoluna” benzer muazzam bir etkide bulunabilir. Dolayısıyla, Rusya’nın içinde bulunduğu durum, bir kez daha, dünya çapında bir sarsıntı yaratabilir.”

Halen yeni bir şey yok. Halen bu patikada yürümeye devam ediyor, üstelik daha kendine güvenli.

Bu kendine güveni besleyen birinci neden, karşı tarafın, öncelikle de Avrupa’nın inanılmaz akıl çöküşü. Bu, Rusya’nın yaşadığı krizi daha az hissedilir hale getiriyor.

İkincisi, ekonomi idaresinin sistem içi olmakla birlikte Kremlin’den gelen talimatlara göre benzersiz ustalıkta bir teknokratik kapasitesi olduğunun ortaya çıkması. “Ekonomik bloğun” özellikle Merkez Bankası kanadı, belki de bu teknokratik özelliklere daha fazla sahip olduğundan, krizi ustalıkla hafifletmeyi başardı.

Üçüncüsü, faşist bir rejime karşı kurtuluş savaşı teması öylesine başarılı (ve aynı zamanda maddi olarak da öylesine dolu ve doğru) ki, Kremlin çevresinde benzeri daha önce görülmemiş ölçüde bir siyasi tahkimat ortaya çıktı; sol, Adil Rusya, Komünist Partisi ve bu ikincisinin çevresinde toplanan, ideolojik etkisi güçlü “sol yurtsever güçler” Kiev rejimine karşı antifaşist mücadeleyi öne çıkardılar. Bu, yapabilecekleri tek şey, ve tek doğru şeydi. Böylece deklase olan orta burjuvazi ve Kremlin’in gazabından korkan büyük burjuvaziden başka muhalefet odağı olarak hiç kimse kalmadı.

4) Son nokta, yukarıdaki ikinci madde yüzünden şimdilik çok önemsiz, ama ekonomik krizin derinleşmesi durumunda siyasi söylemin başlıca unsurlarından biri haline gelebilir, bu nedenle not etmek gerekli. Putin bu konuşmasıyla, 24 Şubat öncesi bütün kararların kesin sorumluluğunu da üstlenmiş oldu. Bu kararlar arasında 400 milyar dolara yakın döviz rezervinin batılı merkez bankalarda tutulmaya devam ederek çalınmasına neden olmak da var. Zira, içeride siyasi kriz halinde soru şu olacaktır: madem elinde istihbarat vardı, o rezervler neden kurtarılmadı?

9, Ukrayna’nın geleceği 

Dikkat çekmek istediğim son nokta bu, ve bu, en kısa not olacak. Rusya açısından mevcut Kiev rejimiyle barış olamayacağı, hiç değilse bugünkü durumda, yeterince açık; bu belki de, savaşın belki daha düşük yoğunluklu olarak, ama daha uzun bir süreye yayılacağı anlamına geliyor olabilir.

Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından 50’den fazla çevirisi var. “1945. SSCB-Türkiye İlişkileri” ve “Rusya: Çöküş, Yükseliş ve Dinamikler”in yazarı. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kırmızı Kedi, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de (ydh.com.tr) yayınlanıyor. @Hazal_Yalin

Medya Günlüğü

Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

Medya Günlüğü
Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

İlginizi Çekebilir

4,757BeğenenlerBeğen
666TakipçilerTakip Et
11,281TakipçilerTakip Et

Popüler İçerikler