Yazımın başlığı çok değer verdiğim bir arkadaşıma ait. Bugünkü yazımın konusuna uygun olduğu için kullandım.
Çocukluğum ağırlıklı olarak, ebeveynlerimle birlikte 19 yıl yaşadığım Şişli ile babaannem ve dedemin oturduğu Beşiktaş İlçesi’nin Levent mahallesinde geçti.
Geçen hafta bir gün, dört lise arkadaşımla dört saat kadar Kurtuluş, Bomonti, Şişli ve Osmanbey’in sokaklarında dolaştık, 12 kilometre yol yürüdük. Bu, gruptan üçümüz için kayıp cenneti aramaktı bir anlamda. Gezimizi Şişli Meydanı’ndan Osmanbey’e doğru bakıldığında, Halaskargazi Caddesi’nin sağ tarafı ile sınırlandırdık. Yolun sol tarafında kalan mezun olduğumuz Şişli Ondokuzmayıs İlkokulu’nu (artık zamanın ruhuna uygun olarak imam hatip ortaokulu oldu), okulun hemen çaprazında bulunan bir köşk içerisindeki, gruptan ben dahil iki kişinin doğduğu Pakize Tarzi Kliniği’nin yerini görmek içinse fırsatımız olmadı.
Sabah buluşma yeri olarak belirlediğimiz yer Pangaltı’daki Ramada Oteli’nin önüydü. Burası aynı zamanda Halasgargazi Caddesi ile Ergenekon Caddesi’nin kesiştiği yerdir. Çocukluğumuzda Pangaltı Hamamı ve Tan Sineması’nın bulunduğu bu noktadan Ergenekon Caddesi yönünde yürümeye başladık.
Bu yerle ilgili bir anekdotum var, unutmadan anlatayım. Sanırım 1962 yılıydı, ben yedi yaşındaydım. Dedemle sinemaya gidecektik. Filmin adı Feza Savaşları idi diye anımsıyorum. Dedemlerin oturduğu 3. Levent’ten bir otobüse bindik. Dedem harp malulü olduğundan otobüse ön kapıdan, ben ise arka kapıdan bindik. Dedeme hemen oturması için bir yer verildi. Nedense otobüs o gün bayağı doluydu. Tan Sineması’nın önüne geldiğimizde Feza Savaşları filminin afişini görüp, heyecanla otobüsten indim. Ancak, gideceğimiz sinema o değilmiş meğer. Dedem inmediğinden birden sokak ortasında tek başıma kaldım.
Halaskargazi Caddesi ile Ergenekon Caddesi’nin kesiştiği yerde trafiği yönlendiren polisin durduğu bir trafik polis noktası vardı. Dış çeperi Puro-Fay (o zamanın meşhur el sabunu ve mutfaklarda kullanılan temizleme tozu) reklamları ile kaplıydı.
Dikkatlice yanına gittim ve polise durumu anlattım. Beni noktanın içerisine aldı. Evin yolunu bilip bilmediğimi sordu. Ben de nedense, kendi evimizin değil de dedem ve babaannemin Levent’teki evinin adresini verdim (Yenilenmiş haliyle ben hâlâ o adreste oturuyorum) ve ‘50A, 51A veya L2 numaralı otobüsle gidiliyor’ dedim. Polis bana çok güvenmiş olacak ki, yoldan geçen bir 50A’yı durdurdu ve beni şoföre teslim etti. Biletçiye de 25 kuruş vererek bilet paramı ödedi. O zamanlar kent çok daha güvenliydi. Polis amcalara da güvenimiz tamdı.
Levent’te, eve geldiğimde babaannem panik halindeydi. Meğer dedem sokaktaki bir ankesörlü telefondan aramış, durumu anlatmış. Babaannem de Osmanbey civarında oturan ve telefonu olan tüm tanıdıklarına haber vermiş, herkes sokağa fırlamış, kimisi yaya, kimisi taksi tutarak beni aramaya başlamış. Kendi evimizde telefon olmadığından annem ve babamın ise henüz haberi yoktu. Ben ise, kimse beni bulmadan babaannem ve dedemin evine dönmüştüm. Neyse kızan filan da olmamıştı. Hatta böyle bir durumda ne yapmam gerektiği daha önceden bana anlatıldığından ve ben de harfi harfine uyguladığımdan tebrik edilmiştim.
Ramada Oteli’nden yürümeye başladığımız yer aynı zamanda Kurtuluş ve Feriköy semtlerinin girişi de sayılabilir. Bu bölgede mahalle, cadde, sokak ve okul isimlerinin milliyetçiliğe vurgu yapması hemen dikkati çekiyor. Tarihsel olarak ağırlıklı Rum, Ermeni ve Levantenlerin oturduğu, hâlâ da onların kültürünün tortularının hissedildiği bu bölgede, anlatıya göre İstanbul işgal altındayken Hristiyan tebaa bazı taşkınlıklar yapmış, işgalcilerle iş birliğinde bulunmuş. Bu nedenle de 1928’den sonra tüm eski isimler değiştirilmiş.
1960’lı yıllarda, İstanbul’un Müslüman ahalisi tarafından azınlıklar ya da ekalliyet olarak tanımlanan bu gruplar, bu semtlerde hâlâ yaygın olarak yaşamaya devam ederdi. Şarküteriler, pastaneler, doktor muayenehaneleri, marketler hep İstanbul’un azınlıklarına aitti. Yine anlatıldığına göre burada yerleşik olan, özellikle Rum asıllılar, 6-7 Eylül olaylarından sonra Türkiye’yi hızla terk etmeye başlamışlar. 1963’te Kıbrıs’ta patlak veren Kanlı Noel olaylarından sonra da bu ayrılış, devletin de zorlamalarıyla iyice hızlanmış.
Benim ilkokuldaki sınıfımda Dimitri isimli bir arkadaşım vardı. Kendisi ile ders çıkışında okulumuzun önünden geçen sokak ile bir üst sokakta, adanın etrafında tur atacak şekilde koşardık. İkimizin de o yaşta bile atletizme merakı vardı. Dimitri 1964’de birden ortadan kayboldu. Sonradan kimseye haber vermeden Yunanistan’a göç ettiklerini duyduk. Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de azınlık olmak zor…
Uzun yıllardır gitmediğim Ergenekon Caddesi’ndeki iki tanınmış mezeci, Tadal ve Tuşba, zamana meydan okurcasına yerlerini korumuştu. Aynı şekilde Halk Ecza(ha)nesi de yerli yerinde duruyordu. Ancak caddenin hemen girişinde sağdaki ilk sokaktaki balıkçı tezgahları uzun yıllar önce buradan ayrılmıştı. Zaten Marmara’dan da balıklar ayrılmadı mı?
Ergenekon Caddesi’nde bir süre ilerledikten sonra Latin-Katolik mezarlığının karşısından sola, Kurtuluş Caddesi’ne saptık. Bu caddede oldukça tanınmış olan Bahar Pastanesi’ni aradık. Gruptaki bir arkadaşımdan öğrendiğime göre bu pastanenin Paskalya çörekleri çok meşhurmuş. Ancak, sokaktan geçen bir kadın bize Bahar Pastanesi’nin yıllar önce kapandığı bilgisini verdi.
Caddeyi boydan boya yürüyerek Kurtuluş son durağa vardık. Burası benim çocukluğumda K1, K2 ve 70 nolu otobüs/troleybüslerin son durağıydı. K1, Kurtuluş, Taksim, Şişhane, Aksaray, Beyazıt Eminönü, Dolmabahçe, Taksim Kurtuluş ring seferini yaparken K2 de aynı ringi tersten yapardı. 70 numaralı sefer ise Tünel’e giderdi. Bu seferle benim de Tünel’de olan ortaokul ve liseme Kurtuluş’tan bazı arkadaşlarımız gelirdi. O zamanlar okul servisi diye bir şey daha icat olmamıştı. Dolmuş veya İETT araçlarını kullanırdık.
Semtin Kurtuluş’tan önceki ismi ise Tatavla. Kurtuluş son durakta Aya Dimitri Kilisesi var. Hemen karşısında da Kurtuluş Spor Kulübü. Rumların kurduğu bu kulüp, benim ortaokul ve lise yıllarımda, basketbolda, özellikle yıldız ve gençler kategorilerinde çok başarılıydı. İstanbulspor yıldız takımında oynadığım dönemde İstanbul play-off’unda Kurtuluş ile karşılaşmış, çok çekişmeli geçen bir maçın son saniyelerinde attığımız bir basketle iki sayı farkla kazanmış ve çok sevinmiştik. Kulübün önünden geçerken birden Spor ve Sergi Sarayı’nda buz gibi bir havada oynadığımız bu maç aklıma geldi. Spor ve Sergi Sarayı’nın kaloriferleri arızalı olduğundan 1. Lig maçlarında salonu dolduran seyirci mekanı nefesiyle ısıtırdı. Bizimki gibi seyircisi olmayan maçlarda ise kışın tam anlamıyla donar ve soğuktan hafiften morarmış ellerle şut atmakta oldukça zorlanırdık.
Daha sonra Kurtuluş ile Feriköy arasında kalan ara sokaklara daldık. Feriköy civarında uzun yıllardır Erzincan’dan gelen aileler oturuyormuş. Şimdi onlara Ordulular da katılmış. Lise yıllarımda buralarda bir yere engelli bir beyden İngilizce dersi almak için gelirdim. Çok iyi bir hoca olan bu bey bana Fitikidies adında Kıbrıslı bir Rum’un ”Common Mistakes in English” isimli kitabını önermişti. Türkler ve Rumlar İngilizcede genellikle aynı hataları yaptığından, bu kitaptaki bilgiler İngilizceme önemli bir katkı yapmıştı.
1960’lı ve 70’li yıllarda Ergenekon Caddesi’ne yakın olan sokaklarda orta gelir gurubuna ait aileler otururken, Feriköy’e doğru fakirlik ön plana çıkardı. Bu bölgede derme çatma apartmanlara ek olarak imalathaneler de bulunurdu. Bu da etrafın kir pas, çöp içinde olduğu, mezbelelik bir ortama neden olurdu.
Ülkeye on yıllar içerisinde gelen refah, belediye hizmetlerindeki düzelme, bu bölgeye de çok olumlu yansımış. Özellikle son iki dönemde seçilen aydın belediye başkanları bölgeyi ayrı bir kimliğe kavuşturmuş. Artık asfaltlar bakımlı, çöpler ayrıştırılıyor ve düzenli toplanıyor, sokaklar tertemiz.
Aya Lefter Rum Ortodoks Mezarlığı’nın ön duvarını takip ederek Şişli istikametine yürümeye devam ettik. Buralarda çocukluğu geçen arkadaşlarımdan biri, mezarlığın zamanında çok saldırıya uğradığını, mezar taşlarının üzerine konan fotoğrafların sürekli söküldüğünü, kırıldığını anlattı. Artık gerekli güvenlik tedbirleri alınmış olmalı ki şimdi böyle bir şey yok. Dini ve şovenist nefret mezar taşındaki fotoğrafı bile rahat bırakmıyor ve bu dünyanın pek çok yerinde böyle. Azınlıklara mezarda bile rahat yok anlayacağınız.
Yürüyüşümüze Bomonti’nin arka sokaklarında devam ettik. Bu vesileyle, merak edenler için Bomonti isminin nereden geldiğini açıklayayım.
İki üç yıl evvel İsviçre’nin Bern kentinde yine uzun bir yürüyüşe çıkmıştım. Türkiye Büyükelçiliği’nin hemen yakınındaki bir sokağın (Kalchenweg) girişinde bir ok gördüm, üzerinde Villa Bomonti yazıyordu. Merak edip araştırınca Bomonti semti ile ilişkisi ortaya çıktı.
İsviçreli girişimci Walter ve Adolf Bomonti kardeşler Abdülhamit devrinde sarayın buz yükleniciliğini yapıyorlarmış. Saraydaki ilişkilerii vasıtasıyla İstanbul’da bir buz üretim tesisi ve bira fabrikası için izin almışlar. Böylece Abdülhamit de Uludağ’dan getirilen buzu kullanmaktan kurtulmuş. 1894’de faaliyete geçen fabrika son derece karlı bir yatırım olmuş. Bu işten çok para kazanan Bomonti Kardeşler 1910’da fabrikayı satarak İsviçre’ye geri dönmüşler. Kardeşlerden Walter de kazandığı paranın bir kısmıyla Bern’de Villa Bomonti’yi inşa ettirtmiş. Özetle Bomonti semtinin ismi İsviçreli bira üreticisi iki erkek kardeşten geliyor.
Bira fabrikası da son dönemlerde Türkiye’yi saran anlayıştan payını almış. Bir kısmı yıkılmış ve ciddi bir gereksinmeden olacak, 2019’da Diyanet İşleri Başkanlığı’na yeni bir bina yapması için devredilmiş. Fabrikanın diğer bir bölümü ise bir iç avluya bakacak şekilde eğlence mekanına dönüştürülmüş; Bomontiada ismiyle hizmet veriyor. İlginç lokantalarıyla, kafeleriyle hoş bir mekan.
Bu bölge şimdi gökdelenlerle dolu. Divan ve Hilton’un iki büyük oteli de burada. Bira fabrikasına ek olarak eskiden kalan bir yapı daha var burada. Halk arasında Fransız Fakirhanesi olarak bilinen, bugün Bomonti Huzurevi olarak hizmet veren tarihi yapı 1892’den beri, Fransa’da 1839’da kurulmuş olan Petites Soeurs de Pauvres (Yoksulların Küçük Kız Kardeşleri) adlı bir Hristiyan cemaati tarafından yönetiliyor.
Yürüyüşümüze Sıracevizler Caddesi’ni takip ederek Şişli yönünde devam ettik. Eskiden Kervan Sineması’nın bulunduğu yerde yeller esiyordu. Çok uzun yıllar önce kapanmıştı. Kervan Sineması deyince aklıma küçükken anneme sorduğum sorular gelir.
Bir gün annemle sinemanın önünden geçerken ilginç isimli bir film afişi dikkatimi çekmişti; ”İlk Göz Ağrısı”. Sanırım 1963 yılıydı. Afişteki artistlerin, Ayhan Işık, Belgin Doruk ve Sadri Alışık olduğunu sonradan öğrenmiştim. Anneme, bana muamma gibi gelen bu filmin isminin ne anlama geldiğini merakla sormuştum. Göz nasıl ağrırdı? Daha önce hiç göz ağrımamışken şimdi birden nasıl ağrımaya başlamıştı? Gözü ilk ağrımaya başlayan afişteki artistlerden hangisiydi? Gözü ağrıyanı nasıl tedavi etmişlerdi? Aspirin alınsa bu ağrı geçmez miydi? Niye filmini çekmişlerdi?
Üstüne üstlük, bir akşam annem ve babam, yakınımızda oturan arkadaşları Mizyal ve Samim Göreç ile bu filme gitmeye karar verince, ben de gitmek istemiştim. Ancak, “yaşın müsait değil” gerekçesiyle reddedilmiştim. Film dönüşü de bana ilk göz ağrısı ile ilgili hiçbir bilgi vermemişlerdi.
Kervan Sineması’nın biraz ötesinde köşede bir bisküvi fabrikası bulunurdu. Fabrikadan zaman zaman güzel bisküvi kokuları yayılırdı. O zamanlar Sıracevizler Caddesi’nin bir altındaki sokaklarda da hep fabrikalar, imalathaneler yer alırdı.
Ben on yaşına gelene kadar Sıracevizler Caddesi’nin paralelinde olan Perihan Sokak’ta oturduk. Önümüzde, sokağımızı dikine kesen toprak yoldan sabah erken saatlerde kadın işçiler yürüyerek Sıracevizler Caddesi’nin köşesindeki bisküvi fabrikasına çalışmaya giderlerdi. Babam evden çıkmadan önce bu işçi kadınlara bakar ve ‘Bir gün uyanacaklar ve Türkiye işte o zaman ayağa kalkacak’ derdi. O dönem annem ve babam hep Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) oy verirlerdi. Biz bugün hâlâ o kadınların ve erkeklerin uyanmasını bekliyoruz…
Bizim giriş katında kirada oturduğumuz dairenin bulunduğu Dede Apartmanı yıkılmış ve aynı isimle yeniden yapılmış. Karşımızdaki sokağın köşesinde bulunan ve iş makinalarıyla temel çukurunun kazılışını ilgiyle izlemiş olduğum apartman ise yerli yerinde duruyor. Bu apartman bittikten sonra ilk taşınanlardan biri Lefter Küçükandonyadis olmuştu. Kırmızı, üstü açılabilen bir Volkswagen spor arabası vardı. O zamanların Fenerbahçe taraftar tezahüratlarından biri, “Ver pasını Lefter’e, yazsın deftere’ idi. Milli takımın da kaptanı olan Lefter gerçek bir yıldız, gerçek bir beyefendiydi.
Apartmanımız Selahaddin Bey’e aitti. Emlak varlığı olan bu beyin davalarına avukat olan babam bakardı. Karşılığında da rayicin altında bir kira öderdik. Zor yıllardı. Babam Sultanahmet’te olan yazıhanesinden akşam altıda çıkar, Eminönü’ne yürüyerek iner, oradan bir dolmuşla Şişli’ye gelirdi. Bazen gelmesi sekizi geçerdi. 1998’de ölmeden hemen önce yaptığımız bir sohbette, geç geldiği günler cebinde parası olmadığından Sultanahmet’ten Şişli’ye yürüdüğünü öğrendiğimde çok üzülmüştüm.
Dede Apartmanı ile ilgili bir anım da komşularımızla ilgili. Sokakta ve apartmanda pek çok Musevi otururdu. Çok gürültücü ve etrafı rahatsız eden kişilerdi. Balkon yıkarken, temizlik yaparken alt kattakilere dikkat etmezlerdi. Annem özellikle üst kattan atılan çöplere, balkon yıkanırken akıtılan pis sulara, silkelenen halılara çok kızar, bazen tavana vurur, bazen camı açıp söylenirdi. Anneme göre bunlar, Balat’tan Galata’ya gelen, oradan da zenginleştikçe Şişli’ye göç eden bir guruptu ve entelektüel olarak daha yeterince olgunlaşmamışlardı. Apartman yaşamına ise yabancılardı. Kendi yahudi arkadaşlarına hiç benzemiyorlardı. Mahallemizde o kadar çok Musevi vardı ki pazara manava gittiğimizde bizi tanımayan esnaf anneme “madam” diye hitap ederdi.
1960 darbesi olduğunda ciddi bir sokağa çıkma yasağı uygulanmıştı. Bazen sadece ekmek almak için birkaç saatliğine dışarı çıkmaya izin veriliyor, sokaklarda askerler devriye geziyordu. Beş yaşına basmak üzereydim ve böyle bir pazar günü evde çok sıkılmış, annem ve babamdan izin alarak sokağa çıkmış, boş sokakta oyuncak tahta kamyonumu iple çekerek apartmanın önünde oynuyordum. Bir ara başımı kaldırdığımda karşımda devriye gezen iki eri görünce çok korkmuş ve ağlamaya başlamıştım. Başımın askerler tarafından okşanmasıyla olayı atlatmıştım.
Yürüyüşümüz Şişli’nin arka sokaklarda diğer arkadaşlarımın oturduğu apartmanların önlerinden de geçerek Halaskargazi Caddesi’nde sona erdi. Osmanbey’den eve gitmek üzere metroya bindiğimde Kayıp Cennet’te geçirdiğim bir günü değişik duygularla geride bırakıyordum.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.