Metin Gülbay
Başlığı Christine Isom-Verhaaren’in Kitap Yayınevi tarafından çevrilen yapıtından aldım. Kitabın özgün adı “Allies With The Infidel: The Ottoman And French Alliance In The Sixteenth Century.” Yani “Kâfirlerle Müttefik: 16. Yüzyılda Osmanlı Fransız Anlaşması”.
Burada “kâfir” Osmanlı oluyor, ittifak yapan da Fransa Kralı 1. François. Dönem 16. yüzyıl.
Fransa Kralı 1. François (Fransua okunur) Kutsal Roma Germen İmparatoru 5.Karl’a karşı, hani bizim bildiğimiz adıyla Şarlken’e karşı zorda kaldığı için Osmanlı Sultanı Kanuni Süleyman ile bir anlaşma yaptı. Tabii Şarlken ve yandaşları bu anlaşmayı Hristiyan bir kralın Müslümanlarla ittifak yapıp Hristiyanlara karşı savaşması olarak lanse etti ve bu görüş Avrupa kamuoyunda büyük destek gördü. Öylesine destek gördü ki, bu görüş Batılı tarih yazımını da etkisi altına alarak çok uzun bir süre 1. François’nın hain olarak yaftalanmasına yol açtı.
Yirminci yüzyılın sonlarına doğru yayımlanan yapıtlarda bile bunun izleri görülmektedir.
“Kâfirlerden destek alan Hristiyanların Hristiyanlara karşı savaştığını görmek o dönemde pek çok kişi için yeterince korkunçtu ama daha da kötüsü başa gelecekti… Netice itibariyle Toulon sekiz ay boyunca bir Türk kolonisi haline geldi… Bir Hristiyan kentinin camisiyle, esir pazarıyla bir Müslüman kentine dönüşmesine tanık olanlar şaşkınlık içinde kaldı.
O da (François) Fransız Türk varlığından utanç duymaya başladı, çünkü bu durum evrensel olarak aşağılanmasına ve Provence’lı uyruklarının pek çok şikayetine yol açtı.” (1)
Şarlken yanlıları olaya böyle bakarken Fransız kaynakları böyle bakmıyordu. Onlar Osmanlılarla yaptıkları anlaşmanın gayet uygun ve kendileri için yararlı olduğunu düşünüyordu. Tabii sonra bu görüşleri değişti ama o dönemde böyle düşünüyorlardı. Yapıtın yazarı ise “Osmanlılar ve onların Avrupa’daki çağdaşları, 15. yüzyılda olayların gerektirdiği bir defalık gayrı resmi ilişkilerden, 16. yüzyılda iki güçlü hükümdar, Osmanlı Sultanı Süleyman ile Fransa Kıralı 1.François arasındaki resmi bir ittifaka doğru evrilen bir ittifaklar örüntüsü içinde birleştiler” diyor. (2)
Verhaaren ne demek istiyor bu sözleriyle, isterseniz ona da bakalım.
“Dorothy Vaughn bu örüntüleri elli yıldan uzun bir süre önce betimlemiştir. Onun betimlemeleri daha sonraki tarih yazımını pek etkilememiş ama Osmanlı donanmasının kışladığı Toulon betimlemesi, doğru olmamasına karşın R. J. Knecht ve J. R. Hale tarafından benimsenmiştir.” (3)
François’nın ülkesini ve tacını korumak için yaptığı diplomatik hamlenin nasıl din eksenine çekilerek alt edilmeye çalışıldığını görürüz bu ittifaka yönelik eleştirilerde. Osmanlı o dönemde Avrupa’nın en etkili güçlerinden biriydi ve aslına bakılırsa François, Şarlken ve Kanuni Avrupa siyasetine hükmeden liderlerdi. Bunlardan birinin diğerine saldırması geri kalan ikisinin ittifak yapmasına yol açacaktı ki öyle de oldu. Şarlken’in François’ya yaptığı şey de buydu ama onun Osmanlı sultanı ile ittifaka girmesini Hristiyan bir kralın Müslümanlarla Hıristiyanlara karşı savaşması olarak lanse etmek Şarlken için daha basit ve etkili bir yol olarak göründü. Bu yüzden de yüzyıllara damgasını vuracak yalanlar ve yanlış anlatımlar devreye sokuldu.
Verhaaren konuyu şöyle yorumluyor yapıtında:
“Hristiyan bir kralın bir başka Hristiyan hükümdara karşı Müslüman bir sultanla 16. yüzyılda kurduğu Osmanlı-Fransız ittifakı, Rönesans diplomasisinin kurallarından heyecan verici bir sapma olarak değerlendirilmiştir. Burada bu algının hem Avrupa merkezli, hem de anakronik (çağı geçmiş, M.G.) olduğu, çünkü 19. ya da 20. yüzyıla ait bir dünya görüşünü 15 ve 16. yüzyıllara yansıttığı savunulmaktadır. Bu ittifak ne bir sapmaydı, ne de 16.yüzyılda Haçlı söylemi yerine siyasal gerçeklerle uğraşan kişiler tarafından heyecan verici görülmüştü. Osmanlılar, farklı siyasal ve kültürel sistemlerine karşın 15 ve 16. yüzyıl Avrupa Akdeniz dünyasının dışında yer almıyor, tam tersine, onun temel bir bileşenini oluşturuyordu. Osmanlılar ile Fransızlar müttefiklerine yalnızca farklı dinlere bağlılık açısından değil, birçok başka açıdan da bakıyorlardı ve dinsel farklılıkları ortak düşmanlarına karşı ortak askeri harekâta girişmelerine engel olmadı.” (4)
Fransa Kralı bazı yalpalamalarına rağmen ittifaka ihanet etmedi. Çünkü Şarlken’e karşı çıkabilmesinin tek yolunun Osmanlıların gücünü kullanmak olduğunu biliyordu.
Avrupa’da o dönem var olduğu söylenen olumsuz Türk imajının doğru olup olmadığına da bir göz atmakta yarar var. Yazılarımda sürekli olarak Avrupalı gezginlerin Osmanlı’ya yaptıkları seyahatleriyle ilgili gözlemlerini aktarmaya çalışıyorum. Açık söylemek gerekirse birçok olumsuz görüşe karşın tüm yazarlarda bir nefret dili, her şeyi kötü yapan bir toplumdan söz ettiklerini görmedim. Hatta askeri disiplin ve adaletin Osmanlı Devletinde Avrupa’daki ülkelere göre daha hızlı sağlanmasına ilişkin övgü dolu cümlelere de rastladım.
Aslında ben konuşmayayım da daha ikna edici olsun. Clarence Dana Rouillard “The Turks in French History, Thought, and Literature” (1520-1660) adlı çalışmasında 16 ve 17. yüzyıllardaki Fransız gezi yazarlarının görüşlerini değerlendirir.
“Seyahatnamede yalnızca Türk sivil ve askeri disiplininin değil, onun altında yatan ince ahlâkî niteliklerin de sürekli hayranlıkla anılması, özellikle bu hayranlığın çoğu kez Fransız ya da Hristiyan kurumlarının ve uygulamalarının sivri bir eleştirisine dönüştüğü durumlarda, akıllı okurların bazı değer uyarlamaları yapmalarına yol açmamış olamaz. Kendinden hoşnut kayıtsızlığın son sığınağı olan Hristiyan’ın kâfirden üstünlüğü kabulü bile Türklerin üstün ibadet, saygı, oruç ve hayırseverlik şevkinin ortaya çıkmasıyla sarsılmıştı.” (5)
Osmanlı’ya karşı zıt iki görüşün ortaya çıkmasına neden olan şey neydi peki?
Konuyu araştıran uzmanlara göre tarih yazıcıları değil edebiyatçıların görüşlerine prim verilmesi nedenlerden birini oluşturuyordu. Çünkü edebiyatçılar gerçekleri yazmak zorunda değillerdi ve kitlelerin hoşuna gidecek biçimde anlatıyorlardı olayları. Tabii eğip bükerek, yanlış şeyleri gerçekmiş gibi sunarak. Krallar ve devlet yetkilileri de toplumun hoşuna giden görüşlere karşı çıkmayı iktidarlarını korumak adına yapmıyorlardı. Onlar da aynı edebî hikayeleri tekrarlayarak yalanlara ortak oluyorlardı. Halbuki dönemin görgü tanıklarının yapıtlarına başvurarak tarihi anlatsalar onların Osmanlı Fransız ilişkilerini hele Osmanlıları hiç de anlatıldığı gibi betimlemedikleri görülecekti ama bu asla yapılmadı.
Ancak bazı tarihçiler anlatılanlarda bir gariplik olduğunu sezip dönemin tanıklarına başvurmaya başladı ve o zaman işte Verhaaren gibi yazarlar çıktı ortaya. Ama popüler olamadılar çünkü Avrupa halklarının hislerine “tercüman” olmuyorlardı. “Barbar Türkler” söylemi daha çok tutuyordu. İğneyi kendimize batırmak adına söyleyeyim, Osmanlıların yaptığı bazı şeyler de bu söylemin tutmasına neden olmuyor değildi. Osmanlı’da örneğin köle pazarları 20. yüzyıla kadar devam etti.
“Osmanlı’da köle edinilen ana kaynaklar Güney Avrupa, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkasya’daki savaşlar, siyasi olarak organize edilmiş köleleştirme seferleri ve Afrika’dan getirilen siyahilerin satıldığı köle ticaretiydi. Büyük askeri seferlerin ardından köle satış fiyatlarının düştüğü bilinir. Osmanlı İmparatorluğu’nun idari ve siyasi merkezi olan İstanbul’da, 16 ve 17. yüzyıl nüfusunun yaklaşık beşte biri kölelerden oluşuyordu. Bu yüzyılların gümrük istatistikleri, İstanbul’un Karadeniz’den yaptığı ilave köle ithalatının 1453’ten 1700’e kadar toplam 2,5 milyon civarında olabileceğini gösteriyor.” (6)
Hemen belirtmeliyim ki Osmanlı’da yeniçeriler de köleydi, sadrazamların, vezirlerin çoğu da. Yani köle deyince Spartaküs filmini hatırlamayın. Osmanlı’da kölelik kurumu farklıydı. Yine de İstanbul’un 16 ve 17. yüzyıl nüfusunun yaklaşık beşte birinin kölelerden oluşması inanılmaz gelmiyor mu size de?
“Esirciler olarak adlandırılan ve Osmanlı topraklarında köle ve cariye ticareti yapan kişiler özellikle I. Murad döneminden (1326-1389 arası yaşadı, M.G.) itibaren görülmeye başlanmıştır. Savaşların akabinde devletin beşte birlik payının dağıtılmasının ardından kalan esirler, savaş meydanlarında tacirlere satılıyorlardı. Burada satılamayanlar ise merkez şehirlerde esircilere ya da satın alma gücüne sahip olan kişilere satılıyorlardı. Kaçırma yoluyla köle yapılanlar da yine merkez şehirlerdeki esir tacirlerinde toplanırlardı. Esir alıp satmak serbest olduğundan, esircilik bir meslek haline gelmiş ve bu meslek grubunun başına ‘Esirciler Kethüdası’ getirilmişti. Esircilik kârlı bir işti ve bu işi yapanlar zengin tüccar grubundan sayılıyorlardı. Her isteyen esirci olamıyordu. Esirci esnafının iyi tanınması gerekiyordu. Kanuna aykırı hareket eden veya kölelere kötü muamelede bulunanlar bu meslekten atılıyordu. Meslekten atılmanın hafif bir ceza kabul edildiği durumlarda, suçluların esir pazarının kapısına asıldıkları da görülüyordu. Özellikle kadın esircilerin hareketleri çok sıkı kontrol ediliyor, kanuna aykırılıklar önlenmeye çalışılıyordu. Alınan tüm tedbirlere rağmen köle ticaretindeki suiistimaller engellenememiştir.
Diğer esnaf grupları gibi esirciler de bir loncada toplanmıştı; kethüdaları, yiğitbaşıları vardı. Ünlü bestekâr ve musikî ustası Mustafa Itrî Efendi de, Esircilik Kethüdalığı yapmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda; kölelerin alınıp satıldığı yerlere esir pazarları deniyordu. İlk dönemlerde yerleşik olmayan esir pazarları bulunuyordu. Panayırların bir bölümünde esir ticareti yapılmaktaydı. İlk esir pazarı Bursa’da kurulmuştur. II. Mehmed dönemine kadar dağınık ve düzensiz bir şekilde sürdürülen esir ticareti, İstanbul’un fethinden sonra düzene girmiştir. Sınırlar genişledikçe; Edirne, Macar-Osmanlı sınırına yakın şehirler, Midilli, Batı Afrika’da Dorfur şehri ve Mısır esir ticaretinin merkezleri olarak ön plana çıkmıştır. İstanbul’da ise; ilk esir pazarının bugünkü Haseki semtinde kurulduğu ve esir ticaretinin III. Murad döneminde eski ve yeni bedestenler içerisinde merkezileştiği tahmin edilmektedir.
Bir ilke olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslimlere Müslüman köle satmak yasaktı. Ancak buna rağmen gayrimüslimlerin Müslüman köle aldıkları görülmekteydi. Gayrimüslimlerin, Müslüman olmayan köleleri alıp satmaları ise serbestti.” (6)
Şimdi sıkı durun, kölelik Osmanlı’da hiç sona ermedi desem inanır mısınız? Evet yasaklama kararları var ama pratikte kölelik devam etti. Ne zamana kadar mı, şaşıracaksınız ama… neyse kaynaklardan aktarayım iyisi mi…
“Jön Türkler, 20. yüzyılın başlarında kölelik karşıtı bir duruş sergiledi. II. Abdülhamid’in şahsi köleleri 1909’da serbest bırakıldı ancak hanedan üyelerinin kölelerine bir müdahalede bulunulmadı. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nde köleliği yasal olarak sona erdirdi. Türkiye, köleliğin sona ermesine ilişkin 1926 tarihli Milletler Cemiyeti’nin bir sözleşmesini onaylamak için 1933’e kadar bekledi. 1930’lu yılların başında kızların yasa dışı yolla satıldığı ihbar edildi. Köleliği açıkça yasaklayan mevzuat, 1964’te kabul edildi.”
Cumhuriyet döneminde kölelikle ilgili bir Birleşmiş Milletler yani o zamanki adıyla Milletler Cemiyeti kararını onaylamak için niye 1933’e kadar beklendi sorusunun yanıtını bilmiyorum. Hele köleliği açıkça yasaklayan mevzuatın 1964’te kabul edilmesine ne demeli? Görüldüğü gibi Avrupalıların eline epey malzeme vermişiz değil mi!
Yine esas konumuza dönelim. Osmanlılar ve Fransızlar ittifak kurmadan önce birbirleriyle mücadele eden güçlerdi. 1520’den önce en azından İtalya’da karşı karşıya gelmişlerdi. Birbirlerini yenerek İtalya’ya egemen olmaya çalışıyorlardı ancak sonuç alınamıyordu, ki birden durumu değiştiren bir şeyler oldu ve iki ülkeyi birbiriyle ittifaka zorlayan “sorun” ortaya çıktı.
“Ghentli Charles (Karl) beklenmedik bir biçimde dedelerinin bütün topraklarında -1515’te Burgonya’da, 1616’da Amerika’daki İspanyol topraklarıyla birlikte Kastilya ve Aragon’da ve 1519’da Avusturya’da, tahtın sahibi oldu; aynı yıl seçimle Kutsal Roma Germen İmparatoru unvanını da elde etti. Böylece 1.François’yla başlayarak Fransız kralları Avrupa’da Habsburgların kuşatması altına girmekle karşı karşıya kaldı. Osmanlı tahtına 1520’de çıkan ve hemen batıya yönelen Süleyman da artık Doğu Avrupa’da, Kuzey Afrika’da ve Akdeniz’de Habsburg tehlikesiyle karşı karşıyaydı. François ile Süleyman’ın, İtalyan topraklarında da iktidarın mirasçısı olan Habsburg hükümdarı V. Karl’a karşı koymak için ittifak yapması, güç dengesindeki bu beklenmedik değişikliğe gösterdikleri kaçınılmaz değilse bile mantıklı tepki olarak görülebilir.” (7)
Sanırım iki ülkenin neden ittifak kurmak zorunda kaldıklarını anladık. Bu arada aynı yapıtta 16.yüzyılın ünlü tarihçisi Mustafa Āli’nin Osmanlı kimliğini nelerin oluşturduğuna ilişkin görüşlerine rastladım. Paylaşmamda yarar var.
“Osmanlı İmparatorluğu’nun parlak günlerindeki çeşitli Anadolu halkları… Türk ve Tatar kavimlerinden ayrı değildir, güzide bir millet ve latif bir ümmettir, devletlerinin kökeni açısından mümtaz oldukları gibi, dindarlıkları, temizlikleri ve akideleri ile de öne çıkarlar. Bundan başka, Anadolu vilayetleri sakinleri karışık kökenlidir. Āyānı (taşranın kodamanları, eski idareciler veyahut bir şekilde sivrilmiş sözü geçip saygı gören insanlar, M.G.) arasında sonradan Müslüman olmuş bir kimse olmayan azdır... anne ya da baba tarafından şecereleri Allah’a şirk koşana dayanır. Sanki iki cins meyve ağacı vuslata ermiş de bunun semeresi olan meyve bir şah incisi gibi büyük ve sulu olmuştur. Atalarının en güzel özellikleri dış güzellikleriyle ya da manevi marifetleriyle ortaya çıkar.” 8
Mustafa Āli’nin bu satırlarını okurken herkesi Türk yapmaya çalışan İlber Ortaylı hoca geldi aklıma. Komik adamdı, bilirim, okuldan yani…
İşte böyle…
Ben Metin Gülbay, herkese keyifli bir hafta sonu dilerim.
Manşet fotoğrafı: Fransız Kralı I. François (solda) ve Kanuni Sultan Süleyman Fransa-Osmanlı müttefikliğini başlatmışlardır. Her ikisi de ayrı ayrı Titian tarafından resmedilmiş ve resimler mizansenle bir araya getirilmiştir. (1530)
KAYNAKLAR
1-R.J Knecht, Francis 1 (Cambridge University Press, 1982), 365-66.
2-Christine Isom-Verhaaren, Kâfirle İttifak, s.12, Kitap Yayınevi.
3-D.Vaughn, Europe and the Turk: A Pattern of Alliances 1350-1700 (Liverpool: University Press, 1954; New York: AMS Press, 1976.) s.12’de 5 nolu dipnot.
4-Verhaaren, s.12.
5-Verhaaren, s.17.
6-Islam and Abolition of Slavery, William Gervase, Clarence-Smith, 2006. https://books.google.gr/books?id=ZW9DjTAox6EC&lpg=PP1&hl=pt-BR&pg=PA110#v=onepage&q&f=true
7-Vehaaren, s.36.
8-Mustafa Āli, Künhü’l-Ahbar, Verhaaren, s.73.