Kadın ve erkek olmanın anlamı, insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar pek çok düşünür, bilim insanı ve kültürel öğreti tarafından sorgulanmıştır.
İki cinsiyet arasındaki farklılıkların kökeni, biyolojik temellerden toplumsal yapılar ve kültürel normlara kadar bir dizi faktörle açıklanmaya çalışılmıştır. Ancak, bu sorunun yanıtı sadece biyolojik bir perspektiften ibaret değildir; cinsiyetin rolü, toplumsal beklentiler, tarihsel süreçler ve felsefi düşüncelerle de derin bir şekilde ilişkilidir. Kadınla erkeğin varlığı, hem evrimsel bir süreç hem de kültürel bir inşa olarak karşımıza çıkar.
Peki, gerçekten neden kadın ve erkek olarak varız?
Bu soruyu anlamaya çalışırken biyolojik, evrimsel, toplumsal ve kültürel perspektifleri bir arada ele alarak cevaba ulaşmak mümkün görünüyor. Bu sorunun cevabı, insanların neden kadın ve erkek olarak ayrıldığı, bu ayrımın biyolojik temeli, genetik ve üreme sistemleri farklarına dayanır. Erkekler ve kadınlar, farklı cinsiyet kromozomlarına (XY ve XX) sahiptir ve bunun sonucu olarak farklı hormonal yapılar ve üreme organları gelişmiştir.
İşte bu biyolojik, evrimsel faktörler, kadın, erkek arasındaki fiziksel farklılıkları şekillendirmiş, toplumsal normlar ve kültürel yapıların etkisiyle bu farklılıklar zamanla daha da derinleşmiştir. Günümüzde, kadın ve erkek olmanın ötesinde, cinsiyetin daha geniş bir bakış açısıyla değerlendirildiği bir anlayış var. İnsanlar sadece biyolojik özelliklere göre değil, toplumsal cinsiyet kimliği, cinsel yönelim ve bireysel tercihleriyle de kendilerini ifade ediyor. Bu durum, kadın ve erkeği yalnızca biyolojik varlıklar olarak değil, aynı zamanda toplumsal rolleri, işlevleri bulunan bireyler olarak tanımlamamıza yol açıyor. Erkeklerin gücü, cesareti ve dışa dönük rolleri; kadınların ise annelik, duygusal zeka ve içsel dünyanın temsilcisi olarak toplumsal yapıda yer edinmeleri, toplumsal düzenin biçimlenmesinde önemli rol oynamıştır.
Din, mitoloji ve felsefe gibi inanç temelli sistemler, kadın ve erkeğin varlıklarını, farklılıklarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini açıklamaya çalışmıştır. İlkel dinlerde kadınların rolü ve toplumdaki statüsü, büyük ölçüde toplumun yapısına, coğrafi konumuna ve dönemin yaşam koşullarına bağlıydı. Ancak genel olarak, ilkel dinlerde kadınların doğayla, annelikle ve üretkenlikle ilişkilendirilen özel bir yeri vardı. Doğurganlık tanrıçaları, eski kültürlerde yaygın bir figürdür. Bu tanrıçalar, yaşamı ve doğanın döngüsünü sembolize ederdi. Kadınların doğurganlık döngüleri, mevsimlerin ve tarımsal döngülerin tekrarıyla ilişkilendirilirdi. Bu durum, kadının yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir güce sahip olduğuna dair inançları da doğurmuştur. Kadınlar, doğanın ve dünyadaki dengeyi sağlayan varlıklar olarak görülürken, erken dönem Animizm ve Şamanizm gibi inanç sistemlerinde kutsal figürler, rahibeler veya şamanlar olarak toplumda saygı görmüşlerdir.
Ancak, birçok dinin kutsal metinlerinde kadınlar genellikle daha düşük bir statüye sahip varlıklar görülmüş ve erkeklere göre daha az hakka sahip oldukları kabul edilmiştir. Yahudilikte kadınlar, genellikle erkeğin gözetimi altında kabul edilmiştir ve dini ritüellere katılımları sınırlıdır. Hristiyanlıkta, özellikle Orta Çağ’dan itibaren kadınlar, genellikle erkeklerin yanında daha “aşağı” ve “zayıf” varlıklar olarak görülmüştür. İncil’deki Adem ve Havva hikayesi, kadınların insanlık tarihindeki ilk günahı işledikleri ve bu yüzden “günahkar” oldukları düşüncesini pekiştirmiştir. İslam’da ise kadın ve erkek arasında biyolojik ve toplumsal farklılıkların olduğu belirtilmiştir. Kimi ayetler kadının erkeğe itaatini vurgularken, erkeklerin kadınlar üzerinde koruyucu olduğu ifade edilmiştir (Nisa Suresi 34 ayet). Budizm ve Hinduizm’de de kadının rolü genellikle ikinci planda kalmış, kadınlar dini liderlik pozisyonlarına gelmekte engellenmiştir. Budist metinlerde, kadının bedensel yapısının “kirli” olarak görülmesi, onların manevi açıdan erkeklerden daha düşük olduğu düşüncesi vardır.
Tarih boyunca birçok filozof, kadınlar hakkında cinsiyetçi ve olumsuz görüşler dile getirmiştir. Bu düşünceler, dönemin toplumsal yapıları, erkek egemen düzenin etkisi ve filozofların kalıtsal özelliklere dayalı anlayışlarından kaynaklanmıştır. Kadına dair bu yaklaşımlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştirmiş ve kadınların haklarını kısıtlayan ideolojilere zemin hazırlamıştır.
Aristoteles, Platon, Thomas Aquinas, Jean-Jacques Rousseau, Immanuel Kant, Arthur Schopenhauer, Freud ve Nietzsche gibi birçok düşünür, kadını “duygusal, istikrarsız ve eksik” bir varlık olarak tanımlamıştır. Bu düşünürler, kadının düşünme ve muhakeme yapma kapasitesinin erkeklere göre daha zayıf olduğunu savunmuş, liderlik yapma yetisinin olmadığını iddia etmişlerdir. Aristoteles, “eksik erkek” olarak tanımladığı kadınların düşünme ve muhakeme yapma kapasitesinin erkeklere göre daha zayıf olduğunu ileri sürmüştür. Schopenhauer, kadınların duygusal ve irrasyonel (akıl dışı) olduğunu savunurken, Nietzsche, kadınları “tehlikeli ve manipülatif” olarak nitelendirmiştir. Harvey Kellogg gibi modern çağ düşünürleri de kadınların eğitim ve iş hayatındaki rollerine karşı çıkarak, kadınların yalnızca ev içindeki rolleriyle sınırlı kalmaları gerektiğini savunmuştur. İslam düşünürlerinden Mevlana ve İmam Gazali ise kadını “arzu ve dünyeviliğin sembolü” olarak tasvir etmiş ve tasavvufta manevi bir engel olarak görmüştür.
Tarihin tozlu sayfalarını incelediğimizde, ilkel toplumlarda kadınlar genellikle toplumsal yapının temel unsurlarından biri olarak saygı görmüş, üretim, çocuk bakımı ve dini ritüellerde önemli roller üstlenmişlerdir. Avcı-toplayıcı toplumlarda eşitlikçi bir yapı söz konusu olabilse de, toplumsal cinsiyetin iş bölümü ve kültürel normlarla şekillendiği görülmüştür. Kadınlar sadece ev içindeki rolleriyle değil, aynı zamanda dini, kültürel ve toplumsal hayattaki etkileriyle de önemli bir yer tutmuştur. Ancak, Tarım Devrimi ve yerleşik hayata geçişle birlikte kadınların toplumsal statüleri zamanla azalmıştır. Antik Mısır, kadının daha özgür ve güçlü olduğu bir dönem olarak kabul edilebilir. Mısır’da kadınlar, toplumda erkeklerle eşit haklara sahipti ve birçok alanda aktif roller üstleniyorlardı. Hatta bazı kadınlar, firavunluk gibi yüksek liderlik pozisyonlarına kadar çıkabiliyordu. Ancak bu tür dönemler istisna olarak kalmış, genelde kadınlar tarihin büyük bir kısmında toplumsal hayatta ikinci plana itilmiştir.
Postmodern toplumda kadınların hakları ve özgürlükleri büyük oranda gelişmiş olsa da, hâlâ eşitsizliklerle karşılaşılmaktadır. Kadınların özgürlüğü, statüsü ve toplumsal konumu açısından en rahat olduğu dönem ise, din, ekonomi, hukuk ve siyaset gibi faktörler göz önüne alındığında, avcı-toplayıcı toplumlar, yani insanı ilkel olarak nitelendirdiğiniz dönemlerdir. Bu toplumlarda kadınlar ve erkekler arasında belirgin bir iş bölümü olsa da, birçok sosyal ve ekonomik alanda eşit bir statüye sahip olmuşlardır.
Avcı toplayıcı kadın, dünyayı arkasında bırakarak hayatta kalmayı başardı; modern kadının her gününü kendi hikayesiyle yeniden yaratacağı bir yaşamı olması dileğiyle…
Görsel: nationalgeographic.com