Rusya’da 1917’deki Bolşevik ayaklanmasıyla başlayan iç savaş, Bolşeviklerin komünist ideoloji karşıtlarından oluşan askeri koalisyona üstün gelmesiyle sona ermişti.
Bolşevik ordusu kendilerine “Kızıl Ordu”, muhaliflerine ise beyaz bandana ve üniforma kullandıkları için “Beyaz Ordu “adını vermişlerdi. “Beyaz Ruslar” olarak da bilinen bu ordunun, adı aslında ‘Beyaz Rusya’ anlamına gelen Belarus halkıyla hiçbir bağlantısı yoktur.
1922’ye kadar süren iç savaş sırasında Beyaz Rusların kaçışı önemli bir entelektüel kayba ve sosyokültürel çerçevede bir çöküşe neden oldu. Ancak eski rejimin yapı ve kurumlarından bir an önce kurtulmak gerektiğine inanan komünistler bunu asla önemsemedi.
Beyaz Ordu, içinde Çarlık yanlılarını olduğu kadar farklı antikomünist ideolojileri de kapsayan geniş bir koalisyondu. Dolayısıyla bu orduda çatışan Beyaz Rusları yalnızca Çar yanlısı olarak görmek doğru değildir. Bu grupların ortak noktası, Bolşevik yönetimini istemiyor olmalarıydı.
Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın ağır kayıplar ve savaş sonrasında Rusya’nın yaşanan ekonomik çöküş, kitlelerin Bolşeviklere sempati duymasına neden oldu. Bolşevikler özgürlük, eşitlik ve adalet gibi söz verişlerle kitlelerin ilgisini canlı tutmayı başarıyorlardı.
Kızıl Ordu’nun zaferinden sonra, mağlup Beyaz Ruslar kaçmaya çalışırken zorlu koşullarla karşılaştı. Bazıları sınırda yakalanıp idam edilirken, diğerleri yolculukları sırasında hastalık ve açlık gibi zorluklara katlandı. Yine de çok sayıda Beyaz Ordu üyesi Rusya’dan kaçmayı ve yeni hayatlar kurmayı başardı.
İstanbul başlıca transit kaçış noktası olarak kullanılıyor, buradan Avrupa’ya, oradan da büyük kısmı ABD’ye geçiyorlardı. Ancak 1925’in sonuna gelindiği halde hâlâ başka ülkelere göç etmeyip İstanbul’da kalmayı tercih eden Beyaz Ruslar da vardı. Net bir sayı vermek zor olsa da, İstanbul’da yaşamayı seçen Beyaz Rus mültecilerin 20 bin dolayında bulunduğu varsayılmaktadır.
Ancak ciddi bir sorun vardı: Osmanlı kısa süre önce Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış, önemli kayıplar vermiş, kaynakları tükenmiş ve toplumun her katmanında moral bozukluğu egemendi. Üstelik İstanbul işgal altındaydı.
İstanbul’da konuşlu 35 bin İngiliz, 16 bin Fransız, 12 bin İtalyan ve yaklaşık 20 bin Yunan askeri başkenti kontrol ediyordu. O sırada nüfusu 900 bin olan kente 300.000’den fazla Rus mülteci bir çığ gibi aktı. Zaten karmaşık olan durum daha da karıştı.
İşgal güçleri sığınmacılara destek sunmak için fazla gönüllü olmuyorlardı çünkü (İtalyan askerler hariç) hepsi çöktükleri yalı ve konaklardaki değerli eşyaları kargo için paketlemekle meşguldü.
Ayrıca, 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusunun İzmir’e çıkmasının ardından Türk Kurtuluş Savaşı başlamıştı. 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıyla yeni devlet bir Cumhuriyet olarak kuruldu ve 600 yıllık saltanat sona erdi.
Ruslar onca yoksulluğa, zorlu koşullara ve sıkışmışlığa karşın İstanbul’un ekonomik, kültür ve eğitim yaşantısına unutulmaz katkılarda bulundular. İmzalarını attıkları mimarlık, tiyatro, bale, opera, yontu, resim, müzik ve edebiyat gibi sanatsal etkinliklerle İstanbul’u başka bir boyuta taşıdılar.
Örneğin, 1918 yılında eşi Natalya ile birlikte İstanbul’a gelen Sergey Rahmaninov çeşitli konserler verdi. Hatta 2. Piyano Konçertosu’nu 3 yıl kaldığı İstanbul’dayken besteledi ve bu konçerto 1921 yılında ilk kez İstanbul’da seslendirildi.
Yazar Ivan Bunin 1920-1930 yılları arasında İstanbul’da yaşamış ve buradan ayrıldıktan 3 yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır. “Dr. Jivago” romanının yazarı Boris Pasternak, yazar Ivan Şmelyov, yazar Aleksandr Kuprin, filozof Nikolay Berdyayev ve şair Anna Ahmatova da o yıllarda İstanbul’da yaşamış ünlü kişilerdir.
İlginçtir, Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı konak Aleksandr Ganyanov adlı bir Rus fotoğraf sanatçısına aitti. Türkiye’nin en önemli fotoğraf ustalarından biri olarak kabul edilen Ganyanov, o dönemde çektiği fotoğraflarla İstanbul’un tarihi ve kültürel mirasının önemli bir bölümünü belgelemiştir.
Rusların İstanbul’un kent yaşamında başka yeniliklere de öncülük ettikleri, örneğin plaj kültürünü ve denize girme alışkanlığını yaygınlaştırdıkları söylenir. Beyaz Ruslar iyi eğitimli, iyi giyimli, kültürlü ve görgülü insanlardı ve çoğu otomobil sürmeyi biliyordu.
İçine düştükleri yoksulluk onları bilgi ve yeteneklerini kullanma konusunda buluşçu yapmıştı. Taksim’de dolmuşçuluğu ve Şişhane’de abajur ve avize işini de ilk başlatan onlar oldu. Özellikle Nadya adlı saraylı bir hanımefendinin elleriyle işlediği abajurlar çok popülerdi.
O dönemde iyi okulların çoğunda müzik, bale, opera eğitmenleri Rus idi. Örneğin Tamara Platonova, Margarita Fokina, Mariya Fedorova ve Natalya Pavlova gibi
Çoğunluğu göç etmiş olsa da 1950’lerin başında Karaköy ve çevresinde hâlâ 6-7 bine yakın Rus yaşıyordu. Karaköy’de Rusça konuşan Karaim Türklerinden oluşan bir Musevi nüfusu vardı ve onlarla sosyalleşmek kolaydı. Karaköy’ün asıl adı da zaten Karaimköy’dü.
İstanbul tarihçisi Jack Deleon, “Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar” başlıklı mükemmel bir kitap yazdı. Onlarca ilginç hikâyenin yer aldığı bu kitap 1996 yılında Remzi Kitabevi tarafından basılmış ve daha sonra D&R tarafından sesli kitap olarak çıkarılmıştı. Jack Deleon gibi değerli bir tarihçiyi genç yaşta kaybetmiş olmak büyük bir talihsizlik.
İstanbul’u kendine vatan seçmiş Ruslar da ne yazık ki 6-7 Eylül (1955) büyük talanından zarar görmüş ve kaçmak zorunda kalmışlardır. Bildiğim kadarıyla, bugün Karaköy civarında ataları bir asır önce gelmiş olan yalnızca 400 kadar Beyaz Rus kökenli vatandaş yaşıyor.
Anadolu’nun ana kucağına sığınan ve kent kültürüne değerli katkılar sağlayan bu güzel insanları da “kışkışlamayı” başarmışız!..
halilocakli@yahoo.com