Dr. Nevin Sütlaş
Bir dostum, “Kızımın nişanlısının ailesi doğulu ama iyi insanlar” diye söz edince aklım gene şirazesini kaybetti. “Doğulular ama iyi insanlar..”. Ahhh o “ama” kelimesi. Söylemek isteneni gizlemeye çalışan ama apaçık şifreleyen o “ama”.
Çok taze doktordum. Bir yaşlı hanımı muayene ediyorum. Kayda değer bir sağlık sorunu yoktu, pek çok yaşlı gibi belli ki vesveselenmiş. Ancak sordukça sorması sabrımı zorluyordu. Nihayetinde sağlıklı olduğuna ikna oldu da odadan çıktı diye sevindim. Ardından giren yaşlı beyde de kayda değer bir sorun yoktu. O da sanki beni oyalamak için gelmiş. Yaşlanma nörozuna sabır göstermek için çok gençtim o sıralar. Üstelik poliklinik odasının kapısı hasta doluydu. Zamanımı yani gerçek hastaların zamanını yedi bu ikisi, neyse ki bir kabalık yapmadan görüşmeyi bitirebildim, “Hadi toparlan Nevin” diyerek gerçek bir hasta ile ilgilenmeye kendimi hazırlıyordum ki bu kez ikisi birden odaya girmesinler mi? “Kusura bakma kızım” diyerek yeniden karşıma oturuverdiler. Meğerse karıkocalarmış. Çıkarıp önüme bir nüfus kâğıdı uzattılar. “Bu bizim oğlumuz” dediler. Ben uzatmayayım ama onlar uzattıkça uzattı. Meğerse oğullarına kız bakıyorlarmış da beni gözlerine kestirmişler. Ben kestirmeden gitmek istedim. “Beni beğenip biricik oğlunuza layık gördüğünüz için teşekkür ederim ama ben evliyim” dedim. “Ama yüzüğün yok” diye itiraz ettiler. O sıralar yeni evliydim ama ben 30 yıllık evliliğim boyunca nikâh yüzüğü takmadım. O halkayı taktığımda kendimi damgalanmış gibi hissetmem neden oldu buna. Kime ne benim evli olup olmamamdan, “bak ben evliyim diye niye kendime bir işaret bayrağı takıp dolaşacakmışım” dedim ve evliliğimin senesi bile dolmadan yüzüğü çıkardım. Eşim de baktı ben takmıyorum o da çıkardı. Ancak böyle sonuçlara neden oluyor işte yüzük takmamak. Bu yaşlı çift bir türlü evli olduğuma inanmadı. Hani yanımda olsa çıkarıp evlilik cüzdanı göstereceğim. Sanki evli olmasam, hadi gidip kendimize bir doktor gelin bulalım diye evden çıkmış bu çiftin nüfus cüzdanını gördüğüm oğullarıyla evleneceğim… İkna çabalarım karşısında sonunda hanım patladı. “Tabii sen gördün o nüfus kâğıdında Muş doğumlu diye, onun için bizi beğenmedin. Biz senin bildiğin doğululardan değiliz” diye öfkesini üzerime kusarak çıktı gitti. Benim bildiğim doğululardan değillermiş demek. Demek doğulular ama…
Bizde zenci sorunu yok diye ırkçılık yok sanıyor olabilir misiniz? Soruyorum çünkü “kim demiş bu memlekette ayrımcılık var diye, Kürtler Cumhurbaşkanı bile olabiliyor” söylemlerine pek alışkınım. Doğudaki yaşamı bilirim. Ülkenin batısına kıyasla nasıl geri olduğunu ve bunun neden öyle olduğunu bilirim. Ben doğu ve doğulular gerçeğini bir “batılı” olarak geç öğrendim ama iyi öğrendim. Irkçılık, damarlarımızda akan asil (!) kanda saklı çünkü. Bu biberli konuyu daha da alevlendirmeden geçeyim. En iyisi ben size ömür boyu dur durak vermeden süren cazip taliplerimden bir örnek daha vereyim.
Bir salı günüydü. Salı olması önemli çünkü çalıştığım hastanenin upuzun duvarı boyunca o gün semt pazarı kurulur. Bu pazar hem çeşit çeşit taze sebzeye kolayca erişmemi sağladığı için gözümün nuruydu hem de pazara kadar gelmişken hadi bir de hastaneye uğrayıp kendimize baktırıverelim diyen ve uyduruk şikâyetlerle kapımı dolduranlar yüzünden kabusumdu. İşte öyle bir salı günü gelen bir hanım, “Size annenizden selam getirdim” diye girdi odaya. Haydaaa, annem bana bir kere olsun hasta göndermemiştir. Hadi şimdi gönderdi diyelim, annemin tanıdığı herkesi ben de tanırım. O yüzden buyurun der demez merakıma yenilerek şikâyetinden önce annemi nereden tanıdığını sordum. “Az önce pazarda tanıştık” dedi. Annem Kadıköy’de oturur, pazarsa Bakırköy’de. Demek o gün annemin bana geleceği tutmuş, evime geçerken de önce pazara uğramış. İyi de pazarda ilk gördüğünü de bana mı göndermiş. Bu işte bir iş var diye düşünerek şikâyetini sordum. “Benim bir şeyim yok da oğlum için geldim” dedi. Hastayı getirmeden önce ben danışayım diye gelenlere de çok alışkanım. Bunun bir yöntem olmadığını anlatmak hekimlerin ne çok zamanına ve sabrına mal olur bilemezsiniz. Ancak hekim zamanının anlamını kavrayan kim? Oysa tahminimin tersine bu hanım oğlunun sağlık sorununu danışmaya gelmemiş. Oğlunun nasıl yakışıklı, nasıl iyi eğitimli, nasıl becerikli olduğunu anlatmaya başladı çünkü. Durdurmanın imkânı yok. Yurt dışında yaşadığı için pek görgülü olduğundan girdi, Ataköy’de yaşadığı dairenin kendisinin olduğundan çıktı. “Sağ olun ama ben evliyim” demem ısrarını durduramadı. “Oğlunuz bu yaptığınızdan haberdar mı? Bilse tepkisi ne olur acaba” deyişimle biraz gerilediyse de gene de durmayı beceremedi. “Kapımda muayene için bekleyenleri görmediniz mi, yeter artık” diye patlamam üzerine de, “Peki öyleyse ben başkasına bakayım” diye gönülsüzce kalktı. Çıkmadan dönüp, “Siz bana bekâr doktor arkadaşlarınızın adını verin. Dul da olur hatta daha da iyi olur, dul olsun dul. Korkmayın ben sizin adınızı vermem, kendim gidip konuşurum” deyince bende ipler koptu. Artık iş bu noktaya gelince dalga geçmek istedim ve “Hemşire olsa olmaz mı” dedim. Sataşmamı anlamadı bile, “Yok hemşire olmaz, doktor olsun” dedi…
Akşam eve gittim ki sahiden annem gelmiş. Üstelik pazardan alışveriş yaparak bana çeşit çeşit yemek pişirmiş. Günün yorgunluğunun üstüne ilaç gibi gelen bu iyiliğe teşekkür edeceğime, “Ooo annecim, damadını değiştirmeye karar verdiğini bilmiyordum” dedim. Anlamaz bakınca da, “Pazardan bana kaynana bulup göndermişsin” diye ekledim. “Kadının biri yanıma yanaşıp bu hastanede tanıdığın bir kadın doktor var mı diye sorunca erkek doktorlara anlatamadığı bir derdi var sandım. Ne yani tanıdığım kimse yok diye yalan mı söyleseydim” dedi. Ahhh ahhhh, hanımların o pazar sohbetleri…
Benim yüzük takmayışım değil talip bolluğumun nedeni. Bir görenin dönüp baktığı bir güzelliğim falan da yok. Seksapel filan hiç yok, bir buçuk metre boyunda çocuk görüntüsünde biriyimdir ama taliplerim hep kuyruk olmuştur. Neden biliyor musunuz? Doktor olduğum için. Verdiğim iki örnek size bunak ihtiyarların davranışı gibi gelmesin sakın. Bunlar yaşadıklarımdan sadece birer örnek. Ayrıca sadece talip konusunda değil, kimliğim hemen her zaman kişiliğimden önde koşmuştur ve bu durum hep canımı yakmıştır. Aaah ahhh bu kimlik meselesi…
Ulu ağaç dibinde ot bitmezmiş. Güçlü kadınlar yani dominant anneler güçsüz çocuklar yetiştiriyor. Hadi güçsüz demeyelim de anneleri bastıkça çocukları siniyor diyelim. Bu durum özellikle erkek çocukları için geçerli. Oğlunu taparcasına seven ve her adımını denetleyen bu kadınlar günün birinde bakıyorlar ki oğulları bağımsız bir yaşamı sürdüremeyecek durumda. Yaşlandıklarında ne olacağına dertlenmeye başlayınca akıllarına kendileri gibi güçlü bir başka kadını oğullarına emanetçi tutmak geliyor. O zaman da gelin adayının kimliği öne çıkıyor. Gelin eğer bir doktor olursa hem oğluna çeki düzen verir hem de ahir ömründe anasına sahip çıkar, diye arayışa geçiyorlar. Ben doktor olduğum için verdim bu örnekleri yoksa meslek bahane ama “güçlü” gelin peşine düşme operasyonları şahane. Güçlü kaynanalar gelinin hem güçlü bir kimliği olsun istiyorlar hem de kendi çarklarında öğütebilecekleri bir kişilikleri.
Baskın kimlikli anneler gençken de öyleler ama yaşlandıkça gelin meselesine iyice takıntı yapıyorlar. İlla da oğullarına kendi gönüllerine göre bir gelin alacaklar. Evet alacaklar. Gelin alma lafı bile ne kadar pazar lafı değil mi? Hiç kimse damat almıyor çünkü. Seçilip alınan bir maldır kadın. Bir mal alıyorsan da en iyisini almak istersin elbette. Pazara onun için çıkmıyor muyuz? (Çoktan alınmış olduğunu belirten yüzüğü takmayanlara da hedef şaşırttıkları için yuh olsun elbette) Gelin lafının gelme fiilinden çıktığını, kurulu olan haneye alınan gelinin bir eklenti olmasını ifade ettiğini de doğrusu yeni fark ettim…
Hekimlik kimliğinin sevmediğim yanlarından biri de buydu, pazarın iyi malı olmak. Neyse ki kurtuldum. Artık ne gencim ne de hekimim, sonunda talip annelerle derdim bitti. Ancak kimlik konusundaki derdim bitmedi. Ben hiç kaynana sorunu yaşamadım, artık kendim de kaynana yaşındayım ama oğlunun yaşam alanından kenara çekilmeyi bilemeyen ve de gelinini kendi beğeni ölçüleriyle tartan kaynanalar hala kanımı fokurdatıyor. Doğulu-batılı ayrımcılığını duyunca hala tellerim geriliyor. Irkçılığın ve çıkarcılığın nüvelerini gördükçe hala gözüm dönüyor.
Irkçılık ve çıkarcılık dedim de, konudan uzakmış gibi görünen hikâyelerim aklınızı karıştırmasın. Sizin de iyi bildiğiniz gibi ikisi birebir aynı şeydir: Irkçılık, insan çıkarcılığının en tipik dışa vurumudur.
Bir de herkesin çok iyi bildiği bir sırrı vereyim: En ırkçı olanlar, aslen küçümsedikleri o ırkın öz evlatlarıdır, kendilerini üstün saydıkları öteki ırkın mensubu sansalar da. Sözüme dayanak yaptığım, pazardaki en iyi malı arayan o kadınlar da kendi cinsiyetlerini erkek cinsiyetinin gerisinde gören bilinçsiz hemcinslerimdir ve oğullarının hayat karşısında yenilgisine kendilerinin neden olduğunu bile bilmeyen cinsiyet kurbanlarıdır. Irk ve cinsiyet ayrımcılığının yani çıkarcılığın en şatafatlı sahnesi de evlilik kurumudur.
Şatafat dediğin de zaten eksikliğin dışa vurumu değil midir?