Hayat bir yolculuktur. Bu yolculukta her bir birey tek başına hareket ediyor görünse de doğa, zaman ve toplum gibi onunla yol arkadaşlığı yapan birçok unsur var.
İnsanın dört duvarı arasında sıkışıp kaldığı ve devamlı mücadele etmek zorunda olduğu birçok unsurdan bahsedebiliriz. Mesela, doğum ile başlayan zaman, içinde bulunduğu mekan, doğa ve yetiştiği toplum. Kendisini anlama sürecinde karşılaştığı her şey onu bir şeylere tutsak eder. İnsanı diğer canlı türlerine göre öze dönüşü arzulayan, bilinç sahibi bir varlık olarak ifade edebiliriz. İnsanın ele alırken iki farklı perspektiften bakmak gerekiyor: Biyoloji biliminin canlı olarak ifade ettiği, bir de dinin, filozofların, toplum bilimcilerin ve şairlerin gördüğü. İnsanın dışında var olan, kurallarını değiştiremeyeceği, dört duvar arasında başlayıp bitecek bir yaşam…
İnsanın varoluşunun içinde birlikte hareket etmesi gereken en önemli başlangıç noktası doğadır. Akla gelebilecek her şeyin bir mekan içinde hareket etmesi yani olan her şeyin doğa içinde olup bitmesi. İşin ilginç tarafı doğanın bize değil, insanın ona ihtiyacı olması.
İnsan varoluşunu haykırabilmesi için doğaya ihtiyacı var. Ama onun varlığı ya da yokluğu doğa için hiçbir şey ifade etmiyor. Dikkat edilirse insanın kendini keşfetme, kavrama, anlamlandırma, yorumlama sentezi doğa içinde başlıyor. İnsan kendisi doğanın bir parçasıyken onun dışına çıkışı ancak ruhsal çözümleme ile olabiliyor.
İnsan doğumunu, anne babasını, kardeşlerini, coğrafyayı, ırkını seçebilme hakkına sahip değilken bir yönüyle doğaya tutsak kalıyor. Fakat başka bir yönüyle insan seçebilen, seçimler yapabilecek bir varlık. Yani insan doğada ve doğaya karşı, değiştirme çabasında olan kendi üzerinde egemen olan düzene karşı, hatta bedeni, ruhi, ihtiyaç ve zorunluluklarına, doğal gereksinimlerine, güdülerine karşı başkaldırabilen bir varlık. Ne doğanın onu zorladığı, ne bedeninin ne de fizyolojisinin seçmesini gerektirdiği şeyi seçebiliyor. Doğadaki insana özgü sadece insan için istenen amaçların izlendiği bu yönde çalışmaların yapıldığı, teknolojinin kullanıldığı, materyalist mantığın hüküm sürdüğü bir yerde ister istemez çaresiz kalıyor. İnsan doğanın çürümüş zindanlarında prangalarla yaşamak zorunda.
Adem cennette hata yapmamış olsaydı, orada günahsız, suçu olmayan melekten üstün bir varlık gibi yaşam serüveni devam edecekti. Ta ki yasak meyveyi yiyene kadar. Yasak meyveyi yemeden önce Adem ve Havva hiçbir şey bilmiyordu. Bunu söylediğimiz zaman herkes hakaret edildiğini zannediyor. Ne zaman yasaklı meyveyi yediler; her ikisinin de bilme, anlama, kavrama yetileri ortaya çıktı. Adem ve Havva da yasak meyveyi yedikten sonra Descartes’ın dediği gibi “düşünüyorum, o halde varım”, Andre Gide’nin dediği gibi “hissediyorum, o halde varım.” Albert Camus’nün “başkaldırıyorum, o halde varım” türü düşüncelerine benzer bir mantıkla cennetten kovuldular. Ama böylece her ikisi de doğanın dayanılmaz tutsaklığında insanın etrafındaki zindanın duvarının birinci duvarını örmüş oldular.
Ali Şeriati, insanı teslim alan, içinden çıkılamayacak bir girdabın içinde olduğu ikinci zindan olarak tarihi bir yönüyle zamanı ifade eder. Bu mantığa en uygun gelebilecek olan ise Alexis Carreli’in “Zaman, tohumların birleşmesinden, yumurtanın açılmasından başlayıp ölüme kadar devam eden, bizdeki değişmelerden başka bir şey değildir” sözüdür. Zamanı sonsuzluk olarak ifade ettiğimizde var olanlar zamandan ayrı düşünülemez. Evren, varoluş ve tekrar yok oluş olarak zamana bağlıdır. Filozofa göre değişime uğrayan gerçek değildir. İnsan ile zaman arasındaki fark zaman, içinde her şeyin içinde var olduğu, değişime, geçmişten geleceğe akan, hiçbir koşula bağlı olamayan, zaman bağımsız iken insan ise zamana bağlı, dahası mahkum.
Yaşantısına baktığımızda değişim olumlu veya olumsuz yönde meydana gelirken varlığın özü niteliklerini, değerlerini, kimliğini ve ahlaki değerlerini koruyabilmek için çaba içerisinde olur. Çünkü değişim varlığın özüne uygun değildir. Fakat şunu ifade etmek isterim ki değişim zamana bağlı, zamanla birlikte hareket eden, süreklilik isteyen bir olgudur.
İnsanı çevreleyen yaşama bir yönden anlam veren toplum içindeki birey oluşum süreci içinde, bu zorlayıcı gücün baskısı altındadır. Kavramlara yaklaşımımız temel belirleyici olmakta. Özellikle burada şunu dile getirmek istiyorum: Yaşamı kavrama yetisi, algılayış biçimi, nasıl bir hayat yaşadığımıza, içinde bulunduğumuz toplumun tutum, düşünce ve değer yargılarıyla kültürüne bağlıdır.
Bunun yanında, coğrafyaya, bu hayattan ne isteyip ne istemediğimize, ne beklediğimize, yaşam içerisinde iletişimde bulunduğumuz kişi ve kişilere bağlı olarak da değişir. Kişinin ontolojik varlığını gerçekliğinin yansıması olan kimlik süreç içinde, içinde bulunduğu toplumun ekonomik üretim biçimine, dil, din, siyasal, sosyal, kültürel yapıya göre oluşur.
İnsan üzerinde öyle bir manipülasyon yapılmakta ki içinde yaşadığı toplumun değer, tutum ve normları, dini, siyasal, ekonomik değer yargıları varoluş üzerinde baskı aracı olabilmekte. İradesi dışında oluşan, toplumun oluşturduğu kural ve normlar arasında insan tutsak hayatı yaşıyor. Kısacası tüm sosyal faktörler, “toplum zindanı” denilen üçüncü duvarı insanın etrafını örüyor.
Zindan denilen duvarın dördüncü ayağını insanın kendisinin tutsağı olmasıdır. İnsan hayatını vicdan duygusu,insani normlara göre değil de kendi, arzu, istek iradesi, tercihleri çerçevesinde hayat sürerken egosunun altında boğulup kalır. Egoist insanın anayasası kişinin kendisidir. Bencil insan kendi vicdanının sesini dinlediğinde vicdanı, ruhu, bedeni kendi benliğine mahkum olur. Bu tür kişiler düşünebilme, düşündüklerini ifade edebilme, özgür hareket ettiğini zannederken yaşadıkları kişinin zihin dünyasının içinde volta atıp mutlu ve özgür olma yetisini kaybeder.
Peki ne diyor Ali Şeriati?
İlk üç zindan dediği doğa, tarih ve toplum, dördüncü olan ise kişinin benliğini,varlığını çevreleyen zindanın duvarlarıdır. İnsanın kendi etrafında var olan zindanın dördüncü duvar olarak insanın kendisidir diye bir hastalıktan bahsetmiştir Şeriati. İnsanın bu tutsaklıktan kurtulabilmesi bildiğimiz manada dört duvardan farklı insanın bu duvarları zihninde taşıyor olmasıdır. Bu insan bilincindeki zindan hissedilerek, duyumsanarak, düşünülerek fark edilebiliyor.
Bilinçli bir insan, bilim ile tarih zindanından çıkabilir. Aynı bilimsel, rasyonalist, realist mantıkla tabiat zindanının prangalarından da kurtulabilir. Toplumun oluşturduğu, var ettiği bu zindandan bilim sayesinde çıkabilir. Yine bilim aracılığıyla toplumsal esaslara dayanan egemen düzenin zindanından çıkabilir.
Görüldüğü gibi insanoğlunun yaşamında istese de istemese de çeşit çeşit hapishaneler var. Bunların bazısı bizim dışımızda gelişen, bazısı ise iç dünyamızdan kaynaklanan hapishaneler.
İnsan mağarasından çıkıp zihin dünyasını özgürleştirmek istiyorsa aklıyla, düşünceleriyle, duygularıyla, ruhunu hem de bedenini prangalarından kurtulabilir.