İlk çağlarda insanları daha çok yiyecek bulmak, su bulmak, barınmak ve eş bulmak gibi kaygılar meşgul ediyordu.
İnsanlar bu kaygıları giderecek biçimde yaşamak için tek başına değil de grup halinde hareket etmenin daha avantajlı olduğunu deneyimlediler ve bu deneyimi genç kuşaklara da öğretiler.
Toplayıcı-avcı klanlar, bitkisel besinlerin bol bulunduğu yeni alanlar arayarak ve aynı zamanda vahşi hayvanları takip ederek geniş bir coğrafyada göçebe yaşam biçimine bağlı yaşıyorlardı.
Güvenli bir yerde barınayım derken diğer yandan da yırtıcılara yem olmamak için çabalıyorlardı. Genellikle düzlüklerde ve açık alanlarda değil, dağ eteklerindeki kaya altı sığınakları, ağaç oyukları, mağaralar ya da çevreyi iyi görebilecekleri bir konumda uyuyorlardı. Ayrıca içme suyu kaynağı olarak gözelere, akarsulara ve göllere yakın yerlerde barınmayı tercih ediyorlardı.
Taş Devri’nin zorlu koşullarında koruma sağlayabilecek güvenli bir sığınak yaratma düşüncesi, insan davranışının evriminde önemli bir bilişsel ve kültürel atılımdı. Bu bağlamda, ilk insanların barınakta biriktirdikleri bilgi sermayesini gelecek nesillere aktarabilmek için belirli düzeyde iletişim becerileri geliştirdikleri varsayılabilir.
Barınma koşulları ve teknolojisi çağa, iklime, konuma ve kültürel gruba göre değişiklik gösteriyordu. Homo sapiens atalarımız barınma yerlerini içgüdüsel olarak ekosistem ve mevsimlere uygunluğa göre seçiyorlardı.
“Kutup bozkırı” olarak da bilinen tundrada yakacak odun kıt olduğundan, Homo sapiens soğuk havalarda barınak bulmak için diğer hazır kaynakları yaratıcı bir şekilde kullandı. Arkeologlar Sibirya kazılarında mamut kemik ve dişlerinden yararlanılarak yapılmış yuvarlak kulübeler ortaya çıkardı.
Mamutun uzun kemikleri duvarda, dişleri girişte veya çatıda destek malzemesi olarak kullanılıyor, postundan ise çadır örtüsü, çizme benzeri ayakkabılar ve çeşitli giysiler üretiliyordu. Bu doğal malzemeler gerek görüldüğünde basit işlemlerle kolayca değiştirilebiliyordu.
Bazı barınma yerlerinde kül ve pişmiş kemik kalıntılarının bulunması, bu barınaklarda yaklaşık olarak milattan önce 15.000’den beri ocak kullanıldığını göstermektedir.
Mağaralar, sert hava koşullarına karşı belli ölçüde koruma sağladığı için insan grupları tarafından barınma yeri olarak tercih edilmiş olabilir. Ancak mağaralar, yırtıcı hayvanlara karşı yeterli bir koruma sağlamıyordu. Yırtıcıların saldırısına uğrayan bir aile mağara içinde sıkışıyor ve kolayca av olabiliyordu.
Mağaralar hem tam güvenlik sunamayan hem de karanlık, soğuk ve nemli yerlerdi; yiyecek artıkları böcekleri ve sürüngenleri çekiyordu. Ayrıca ateşten çıkan duman nefes almayı zorlaştırıyor, zehirlenmeye yol açabiliyordu. Mağaralarda ideal uyuma yeri, daha kuru ve aydınlık olan ağız kısımlarıydı. Mağaranın dışındaki gözcüler de geceleri olası tehditlere karşı nöbet tutardı.
İlk insanların sürekli olarak aynı mağaralarda yaşamadığı, farklı barınma stratejilerine başvurduğu anlaşılıyor. Bir insan grubunun hep aynı mağarada yaşadığı esasında yaygın bir yanılgıdır. İnsanlar göç eden hayvan sürülerini izleyip peşlerinden gittiklerinden kuşaklar boyun tek bir mağarada yaşama şansları zaten olamıyordu.
Mağaralar, yabani sürüler göçe ara verdiğinde, hava koşulları kötüleştiğinde ve tören zamanı geldiğinde kullanılıyordu. Sürüler ilerlemeye başladığında, insanlar da onların arkasından harekete geçiyorlardı. Bu nedenle, örneğin Antalya’daki Karain Mağarası’nda bulunan yüz binlerce yıllık izlerin farklı soydan insan gruplarına ait olma olasılığı yüksektir.
Yaşamı daha güvenli, konforlu ve sosyal kılmak için ilk insanlar zamanla kültürel yaşamın bileşenleri haline gelen bir dizi düşünce ve davranış biçimi geliştirdi. Örneğin, grup içi hiyerarşiyi kabul ettiler, ortaklaşa yemek pişirip yediler, akşamları ateşin etrafında toplandılar, masallar anlattılar, dans ettiler ve sonra aynı yerde uyudular.
Neolitik Çağ’da (Cilalı Taş Devri) doğadan toplanan taşlar, ağaç dalları, sazlar, otlar ve hayvan postları kullanılarak basit kulübeler inşa ediliyordu. Bu dönemde bazı bölgelerde barınakların yuvarlak değil, dikdörtgen planlı olarak ve sırtları doğal yamaçlara gelecek biçimde inşa edildiği ve üzerlerinin yapraklarla örtüldüğü düşünülmekte.
İşlenmiş taş bloklardan inşa edilen anıtsal yapıların çoğu dini yapılardır. Örneğin Göbeklitepe, muhtemelen 12.000 yıl önce binlerce insanın kolektif emeğiyle ortaya çıkmış bir kült merkeziydi. Arkeologlar şimdiye kadar tapınak görevlileri ya da hacılar tarafından kullanılmış olabilecek herhangi bir barınak ya da mutfak izine rastlamadı.
Barınak yapımında kullanılmış lifli malzemelerin çürüme nedeniyle günümüze ulaşması beklenemez. Bunun için Göbeklitepe’de barınak izine rastlanmamış olabilir. Ayrıca orman yangını, yağmur, sel ve fırtına gibi doğa olaylarının yol açtığı erozyon da bu izleri kapatmış ya da kaybettirmiş olabilir.
Göbeklitepe, dinsel yapı mimarisinin kentsel yapı mimarisinden önce geliştiğini gösteren ilginç bir tapınma merkezi ve ilginç bir mimari örneğidir. Burada kalabalık dinsel törenler ve şölenler düzenlendiğini öngörüyoruz ancak katılımcıların nerede konakladığını bilemiyoruz. Bu ve bunun gibi bilinmezler Göbeklitepe’ye olan ilgiyi daha da artırıyor.
Buzul çağının sona ermesi ve iklimin yumuşamasının ardından tarım ekonomisine geçiş gerçekleşti. İnsanlar toprağı sürmeyi öğrendi ve tarımsal üretimin başrolde olduğu yerleşik yaşama geçildi. Böylece göçebe hareketliliğin azaldığı yeni bir yaşam stili kendini gösterdi.
Yapı teknikleri gelişti, geçici ilkel barınakların yerini daha ev benzeri kalıcı yapılar aldı. Geç Neolitik barınma birimleri, bitişiğindeki ahır, kümes, samanlık ve depolarla işlevsel köy evlerine dönüştü. Evsel barınmanın gelişimi, insanların topluluklar oluşturmasını, güvenli ve düzenli yaşam alanları ve sosyal yapılar yaratmasını sağlamış, ekonomik kalkınmanın temelini oluşturmuştur.
Çatalhöyük, insanların deneyimlerini dil aracılığıyla birleştirerek ortak akıl yaratma becerisine sahip olduklarını kanıtladıkları ayrıcalıklı bir yerdir. Konya’nın Çumra ilçesinde yer alan ünlü Çatalhöyük kalıntıları, tarım ekonomisinin yanı sıra karmaşık sosyal yapıların ortaya çıktığı kent uygarlığının ilk örneklerinden biridir. Bu Neolitik yerleşimdeki çok katlı evler, buranın karmaşık bir sosyokültürel yapıya sahip olduğunu göstermektedir.
Arkeologlar, evlerin dikdörtgen planlı ve bitişik nizamda inşa edildiği Çatalhöyük’te yerleşik yaşamın milattan önce M.Ö. 7.500’lerde başladığını bildiriyor. İnşaatta kerpiçlerin samanlı çamur harcı ile beraber kullanılması duvarlara sağlamlık, ortama ise sıcaklık konforu kazandırıyordu.
Küçük bir tarım köyünden büyük ölçekli bir yerleşime evrilen Çatalhöyük’te nüfus ve ekonomi büyüdükçe, kolektif çerçeve içinde iş bölümü ve meslekler de gelişmiş olmalı. Öte yandan, buradaki tüm yapıların konut olması ve kamu binası bulunmaması dikkat çekicidir.
Dinsel mimarinin en ilginç örneklerinden biri Göbeklitepe’de, kentsel mimarinin en ilginç örneklerinden biri ise Çatalhöyük’te tarafınızdan keşfedilmeyi bekliyor.