İnsan türünün ilk ataları, evrimin ilk aşamalarında Afrika’nın karanlık mağaralarında ya da ağaçlarda yaşayan kısa boylu, kıllı memelilerdi. Zorluklar ve tehditlerle dolu bir yaşamda en büyük sorunları yiyecek, eş ve uyuyacak güvenli bir yer bulmaktı.
Doğanın insanoğluna ilerleme yolundaki en büyük armağanlarından biri ateştir. Ateş, yalnız sıcaklık ve ışık sağlamamış, aynı zamanda yırtıcılara ve düşman klanlara karşı bir savunma silahı olarak da kullanılmıştır.
Ateş aynı zamanda ilk insanların sıkışıp kaldıkları kurak Afrika’dan ayrılarak dünyanın dört bir yanına yayılmalarını ve soğuk iklime sahip geniş coğrafyalarda yaşamalarına olanak sağlayan en önemli faktörlerden biriydi.
Ateşin ilk hangi insan türü tarafından kullanıldığı bilinmese de bu yöndeki en eski kanıtlar Homo Erectus türüne işaret etmekte. Yaklaşık 1,9 milyon yıl önce Afrika’da ortaya çıkan bu tür, daha sonra Asya ve Avrupa’ya yayılan erken homininlerden biridir.
İnsanların ateşi kullandığına dair en eski kanıtlar, Kenya’nın kuzeyindeki Turkana Gölü yakınlarında paleoantropolojik bir kazı alanı olan Koobi Fora’da ortaya çıkarıldı. Burada bulunan ve yaklaşık 1,5 milyon yıl öncesine tarihlenen yanmış kemik parçaları ve yemek artıkları, insanların ateşi pişirme, ısınma ve korunma amacıyla kullandığını göstermektedir.
İnsanların ateşle ilk etkileşimi büyük olasılıkla doğa olaylarından kaynaklanmıştır. İlk temas örneğin ormana yıldırım düşmesi ya da volkanik patlamaları gibi olayların başlattığı yangınlar sayesinde gerçekleşmiş olabilir.
İlk insanlar bu doğal yangınları büyüleyici ve hayranlık uyandırıcı bulmuş olmalı fakat yakıcı etkilerini gözlemlediklerinde çok korktuklarını ve uzak olmak için oradan kaçtıklarını düşünebiliriz. Hatta hayatta kalma içgüdüsüyle hareket ederek düşman algısıyla ateşe saldırmış bile olabilirler. Tehlikeli durumlarda ortaya çıkan “kaç ya da savaş” tepkisi, vahşi doğada yaşam mücadelesi veren atalarımızın mirası olarak hâlâ içimizde var olan bir hiper tepkidir.
Bazı kişilerin ateşin dumanından, sesinden, kokusundan ve sıcaklığından korkmuş olabileceği gerçeğine karşın, gruptan en az bir kişinin ateşle mücadele etmek için risk aldığı sonucuna varılabilir. Muhtemelen bu kişi ya da kişiler yanıklara maruz kalmış ve daha sonra ateşe başka bir saldırı girişimde bulunmanın daha fazla yanık ve acıya neden olacağını anlamışlardır. İlk deneyimlerinden ders çıkarmış ve sonuç olarak ateşe tekrar saldırmaktan kaçınmışlardır.
Şöyle bir senaryo yazabiliriz:
Bir gün ateşe sopayla saldıran heyecanlı gençlerden biri, sopanın ucu yanmaya başladığında ateşi sopayla taşıyabileceğini keşfetmiş olabilir. Belki de işte bu keşif, ateşi uzaklara güvenli bir şekilde taşımayı ve farklı alanlarda kullanmayı olanaklı kılmıştır.
Ateşle yaşamaya alışan Homo Erectus’un artık ondan korkmadığını, hatta onu daha iyi tanımaya çalıştığını anlıyoruz. Sönen yangının ardından ormana giren genç klan üyelerinden biri, tüm bu yangın olayına diğerlerinden daha meraklı ve kuşkulu gözlerle bakar. Diğerleri yangından korkarken, adını asla bilemeyeceğimiz bu meraklı ve cesur delikanlı ateşe yaklaşır ve inceler.
O an yanmakta olan bir dalı tutar, aklına bir fikir gelmiş gibi düşüncelere dalar, sonra koşarak ateşi mağaraya götürür. Mağaradaki diğer klan üyeleri bu davranışa bir anlam veremez. Meraklı ve cesur kişi önce ateşi mağara içinde gezdirir, sonra bir yere bırakır ve yavaş yavaş sönmesini izler.
Mağaranın ateş sayesinde daha sıcak ve aydınlık olduğunu gören diğer klan üyeleri de ateşle ilgilenmeye başlar ve cesur genci kendilerince kutlarlar.
Bu durum, ateşin güvenliği ve yaşam kalitesini artırıcı yararları olabileceği yönünde ortak bir inancın kökleşmesine yol açar. Böylece birçok alanda insanlığın gelişimine yardımcı olacak çok önemli bir adım atılmış olur.
Bu senaryoya dayanarak, Homo Erectus’un soyut görselleştirme konusunda belli bir yeteneğe sahip olduğunu savunabiliriz. Bu yetenek, orman yangınları gibi doğa olaylarının olası çıktılarını öngörmek de dâhil olmak üzere bir dizi bilişsel devre gelişimini desteklemiştir.
Mağaraya dolan dumanın zehirlenme ve ölümlere neden olduğu anlaşıldığında, öncül atalar mağarayı ısıtmak için bu kez doğal yangınlardan dumansız köz taşıdılar. Barınma yerlerinin bu yolla sıcak, kuru ve aydınlık olabileceğini fark ettiklerinde, ateşi sürekli yanar halde tutmak istediler.
Doğal ateşlerden elde edilen közleri kullanan klan, mağaraya yakın bir yerde kendi ateşini yakıyordu. Kuru dallar ve yapraklarla besledikleri alevleri güçlendirmek için bambu çubuklarla üzerine üflüyorlardı. Duman dindikten ve ateş kor haline geldikten sonra mağaraya alıyorlardı.
Homo Erectus, sönmüş bir ateşi nasıl yeniden alevlendireceğini bilmiyordu. Yarım milyon yılı aşkın bir süre boyunca, ateş yakmayı becerene kadar, doğada buldukları ateşin sönmesini önlemeye çalışıyordu. Bu amaçla “köz saklama” yöntemini geliştirmişti.
Anadolu kırsalında kibrit, çakmak yaygınlaşana kadar, komşuların birbirinden köz isteme geleneği vardı. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” sözü bu gelenekten türemiş olabilir.
Ateşi yönetmede ustalaşan insanlar onu yaşamlarını iyileştirmek için güçlü bir araç olarak kullanma becerisini geliştirdi. Mağaranın köz yardımıyla ısıtılması, insanın konfor arayışında önemli bir dönüm noktasıydı. Ateş, yalnız mağaranın içindeki sıcaklığı artırmakla kalmıyor, bir de ortamı aydınlatarak görmeyi ve olası saldırılara karşı pozisyon almayı kolaylaştırıyordu.
Afrika’nın farklı bölgelerinde yürütülen arkeolojik kazılarda bulunan ve 1,5 yıl geriye dayanan mikroskobik odun külü izlerinin, ateşin kullanımına dair en eski kanıtlar olduğu düşünülmekte. İnsanlar artık ateşi çoğaltmayı ve kendi amaçları için kontrollü biçimde kullanmayı öğrenmişlerdi. Bundan böyle her şey değişecekti ve geriye dönüş yoktu.
Homo Erectus’un ateşi kontrollü ve düzenli kullanması, insan evriminde büyük atılımların yolunu açan önemli bir gelişmeydi. Yaşam biçimi, beslenme ve sosyal örgütlenmedeki değişiklikler sayesinde bireyler hayatın zorluklarıyla daha etkin bir şekilde baş edebilmişlerdir.