En eski atalarımızın ilk anlamlı sözlerinin neler olduğu ve doğadaki nesneleri nasıl adlandırdıkları geçmişimizin büyük bilinmeyenlerinden biridir.
Gerçekten de, en eski dil acaba ne zaman ve nerede konuşuldu? İlk anlamlı sözler nelerdi? Örneğin, ağaca bizim gibi “ağaç” mı diyorlardı? İlk dili konuşan topluluğun bir adı var mıydı? İlk dil bugün konuşulan diller arasında mı, yoksa çoktan unutuldu mu?
Yukarıdaki sorular, “on bin yıl önceki dedenizin adı neydi” sorusu gibi yanıtsız kalacak kadar zorlayıcıdır. Bu sorulara yanıt aramak amacıyla çeşitli teoriler ve hipotezler geliştirilmişse de geçmişin karanlığında kalmış bu tür bilinmezlere dair kesin açıklamalarda bulunmak olanaksızdır.
On bin yıl önceki dedemizin, ninemizin adını bilmiyor olabiliriz ama kuşaktan kuşağa aktarılan genetik kodların izlerini hâlâ taşıyoruz. Bu izler, fiziksel özelliklerimizi etkileyebilir ve örneğin aynı burun yapısına sahip olabiliriz. Modern dillerde de acaba en eski dillerden izler kalmış olamaz mı?
Belki bir gün zamanda geriye ışınlanma teknolojisi geliştirildiğinde sorularımıza daha rahat yanıt bulabiliriz. Ancak bu soruları sormaz ve tartışmazsak, dilin kökeni ve evrimiyle ilgili merakımızı giderecek görüşler ve varsayımlar üretemeyiz.
Dillerin kökenini farklı yönlerden araştıran birçok bilim insanı, dillerin bir Afrika dili ya da dillerinden türemiş olacağı görüşünü savunmaktadır. Bu bağlamda, geçmişte insanların nasıl yaşadığını ve ilk dillerin nasıl ortaya çıktığını anlamak için yalnızca dil bilimsel veriler değil, antropolojik ve arkeolojik bulgulardan da yararlanılmaktadır.
İklim değişikliği ve kaynak kıtlığı gibi çevresel faktörlerin yaklaşık 110.000 yıl önce Afrika ekosistemini bozduğu ve yaşamayı zorlaştırdığı anlaşılıyor. Bu durum insan gruplarının kaynakları daha bol yeni yaşam alanları aramasına yol açmış ve bu arayışın sonucunda kuzeydoğu yönlü kitlesel klan göçleri ortaya çıkmıştır.
Bu göçlerle birlikte insanda dilsel gelişimin tetiklendiği ve Homo sapiens’in Afrika’dan çıkışıyla şekillendiği yaygın olarak kabul görmektedir. Bu süreç, dilin yalnız iletişim aracı olmanın ötesine geçerek toplumsal organizasyonu da artırdığı düşünülmektedir.
Science Advances dergisinde yayımlanan “İnsanlığın Afrika’dan Levant’a Yayılması” başlıklı 5 yıllık bir çalışma (Mahmoud Abbas, 10, 2023) Homo sapiens gruplarının yaklaşık 80.000 yıl önce Sina Yarımadası’ndan Levant’a (Doğu Akdeniz’in doğu kıyılarına) göç ettiğini öne sürüyor.
Araştırmalar, Homo sapiens’in Afrika’dan göç ettiği dönemde dil becerileriyle bağlantılı genlerin evrimsel bir değişim geçirdiğini göstermektedir. Örneğin, FOXP2 geninde gözlemlenen evrimsel değişimlerin, ses üretme ve anlama yeteneğini geliştirdiğini ortaya koymaktadır. FOXP2’yi bir ‘dil geni’ olarak sınıflandırmak çekici geliyor olabilir ancak bu geni ön plana çıkarmak çoğu dilbilimci tarafından aşırı basitleştirici olarak algılamaktadır.
Nitekim sosyal iş birliği ve iletişim gerekliliği, kitlesel göçler sırasında dilin erken gelişimini hızlandırmış olabilir. Bu hızlanmanın doğal bir çıktısı sonucu Afrika’da doğan ilk dillerin sonraki yerel genç dilsel formlarla kaynaşmış ve içinde erimiş olması yüksek olasılıktır.
Dilin evriminde gözlenen kültürel değişimler biyolojik evrimdeki genetik değişimlere benzeyen karmaşık bir süreci yansıtır. Antropo-linguistik bakış açısıyla, her iki süreç de uyumlaşma yoluyla gerçekleşen küçük ve stokastik (rastgele) değişikliklerin birikmesi ile karakterize edilir. Bu değişiklikler zaman içinde komplike ve öngörülemez sonuçlara yol açsa da biyolojik evrimde genetik kodların izini sürmek dilsel evrime oranla daha olasıdır.
Dilin ön kapasitesi için gereken nöronal bağıntıların Homo sapiens öncesinde Homo erectus zamanında oluşmaya başlamış olabilir. Homo erectus insan gruplarının avlanma ve barınma gibi ortak etkinliklerde işbirliği amacıyla sınırlı da olsa iletişim yeteneğine sahip olmaları beklenebilir. Bununla birlikte, Homo sapiens’te dil yeteneğinin ilerlemiş olması, geç Paleolitik dönemde beyin hacmi ve algısal yeteneklerdeki olası değişikliklerle bağlantılı olabilir.
Bazı dil bilimciler, ses bileşimleri aracılığıyla sembolik anlamları tanımlama kapasitesinin beyindeki tek bir mutasyonla geliştiğini, bunun ileriye doğru tek bir büyük sıçrama olduğunu savunur. Alternatif bir bakış açısına göre, dilin özgünlüğü, milyonlarca yıl süren bir evrimsel süreçte hominid kuşaklarının birikimli olarak birbirini izlemesi yoluyla, aşamalı olarak evrimleşmiştir.
Dil gelişiminin erken aşamalarında insanlar, çevrelerindeki nesneleri ve eylemleri adlandırmak için sesleri kullanmışlardır. Yeni kavramlar için de yeni ses ve sözcük dağarcığı oluşturma yeteneğini geliştirdiler. Daha sonraki evrelerde ise anlamlara dayalı iletiler oluşturmak için birden fazla heceyi ve sözcüğü birleştirme yeteneğine sahip olmuş olabilirler.
Dilin kaynağını anlamak için dünya genelinde birçok üniversitede disiplinler arası kapsamlı araştırmalar yürütülmektedir. Ancak bu çabalara karşın, derlenen sınırlı veri boşlukları doldurmayı ve dilin evrimine ilişkin kapsamlı bir resim oluşturmayı zorlaştırıyor.
Dilin doğasını, evrimini, işlevini ve değişimini anlamaya çalışırken karşılaşılan temel zorluk, prehistorik (tarih öncesi) çağlarda yazının olmayışıdır. Yazı öncesi dönemde insanların nasıl konuştuğuna dair somut bir kanıt bulma şansımız olmadığından ilk dillerin izini sürmek her zaman zorlu bir görev olmuştur.
Bu anlamda, dilin kökenine ilişkin sunulan açıklamalar genellikle varsayımsal ve yaklaşık olup dillerin doğuşuyla ilgili kesin bilgiler sağlamaktan da uzaktır. Bazı araştırmacılar dilin hayvanlardan veya doğadan yansıyan seslerden esinlendiğini savunurken diğerleri duyguları ifade etme ihtiyacından kaynaklandığını ileri sürmektedir.
Bu alandaki belirsizliklere karşın, dillerin biyolojik, bilişsel ve sosyokültürel faktörlere bağlı olarak evrimleştiği konusunda genel bir görüş yakınlığı söz konusudur. Genetik faktörler, beynin ve ses organlarının gelişimi, kıtasal göçler, kültürel etkileşim, iklim değişikliği ve teknik ilerlemenin dil evrimi üzerinde etkili olduğu benimsenen temel bileşenlerdir.
Dilin ortaya çıkışına daha geniş bir perspektiften bakmak için dilin karmaşıklığını ve çeşitliliğini destekleyen değişik faktörler olduğunu göz önünde bulundurmak önemlidir. Buna göre dillerin doğuşu, büyük olasılıkla basit ses bileşimleri yanı sıra çeşitli danslar, el işaretleri, yüz ifadeleri ve beden hareketlerinin bir araya gelmesiyle desteklenmiş olabilir.
Diller farklı coğrafyalarda, farklı çağlarda ve farklı kültürlerde gelişmiştir. Bu süreçte doğal olarak ses dağarcığı, sözdizimi ve anlam yapıları bakımından farklı özellikler kazanmıştır. Bu çeşitlilik, yalnız bilişsel gelişimin değil, aynı zamanda sosyokültürel etkileşimin de dilin evrimindeki rolünün bir dışavurumu olarak görülür.
Dil, insanların dünyayı algılamaları, anlamaları, yorumlamaları ve deneyimlerini paylaştıkları dinamik bir araç ve kültürel bir ürün haline gelmiştir. İletişimi kolaylaştırmanın yanı sıra, bilgi biriktirme düzeneği olarak işlev görmektedir.
Eski çağlarda dünyanın farklı yerlerindeki meraklı insanlar, farklı yaklaşımlar kullanarak dilin kaynağını anlamaya çalışmış. Hindistan’daki Brahman bilgelerinden, Sümer ve Eski Mısır rahiplerine ve tabii ki eski Yunan’a kadar bu arayış, çeşitli teorilerin ve hipotezlerin doğmasına neden olmuştur.
Brahman bilgeleri, dilin insanın iletişim kurma dürtüsünü karşılamak için doğada var olan seslerden kendiliğinden türediğini savunmuşlardır. Ancak, eğer böyle olsaydı, dünyada tek bir dil olması gerekirdi ve bugün 7.000’den fazla dil konuşulmazdı. Doğadaki seslerinin anlam taşıyacak biçimde düzenlenmesi ise esasında insanın yaratıcı gücünün ve evrimsel birikiminin bir sonucudur.
Diğer yandan İncil kronolojisi ilk insan Adem’in günümüzden sadece 5.780 küsur yıl önce yaratıldığını aktarmaktadır. Oysa evrimsel antropologlar modern insanın atası olan Homo sapiens’e ait en eski kemikleri 300.000 yıl öncesine tarihlemektedir. Bu tarihler arasındaki büyük fark göz ardı edilebilecek türden değildir. Bu durumda ne yapacağız? Bilimsel yöntemlerle çalışmayı sürdüreceğiz.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, ilk insanların kullandığı sözlü iletişimin özelliklerini, ilk sözcüklerin içeriğini, ilk dilin gramer kurallarını ya da hangi nesnelere hangi adların verdiklerini asla kesin olarak bilemeyeceğiz. Benzer şekilde, dilin ilk olarak tek bir zaman ve yerde mi geliştiğini yoksa birden fazla yerde bağımsız olarak mı ortaya çıktığını da bilemeyeceğiz.
Dilin kökeni, insanlık tarihine derinlemesine gömülü en eski ve en karmaşık gizemlerinden biri olmaya devam edecek görünüyor…
halilocakli@yahoo.com