Alper Eliçin (noktakibris.com)
Geçen hafta yazımı Tiflis’te yenen bir akşam yemeği ile bitirmiştim. Şimdi kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum…
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra George, Toyota Patrol cipiyle bizi almaya geldi. Önce bizi şehirde biraz dolaştırdı. Rustavelli Caddesi’nden geçip nehrin kuzeyine döndük. Bu vesileyle Rustavelli’nin Gürcistan’ın en tanınmış şairi olduğunu da belirteyim. Kura Nehri’ni bir köprüyle geçip adeta 19. yüzyıl sonlarıyla ilgili film çekimi için hazırlanmış gibi duran bir caddeye geldik; Agmashenebeli Avenue. Sokakta arabalar ve modern giyimli insanlar olmasa tam bir film platosu gibiydi.
Bu bölgeye Kaiser Wilhelm zamanı Almanlar yerleşmiş ve bu mahalleyi onlar kurmuş. Zaten caddenin başladığı meydanın tarihsel adı da Saarbrücken Meydanı. Azerbeycan’da petrol bulununca transit noktası olarak Tiflis’in de önemi artmış. İngiltere ile rekabette olan Almanya da buraya yerleşmiş. Arka sokaklar henüz yıkık döküktü ama ana cadde çok hoş bir şekilde restore edilmişti.
Bu caddede bir zamanlar Avrupa’nın en eski beş sinemasından biri de varmış; Kino-teatri Apollo. 1909’da açılan bu tiyatro 1990 tarihine kadar hizmet vermiş. O zamanın diğer sinemaları Londra, Paris, Madrid ve Roma’daymış. 2010’lu yılların başında George bu binayı satın almış. Restore edip, Moulin Rouges’a benzer bir yer çalıştırmak istediğini söyledi. Ama bir köşesine de Nusr-Et Lokantası açmayı hayal ettiğini de ekledi. Binayı gezip, fotoğraf çektik ve yola devam ettik.
Bir yerde aracımızla durup 10-15 dakikada caddede yürüdük. Daha sonra Kura’yı yeniden aşıp şehrin güneyinde bir fünikülere bindik ve kentin güneyindeki sırtların birinde olan, Sovyet döneminden kalma, pas içerisindeki telekomünikasyon kulesinin altındaki platforma ulaştık. Tiflis’in tepeden fotoğraflarını çektik, bir kafeteryada çilekli pasta yiyip, çay içtik.
Aşağı indikten sonraki araçla Gürcistan’ın doğusundaki Signagi kasabasına doğru hareket ettik. Burası George’un ailesinin geldiği yermiş. Azerbaycan’a 50 kilometre (km) mesafede. George’un cipini artık şoförü kullanmaya başladı. Tiflis içinde George nezaketen bizzat kullanmıştı. Sürücü Toyota Patrol araçla önümüzde deli gibi gitmeye başladı. Yol iki şeritli ve bu ülkede millet karşıdan araç gelirken de, nasıl olsa üç araç yan yana sığar diye düşündüğünden olacak, sollama yapıyor. Bir de bizim şoförün öndeki araçtan kopmama endişesi ortaya çıkınca epeyce gerildik. Neyse 12:40’ta başlayan yolculuk, kazasız belasız 15:00’te Signagi’de bitti.
Signagi 12. yüzyılda kurulmuş, iyi korunmuş, surlarla çevrili bir yer. Bir tepenin üstünde. Aşağıda 20-30 km genişliğinde çok mümbit bir ova var. Ortasından nehir akıyor. Daha sonra karlı zirveleriyle Kafkas Dağları görünüyor.
Güzel bir butik otele yerleştik. Yatak odamdan yukarıda tasvir ettiğim manzara görülüyordu. Konaklama ücretleri George tarafından ödenmişti!
Daha sonra kasaba sokaklarında biraz dolaştık, müzeyi gezdik. Arkasından George’un ovadaki evine doğru yola çıktık. Yolda Türkiye’den getirdiği 583,000 zeytin ağacının dikilmiş olduğu plantasyonda durduk. Gürcistan’da zeytin işini George başlatmış ve halen bu işi yapan başka kimse de yokmuş. Soğuk sıkım için kurduğu zeytin değirmenini de gezdik. Ancak, bilemediğim bir nedenle zeytinyağı çok hafif, adeta Riviera gibiydi. Rayihası çok azdı. Pek beğenmedim. Benim Kıbrıs’ta kendi bahçemde ürettiğim zeytinyağı çok daha üstün diye düşündüm.
Daha sonra 150 yıldır şarapçılık yaptıkları şatosuna geçtik.
Mahzende şarap tadımı yaptık. Ben şaraplarını çok beğendim. Gürcistan’ın yerel üzüm türlerinden üretiliyor. Beyaz şarabı ise yeni ödül almış. Mahzende 1930’lardan kalma kırmızı şarapları da vardı.
Daha sonra yukarı, giriş katına çıktık. Önce arka bahçeye geçtik. Değişik ağaçların yanı sıra kümeslerde keklik dahil pek çok tavuk, kuş çeşidi vardı. Bahçede bir imbik ve kaynayan bir kazanla karşılaştık. Buradan Grappa/Zivaniya benzeri, alkol oranı 60 derece olan ve üzüm suyundan elde edilen bir içki damıtılıyordu. Adı çaça. Bir bardak içtim, yumruk yemiş gibi oldum. Aç karnına, bir de şarap tadımı üstüne vay vay vay! İkincisini nazikçe reddettiğimi hatırlıyorum.
Bahçede bir köşede bir kadın tarafından kuyu tipi fırının duvarlarına yapıştırılarak ekmek yapılıyordu. Anadolu’dan bildiğimiz tandır ekmeğinin bir başka türlüsü. Sıcak sıcak yedik,
Daha sonra, üzüm peltesi kaynayan bir kazana ipe dizilmiş fındıkları sallandırarak sucuk yaptık.
Şov bununla bitmedi. Salona geçtik. Salonun ortasına sekiz kişilik bir masa kurulmuş, sadece kuş sütünün eksik olduğu çok zengin mezelerle donatılmıştı. Salondaki eşyaların tümü sanki bir antikacı dükkanından alınmış gibiydi. Arka planda ise Rus tipi bir şömine gürül gürül yanıyordu.
Şömine, kurulan düzen sayesinde üç katlı evin tamamını ısıtıyormuş. George’un soyadı Svanidze. Masada Chateau Svanidze’nin iki çeşit kırmızı, bir çeşit beyaz şarabı vardı. Ayrıca, başta kişniş olmak üzere tarhun, reyhan gibi pek çok ot ve sebze göze çarpıyordu. Daha sonra, oğlak, süt kuzusu, dana, balık vs.den oluşan bir et ziyafeti başladı. Yemekte ev sahibesi olarak George’un hanımı da bize refakat etti.
Yemeğin sonunda, George tanıtıma biraz meraklı olduğundan, salona eski bir keman getirildi. George bunun bir Stradivarius olduğunu söyledi.
Daha sonra bu tanıtıma iki altın kaplama tabanca dahil oldu. Birinin üzerinde Svastika-gamalı haç vardı. Hitler’in Himmler’e Rusya harekâtı sırasında hediye ettiği tabancaymış. İkinci tabanca ise Berlin’e giren Sovyet generali Zukov’a Stalin tarafından hediye edilmiş bir silahtı.
Son olarak George bize evini gezdirdi. Bir de bahçede duran 1935 model bir Mercedes’i inceledik.
Saat 22:00 civarı getirdiğimiz hediyeleri vererek otele geri döndük. George da bize şarap ve zeytinyağı hediye etti. Şişeleri numaralamış ve üstlerine imzasını atmıştı.
Ertesi sabah kalktığımda hepimizin gözlerinin altının şiştiğini fark ettim. Herhalde dört gün üst üste yoğun içki içtiğimizden olacak diye düşündüm. Kahvaltımızı, aşağıdaki ova ve uzakta görülen Kafkaslar’a bakarak yaptık. Saat 10:30’da George, eşi ve kızıyla geldi. Bizi Gürcü Ortodoksların hacı oldukları Nino manastırına götürdü. Burası bir külliye idi. İki kilise, manastır, Nino’nun mezarı vs. vardı. Nino buraya Kapadokya’dan gelmiş.
Sonra George Svanidze ve ailesiyle vedalaştık. Onlar Tiflis’e döndü, biz ise havalimanına geçtik.
Havalimanına biraz daha sakin bir sürüş ile vardık. Şoförümüze yolda sık sık kaybolduğu için takılıp durduk. Adam, “E bizde de biraz Lazlık var’” diye cevap verdi. Kendisine 100 dolar bahşiş verip Batum’a yolcu ettik.
Trabzon’da başlayan keyifli, keyifli olduğu kadar da ilginç bir Gürcistan seyahati THY İstanbul uçağına binmemizle sona ermiş oldu.
Gürcistan son yıllarda büyük gelişme göstermiş bir ülke. Rusya’nın iki bölgesini işgal altında tutmasına rağmen yaşam devam ediyor. Burnumuzun dibinde ve nispeten ucuz olan bu ülkeyi fırsat bulduğunuzda ziyaret etmenizi öneririm.
İlk bölümü okumak için tıklayın