Bu hayatta gerçeği görmemizi, kavramamızı engelleyen bir yığın toplumsal engelin yanı sıra bireysel birçok put da var.
İnsan zihninde kıramadığı yanlış gerçek algısını ancak putlara yükledikleri anlamları yok etmesiyle yıkılabilir.
Belli kalıplar şeklinde hırstan, şehvetten arınıp, aklı olumlu şekilde kullanıp kendi başına düşünüp, görüşlerini sorgulayan cesaretini toparlayıp karar verebilenler bunu başarabilir. Yaşadığımız toplumun yasaları, yazılı-sözlü adetler, gelenekler ve kültürel ön yargıların yanı sıra genelleme yapmak, açık fikirli olmamak ve kişisel kaygılar gibi aklınıza gelebilecek bir çok sebep gerçeklik olgusunu görmemizi engeller.
Düşünce, gerçekliğini nesnelerden, olaylardan, kişilerden alan şeydir. Gerçeğe dönüştüğünde düşüncenin varlığı elle tutulur, uzayda yer kaplar, zaman içinde değişir. Bu değişim insan bilincine aykırı, anlamsız olduğu için insan var olduğu günden bu yana zihnin ürünü olan gerçek düşünce olgusunu anlamaya çalışmıştır.
İnsanını gerçeği anlama konusunda düştüğü en büyük tuzaklardan biri dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanmasıdır. Kendi duygu, düşünce, davranış ve ihtiyaçlarından başka hiçbir şeyi önemsememesi, başkalarının onsuz yapamayacağını, herkesin ona ihtiyacı olduğunu düşünmesidir. Bunlar da insanın gerçeği görmesinin önündeki en büyük engeller olsa gerek. İnsan böyle davrandığı için kendisini her şeyin ölçüsü almasıyla dışarıya kapanması sonucunda kendi doğrularıyla gerçeği asla göremeyecektir. Dahası kişinin, kendisi dışındaki herkesin dünyayı kendisi gibi algıladığını sanması büyük bir yanılgıya götürür.
Bu ön yargılar kuşatmış, hapsetmiş bizi, içimizdeki insanlığı öldürüyor. Ön yargılar kişilere, kişilerin düşüncelere ilişkin olabileceği gibi belirli bir insana, topluluğa, herhangi bir nesneye ya da teknolojik araçlara ilişkin de olabilir. Kişinin yaşadığı çevre, aldığı eğitim, sosyokültürel faktörler, çocuk yaşlardaki engellemeler, çeşitli duygusal ,düşünsel, bilişsel, davranışsal gerilimler gerçeğin görülmesinde büyük bir engel teşkil eder. Bu ön yargı kişiye duygu, düşünce, davranış, karar ve eylem durumunda çok zarar verir. Kişi bir konu ya da bir olayı değerlendirirken genellikle kendi fikrinin doğru, mantıklı, anlaşılır ve adil olduğunu, buna karşılık tartıştığı kişilerin ona ön yargılı olacağını varsayar. Komik olan ise, kendisi böyle bir mantık yanlışlığı içindeyken tartıştığı kişinin onun fikirleri hakkında da ön yargılı olabileceğini, objektif olmadığını düşünmesidir. Bu da kişiyi ikinci bir ön yargıyla düşünmeye sevk ediyor. Kişi ön yargılarını biliyormuş gibi bilgi olarak ele alır. Mantıklı, akılcı, anlaşılır doğru bir iletişim insanların birbirlerine karşı olan ön yargıların kırılmasına sebep olur.
Kimi zaman bu ilişki içinde birey fiziksel, zihinsel ve psikolojik olarak kendisine, çevresindeki kişilere veya objelere zarar vermeyi içeren çeşitli davranışlarda da bulunur. İletişimde bulunan kişi ya da kişiler duygu, düşünce alışverişi sonucu geri dönüş alırlar. Tüm bunları kişilerin duygusal, düşünsel, davranışsal tepkileri, geliştirmiş oldukları bakış açıları ve sosyokültürel faktörler etkiler.
İnsana sahte ve hayali dünyalar yaratan uydurulmuş oyunlarla, yalanlarla kandırmak gerçekliği görmesini engeller. Ne diyordu Decartes, “Düşünüyorum o halde varım.”
Gerçekten şüphe etmek düşünmek, düşünmek ise var olmaktır. Düşünüyor ve öyleyse var olduğum şüphesiz ise ben gerçeği düşünüp var olacağım. Düşünme eyleminden şüpheye, şüpheden de var olma bilgisine ulaşacağım. Bu insanı gerçeğe götüren yoldur.
İnsan anlayış, kavrayış, algılama yetisinin yanında yaşadıklarını, öğrendiklerini ve bunların geçmişle olan bağlantılarını bilinçli olarak zihinde saklar. Analitik düşünce mantığıyla, bir şeyi parçalarına bölmek, en küçük birimine kadar incelemek, kavramak ve anlayarak düşünebilmek bizi gerçeğe götürür. Bu düşünce mantığı insanı basitten karmaşığa, kolaydan zora götürerek ihtiyacımız olan gerçeğe ulaştıracaktır. Hayatta edindiğimiz farklı görüşlerle gerçeğe ulaşabiliriz. Duyular yoluyla, ahlaki değerlerle, doğuştan getirdiğimiz genetik kodlarla, sezgiyle, dini bilgi ile tecrübe yoluyla, akıl yürütmeyle, izlenimlerle, kavramlarla, zihin formlarıyla, şüphelerle gerçeğe ulaşmanın bir çok yolundan birkaçıdır. Septikler bu görüşü ortaya koyarken günlük olaylarla, pratik işlerle değil, şüphe ile gerçeğin bilgisine ulaşılabileceğini ifade ederler. Sonuç olarak gerçek olan bazen insana çok komikmiş gibi geliyor. Mesela Descartes “çıplak ayaklarına bakıp da gülmeyen insanda ya simetri anlayışı ya da espri anlayışı yoktur” der.
Dış görünüşünden şikayetçi olan insanlar birçok organından memnun değilken, bu nedenle estetik yaptırırken nedense hiç kimse aklının azlığından yakınmıyor, beyninden çok memnun. Şikayetçi olmadığımız tek organımız beynimiz. Kişinin gerçeği görebilmesi için hayata ön yargılardan, benmerkezci bir anlayıştan uzak, objektif gözle bakmak gerekir. Şunun da altını çizmek gerekir, gerçeği görmeyi engelleyen körlük gözlerin değil, kalbin ve beynin körlüğüdür.
Gerçeği görmemize engel olan bu nedenlerin hepsinin temelinde cehalet vardır. Cehaletin sebep olduğu o kadar şey var ki; inanın bu sorunları görmemek, görmezden gelmek, bilmemek, anlamamak, kavramamak aklıma, mantığıma sığmıyor. Evrensel sorunlara, yaşanan acı ve felaketlere çok üzülüyorum. Cehalet öyle derin bir kuyu ki, karanlık, sonunu bilmediğim bir boşluk, dönüşü olmayan bir yol gibi.
Cahil, bilimden uzak, kendi kuyusunu kendisi kazmış, felaketlerin sebebi olan bilgisiz, tecrübesiz, eğitimsiz, bilinçsiz, bilgisi ve marifeti olmayan, kaba, sert davranışlı, kısacası davranışları kötü olan tüketen, tükettikçe tükenen insandır.