Faşizan müdahalenin dik âlâsı!-Zülal Kalkandelen (Cumhuriyet)
“Papa Francis vefat edince tüm dünya gibi bizde de yankıları oldu. HÜDA PAR’a yakın Peygamber Sevdalıları Vakfı’nın İstanbul Bağcılar’da düzenlediği mitingde Vakıf Onursal Başkanı Mehmet Göktaş, derhal halife seçilmesi isteğini dile getirmiş. HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu’nun da aralarında olduğu kitleyi bulunca coşmuş belli ki ulema olarak gördüğü Diyanet’e ve iktidara şu çağrıyı yapmış:
Buradan bütün ulemaya sesleniyorum, yöneticilere sesleniyorum. Bu ülkenin İslam adına söz söyleme hakkı olan bütün seydalarına, âlimlerine sesleniyorum. Eğer Allah’ı razı etmek istiyorsak, eğer Resul’ünün ruhunu şad etmek istiyorsak, eğer Gazze’nin kurtuluşu adına gerçekten ciddi bir adım atmak istiyorsak derhal halife seçmelidir. Müslümanlar halifesini seçmelidir artık. Yetmez mi yüz yıldır yetim kaldığımız, halifesiz kaldığımız, öksüz kaldığımız, süründüğümüz, parçalandığımız, bölündüğümüz yetmez mi? Onun için derhal en kısa zamanda Müslümanlar başına halifelerini seçmelidir. Hilafet çalışmaları başlamalıdır.”
3 Mart 1924’te TBMM’nin kabul ettiği Üç Devrim Yasası’ndan biri olan 431 sayılı yasa ile hilafet bu ülkede kaldırılmıştır. Anayasasında laik bir devlet olduğu yazan Türkiye’de hilafet geri getirilemez. Bunu bir miting yaparak kurumsal olarak istemek anayasal düzene karşı olmaktır.”
İstanbul’un işgali-İlber Ortaylı (Hürriyet)
“İstanbul 16 Mart 1920’de yeniden işgal edildi. İngilizler, boğazların kontrolü konusunda son derece acımasızdı. İngiltere ile Fransa arasında bir gerginlik mevcuttur. Yorgun düşen İngiltere, İstanbul’u taze Yunan kuvvetleriyle elde tutmak istemiş; ancak bu proje uygulamaya konulamamıştır. Fransa’nın bu devir teslim planına karşı çıkacağı, Mareşal Franchet d’Espèrey’in açıklamalarıyla da ortaya konmuştur.
İstanbul’un 16 Mart’ta İngilizler tarafından yeniden işgali ve Britanya Komiserliği’nin bütün İstanbul’un üst kademe komutasını ele almasına rağmen; özellikle Balkan ordusunun galibi, mareşal Franchet d’Espèrey’nin sık sık müdahaleleriyle – Suriçi İstanbul’da daha farklı bir ortam gözetlenebiliyordu. Bu durum, işbirliği yapan millî kuvvetlerin hem istihbarat sağlama, hem geçenlerin organizasyonu ve örgütlenip kaçırılması, hem de silah nakli konusunda daha aktif olabilmelerini sağlamıştır.
İngilizler, boğazların kontrolü konusunda son derece acımasızdı. Özellikle İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e giriş noktasında bu durum açıkça görülürdü.”
Had bildiricilik rolü-Ahmet Taşgetiren (Karar)
“Eski Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi. Bir ara gözden düşmüştü, şimdilerde yeniden Beştepe’ye yakın hale geldiği söyleniyor. Nitekim AK Parti MYK’da Ekonomi İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevine getirildi.
Zeybekçi geçen günlerde TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’ı ziyaret etti ve “Yurt dışı yasağı doğru değil, gözaltı görüntüleri de hoş değildi” dedi.
Malum Orhan Turan ve TÜSİAD bir süre önce bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından hadleri bildirilenlerdendi, o gözaltı görüntüleri ve yurt dışına çıkış yasağı da had bildirme ikliminde gerçekleşmişti.
“Had” sınır demek. Normalde “Had bildirmek” de bir kişiye – kuruma “sınırlarını hatırlatmak” anlamına geliyor. Hukuk devletinde, demokratik düzende en tepe nokta, “Cumhurbaşkanı” dahil herkesin bir sınırı da var. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diye yazar Meclis’in alnacında ama Meclis o gücü bile “anayasal kurumlar vasıtasıyla” kullanır ve onları da bağlayan hukuk çerçevesi var.”
Güle güle Sırrı Güle güle kardeşim-Mustafa Kemal Erdemol (halktv.com.tr)
“Günler ağır, günler ölüm haberleriyle geliyor gerçekten de. Hem teyzemi hem de Sırrı’yı aynı gün birbirine yakın saatlerde kaybedince daha da canımı yaktı bu gerçek. Biri özel, diğeri hem özel hem de toplumsal tarihim açısından çok önemli olan iki değeri yitirdim bir gün içinde. Üstelik iki ay önce yitirilmiş bir abla acısının üstüne geldi kayıpları.
Sırrı Süreyya ile dostluğumuz ondan da söz ettiğim bir yazım sayesinde başladı. Yurtdışında olduğum yıllardı, mail adresime güzel sözler eşliğinde teşekkür mesajı yollamıştı. “Son derece vicdanlı” dediği yazımda solda sıkça rastlanan, değerli neyimiz varsa yok sayma tutumunu eleştirmiştim. Sırrı’yla, köklü dostluğumuzun nedeni bu yazıdır.
Sinemacılığıyla da bilinirdi ama geniş kitlelerce tanınması bir televizyon programının sürekli konuğu olmasındandır sanırım. İlginç programdı. İki İslamcının karşısında sözünü sakınmadan dile getirirdi düşüncelerini. Bir süre sonra tadı kaçınca “ne işin var orda” dediğimi, onun da bana “yolcudur Abbas bağlasan durmaz” yanıtını verdiğini anımsıyorum şimdi. Kaçıp gidecek biri olduğundan değil, gittikçe kısırlaştığından ayrılmıştı o programdan. Hayattaki tutumu da böyleydi çünkü, kısırlaşmış ortamlarda olmazdı hiç.”
İmamoğlu o gece bir yat kiraladı mı?-Mahmut Övür (Sabah)
“Ne kadar siyasi makyaj yapılırsa yapılsın, tarihi bagajı zaten ağır olan CHP’nin sırtına şimdi öyle bir yük bindi ki… Emanetçi siyasetçilerin, fondaş medyanın, hatta Batı başkentlerinde lobi kapılarını aşındıran İstanbul sermayesinin bile altından kalkamayacağı cinsten bir yük bu. Ne yapsalar bu gömlek artık dar geliyor.
Dosyada ne ararsan var: “Suç örgütü yöneticiliği”, “irtikap”, “rüşvet”, “nitelikli dolandırıcılık”, “kişisel verileri hukuka aykırı ele geçirmek”, “ihaleye fesat karıştırmak”…
Suçların saymakla bitmediği, her gün yeni bir itirafın patladığı devasa bir kara deliğe dönüşüyor bu dosya.
Ve bu girdabın tam ortasında CHP’nin “kurtarıcısı” ilan edilen Ekrem İmamoğlu var. Her hatası görmezden gelindi, her adımı “vizyon” diye pazarlandı. Şimdi ise faturası sadece partisine değil, ülkenin siyasi hafızasına da kesilecek kadar ağır.
Bu faturayı Özgür Özel’in “üç maymun” stratejisiyle ya da gazetecilikten çok PR’a benzeyen fondaş manşetlerle ödeyemezsiniz. Bu yük, öyle “alicengiz siyaseti”yle taşınacak cinsten değil. Rahmetli Cem Karaca ne diyordu:
“Hayvan terli… Bu yem yenmez bile bile!”
Ve bu daha başlangıç. Henüz “VIP hat” kısmına gelmedik bile. Onu bir sonraki yazıya bırakalım. Şimdi sizi 15 Temmuz 2016’ya, Türkiye tarihinin en karanlık gecesine götürmek istiyorum.”
Ayşe Barım vakası: Delilsiz, mantıksız 30 yıl-Timur Soykan (BirGün)
“Gezi Davası, Türkiye’de adaletin tabutuna çakılan son çivi oldu. Hiçbir delil olmadan komplo teorileriyle ceza yağdırıldı. Saray yargısının bununla yetinmeyeceğinin işareti ise menajer Ayşe Barım Vakası oldu. Geçmişte Ergenekon ve Balyoz davalarında olduğu gibi Gezi Davası, iktidarın hedef aldığı herkesi içine atacağı bir çuvala dönüştürülecekti.
Dizi sektöründe tekelleşmekle suçlanan Ayşe Barım, gözaltındayken Gezi sanığı yapıldı. Apolitik bir kişilik olan Ayşe Barım, Gezi eylemlerini organize etmekten 27 Ocak 2025’te tutuklandı.
Sağlık sorunları nedeniyle Silivri Cezaevi’nde fenalaşan Ayşe Barım hakkındaki iddianame tutuklanmasından üç ay sonra tamamlandı.
Önce iddianamede akıl ve mantık dışında nelerin olmadığını sıralayalım.
Ayşe Barım hakkındaki temel suçlama şu: Menajerliğini yaptığı oyunculara Gezi eylemlerine katılmaları için talimat verdi. Yani bu oyuncuların iradeleri yok ve menajerleri ne derse onu yapan robot gibiler. Savcılık Türkiye’nin en ünlü oyuncularını adliyeye çağırarak ifadelerini aldı. Hatta bazı oyuncular hakkında yalancı tanıklıktan soruşturma açıldı. İfade veren oyuncuların tamamı, Ayşe Barım’ın kendilerine bir talimat vermediğini kendi özgür iradeleriyle Gezi Parkı’na gittiklerini söyledi.”
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: