Alman ilahiyatçı Martin Luther, dini reform hareketiyle 16. yüzyılda Avrupa toplumlarını şekillendiren en önemli adlardan biri olarak kabul edilir.
Onun öncülük ettiği reform hareketi yalnız dinsel alanda değil, vicdan özgürlüğü, laikleşme, siyasi katılım ve güçler ayrılığı gibi kavramlarla sosyal ve siyasal alanda da çığır açıcı etkiler yaratmıştır.
O dönemde Avrupa’da insanlar genellikle dogmalar ve tabularla yoğrulmuş bir yaşam sürerken, Luther 1517’de yayınladığı bildiride Hristiyanlığın temel ilkelerinin yeniden formüle edilmesi çağrısında bulundu. Bu manifestoda ortaya koyduğu tezler, sıradan insanların kilisenin otoritesini sorgulamasına neden oldu.
Otuz üç yaşındaki bu enerjik rahibin sözleri ve eylemleri Batı Hristiyanlığının Katoliklik ve Protestanlık olarak ikiye bölünmesine yol açtı. Katolikler Papa’ya bağlıydı ancak Luther’in temsil edilen akım Papa’nın egemenliğini tanımak istemiyordu. Vatikan’ı protesto eden bu yeni akım, “protesto” sözcüğünden esinlenerek “Protestanlık” olarak anıldı.
Protestanlık, bireyin Tanrı’ya aracısız erişimini savunuyor, Katolik Kilisesi’nin aracılık iddiasını reddediyordu. Örneğin Luther, bağış karşılığında günahları affetmenin kilise otoritesinin kötüye kullanılması olduğu görüşündeydi. Ayrıca Kilise’nin Tanrı’nın dünyevi temsilcisi olduğunu ileri sürmenin İncil’in mantığıyla çeliştiğini savunuyordu.
Protestan hareketi, ruhani konularda doğrudan İncil’e başvurulmasını önermiş, bu da erken modernite sürecinde bireysel özgürlükler ve haklar alanında önemli kazanımların önünü açmıştır. Reformların sonunda, Hristiyan ulema (bilginler) ile devlet otoritesi arasındaki dayanışma bozulmuş, ulemanın etkisinin azalması ise modern ulus devletlerin oluşumuna katkıda bulunmuştur.
Luther’in zamanında adı pek duyulmamış bir başka radikal reformcu daha vardı: Thomas Müntzer. Müntzer, modern Avrupa’yı dinsel, siyasal ve sosyal açıdan derinden etkilemiş bir kişilik olarak tanınmıştır. Kendisi yalnız bir teolog değil, aynı zamanda Yunanca, Latince ve İbranice konusunda uzmanlaşmış bir akademisyendi.
Ancak Müntzer, Luther’den daha hayalciydi. Sosyal eşitlik, manevi yenilenme ve ekonomik adalete dayalı bir toplum kuracak feodalite karşıtı bir sosyal devrimi savunuyordu. Müntzer’in Luther hareketine bakışı hem hayranlık hem de anlaşmazlık ile karakterizeydi ve sonunda Luther’i en sert eleştirenlerden biri olmuştu.
Müntzer’in şu çıkışı ünlüdür:
“Eğer toprağı Tanrı insanlara verdiyse ve insanlar Tanrı katında eşitse neden yalnız aristokratlar toprağa sahip olabiliyor? Biz de hakkımız olan topraklarda ekip biçeceğiz, biz de hayvan avlayacağız.”
Müntzer yoksul köylüleri aristokrasiye karşı örgütledi ve direnişin lideri oldu. Toplanan köylüler 1524-25 yıllarında Thüringen’de “Alman Köylüler Savaşı’na” katıldılar, ancak derebeylerinin toplarına karşı koyamadılar ve yenildiler. Savaşın sonucu yıkıcı oldu. Yaklaşık 75.000 köylü yaşamını yitirdi, binlercesi idam edildi ya da sakat kaldı.
Toprak reformu ve sivil özgürlükler için yapılan bu ayaklanma 16. yüzyıl Alman tarihinin en trajik olaylarından biri oldu. Feodaller yenmiş oldukları halde yeni bir köylü isyanından korktular ve bazı tavizler verdiler: Zorla çalıştırma azaltıldı, evlenme hakkı tanındı, miras vergisi kaldırıldı ve ormanda ağaç kesimine izin verildi. Militan ilahiyatçı Müntzer ise ayaklanmadaki rolü nedeniyle işkence gördü ve idam edildi.
Martin Luther ve Thomas Müntzer, 16. yüzyılda hem kiliseye hem de feodalizme karşı çıkan, baskıya direnen iki cesur din adamıydı. Dinin siyasallaşmasına ve manipülatif devlet-ulema ilişkilerine karşı gösterdikleri tepkiyle 16. yüzyılda moderniteye giden yolda öncü olmuşlardır.
Batı ve Doğu’nun kültür dünyaları devlet-ulema ilişkileri açısından farklılık göstermektedir. Doğu’nun birçok ülkesinde yaşanan sosyoekonomik çalkantıların temel nedeni dinin siyasallaşması ve bunun açtığı alanda despotizmin devlet ideolojisine dönüşmesidir. Bu ülkelerdeki liderler bu yüzyılda bile gerçeklikten kopuk, benmerkezci bir dünyada yaşıyor ve devlet erkini ellerinde tutmak istiyorlar.
Bir Rönesans aydını olan Fatih Sultan Mehmet bir Doğu-Batı sentezi yaratmayı amaçlamış, ancak sonraki padişahlar bu yaklaşımı devam ettirememiştir. Örneğin oğlu II. Beyazıt, babası Fatih’in kurduğu kütüphaneyi dağıttı. Fatih’ten Atatürk’e kadar önemli bir boşluk oldu ve ne yazık ki Atatürk çağdaş uygarlık yolunda tüm adımları atamadan vefat etti.
Bağımsız Hindistan’ın ilk başbakanı olan Nehru, ulusal kalkınma, eğitim reformları ve kadın hakları gibi ilerici politikaları benimseyerek modern, demokratik ve laik bir ulus kurmaya çalışan bir lider olarak tanınmaktadır. Ancak her iki ülkede de muhafazakâr ve feodal yapılar toplumsal dönüşüme direnmiştir.
Orta Doğu, Rusya, Çin ya da Kuzey Kore’deki despotizmi “coğrafya kaderdir” yaklaşımıyla açıklamak çok rasyonel değil. Coğrafyanın bir kabahati yok. Ekonomist Mahfi Eğilmez’in bir saptamasına göre Güney Kore ve Kuzey Kore, aynı coğrafyayı paylaşan tek ulustur. Ancak Güney Kore’de kişi başına düşen gelir 33.000 dolar iken Kuzey Kore’de bu rakam 1.000 doların da altındadır.
Aralarında sadece birkaç kilometre olan Kaş ve Meis Adası aynı coğrafya sayılır ancak bir Meisli Avrupa Birliği’ni (AB) vizesiz gezebiliyor, istediği yere yerleşip çalışabiliyor. Bir Kaşlı ise vize için çantalar dolusu evrak hazırlıyor, yüksek vize ücreti ödüyor, görevli karşısında eziliyor ve belki de vize alamıyor. Bu bağlamda, Güney Kore ile Kuzey Kore ya da Yunanistan ile Türkiye arasındaki farklar herhalde coğrafyanın suçu olamaz. Bir toplumu ilerleten ama diğerini ilerletmeyen başka bileşenler olmalı.
Bireyin doğduğu ve öldüğü yer kader kabul edilebilir, ancak nerede ve nasıl yaşadığı kader değildir, çünkü her birey nerede ve nasıl yaşayacağına özgür bilinciyle karar verebilir. Dolayısıyla, bir ülkenin yöneticisi ne kadar despot olursa olsun kader olarak görülmemelidir; çünkü sonuçta toplumun çoğunluğu tarafından seçilmektedir.
Birkaç istisna dışında, Doğu toplumları henüz Luther’in öncülük ettiği türden entelektüel atılımlar üretmemiştir. Bunun olası nedenlerinden biri, din-devlet ilişkilerinde reform başlatabilecek entelektüel egzersiz eksikliğidir. Bir diğer neden de dinin siyasallaşmasına ve devlet-ulema sarmalına karşı muhalefetin bu ülkelerde bir siyasi tehdit olarak algılanması ve seküler hareketlerin sistematik olarak bastırılması olabilir.
Martin Luther’in reformist fikirleri acaba Orta Doğu’da da benzer bir yenilenme arzusu uyandırabilir miydi? Kanımca, Luther’in fikirlerinin, sosyokültürel dokusu Avrupa’dan daima çok farklı olmuş ve bir Atatürk çıkaramamış Orta Doğu toplumları üzerinde herhangi bir etki yaratması olası değildi.
Orta Doğu’nun dini gelenekleri derin köklere sahiptir ve sıkı sınırlarla korunmaktadır, üstelik Rönesans benzeri bir süreçten geçilmemiştir. Ayrıca, Orta Doğu’daki toplumlar, tarih boyunca Avrupa’nın dini ve siyasi gelişmelerinden oldukça uzak kalmışlardır. Bu nedenle, Martin Luther’in Avrupa’dan gelecek ve dini otoriteyi sorgulayacak fikirlerinin Orta Doğu toplumlarında benzer bir dalga etkisi yaratması beklenemezdi.
Bununla birlikte, belirtmek gerekir ki, Protestanlık Orta Doğu’da tamamen bilinmez değildir. 1820’lerden itibaren Avrupalı ve Amerikalı Protestan misyonerlerin etkisiyle, özellikle Levant ve Anadolu’daki Hristiyan azınlıklar arasında bir miktar yayılma göstermiştir.
Ancak, bu yayılmanın kısıtlı olduğu ve geniş bir toplumsal değişim hareketi başlatamadığı açıktır. Özetle, bu misyonerlik etkinlikleri olmasaydı, Protestan cemaatlerinin Orta Doğu’nun tarihsel bağlamı ve dini dinamikleri içinde kendiliğinden ortaya çıkması pek olası değildi.
Kafamı kurcalayan soru şu: Farklı inanç ve mezheplerin bir arada yaşadığı Batı’da hoşgörünün mimarlarından olan ve rasyonalist görüşleriyle dünya sosyolojisini kökünden değiştiren Martin Luther gibi cesur bir din adamı Doğu’ya da gelecek mi?
halilocakli@yahoo.com