Dr. Nevin Sütlaş
Sene 1984, yer Ordu ili Sağlık Müdürlüğü makam odası. Masanın üzerinde bir cam parçası, camın üstünde alçı yığını, alçının üstüne saplanmış minicik cam ampuller. İçleri dolu ilaç ampulleri bunlar. Tepetaklak ve rasgele alçı kaideye saplanmaktalar. Makam masasında ilaç ampullerinden heykel inşa etmekte olan ise Sağlık Müdürü Doç. Dr. Çağatay Güler.
Çağatay Hoca mensubu olduğu Hacettepe Üniversitesinde araştırma yapmak yerine Ordu’da müdürlük yapıyor çünkü askeri rejimin zorbalığı ile cebren orada hizmet ettirilen (!) eşinin mecburen eşlikçisi. Askerlerce atanmış bu müdürün makam odasında heykel yapıyor oluşu sanatçı olduğu için değil, boşta kaldığından kendini oyalamak için de değil, tersine çok çalışkan bir müdür olduğu için. O kadar çalışkan ki masasında oturmak yerine kendi sorumluluk alanındaki sağlık ocaklarına bizzat gidip, oralarda neler olup bittiğine göz atan bir müdür o. Alçıya sapladıkları da ilaç değil günü geçmiş aşı şişeleri. Çocuklar aşılansın diye en merkezden en dip köşedeki sağlık ocaklarına gönderilmiş ama kullanılmadan günü geçmiş aşı şişeleri. Müdür bu şişeleri bir dere yatağına atılı olarak bulmuş. Yakınındaki sağlık ocağından atmışlardır, yoksa nerden gelsin oraya onca aşı.
O sağlık ocağı çalışanları ki en başarılı aşılamayı yaptıkları için ödül almışlar bir önceki sene. Müdür Bey ise personelinin bu başarısını tebrik etmek için onları il merkezine çağırıp tören düzenleyip plaket vermek yerine kendisi dağ başındaki ocağı bizzat ziyaret etmeyi tercih etmiş. Bu tercihi yaratan da zorunlu bir dürtü. O dürtü, köyde boğmaca salgını çıkması ve bazı bebeklerin boğmaca yüzünden ölmesi. Bu asırda boğmaca, aşı ile önlenebilen bir hastalık. Başarıyla yapıldığı kayda geçen aşılara rağmen nasıl salgın çıktığını anlayabilmek için gidip etrafta biraz dolanınca, yapılmayıp atılmış aşı şişelerini bulmuş Sağlık Müdürü. Kimse ummamış elbette dağ başındaki ocağa birinin gelip çevreyi kolaçan edebileceğini. Eğer kontrol yoksa, vicdanınla baş başaysan, istediğini yapabilirsin. Dağ tepelerinde, birbirinden ırak, yolsuz izsiz evleri kapı kapı dolaşıp sümüklü (!) bebeleri aşılamak yerine, oturduğun yerden deftere aşıları yapmış gibi yazıp, harcırahını ve de ödülünü alabilirsin elbette, vicdanın elverişliyse. Çağatay Bey kendi elleriyle heykelini dikiyor kâğıt üzerinde aşılama yapan sağlıkçıların. Heykelini dikiyor ki unutulmasın yaptıkları yani yapmadıkları…
Çağatay Güler bir “halk sağlığı” uzmanı. Halk sağlığı uzmanlığı, hasta tedavi eden klinik branşlardan çok farklı bir dal. Az bilinen ama çok iş çıkaran bir sağlık branşı. Amacı hastalık tedavi etmek değil, hastalanmayı önlemek olan bir branş. Bilmediğimiz, bilsek de unuttuğumuz yada bizlere kasten unutturulan bir branş. Tedaviler geliştikçe önlemler unutturuluyor, kasten…
Sene 1932. Çağatay hocanın kendisi değil anca babası doğmuştur. “Halk sağlığı” diye bir kavram daha ufukta yok. Yer Michigan. Amerikan ekonomisi batmış, bankalar kepenk indirmiş, kimsede para ve de moral yok. Hava çok soğuk ve çok rüzgârlı. İki kadın, kapı kapı dolaşıyor yoksul mahallelerde. Her çaldıkları kapıdan daha da acıklı bir hikâye dinleyerek ayrılıyorlar, bebeleri ölmüş ailelerden. Öksüre öksüre boğularak ölen bebek hikâyeleri dinliyor ve balgam örnekleri topluyorlar incelemek üzere. Pearl Kendrick ve Grace Eldering adındaki bu kadınlar eyaletin laboratuvarında çalışan bakteri uzmanları. Bütün gün laboratuvarda çalıştıktan sonra dinlenme zamanlarını da bu ev ziyaretlerine adamışlar.
Hastalık basit bir nezle gibi başlıyor. Bebeğin burnu akıyor, hafif bir öksürük de var. Korkulacak bir şey yok, basit bir soğuk algınlığı, diyor doktorlar. Ancak bir hafta sonra geçeceğine kötüleşiyor öksürük. İkinci hafta spazmlar, soluk borusunda kasılmalar başlıyor. Bebeğin öksürük sesi havlamaya ya da boğazlanan tavuk sesine dönüşüyor. Boğazdaki spazmlar hava almasını engellemeye başlıyor. Öksürüğün değişen sesi teşhisi koyduracak kadar tipikleşiyor. Çare olmadığı için de haftalarca bu belayla çırpınan bebek yeterince hava alamadığı için öksüre tıksıra, boğularak ölüyor.
Bebek lafın gelişi. Pek çok küçük çocuk tutuluyor bu hastalığa. Üstelik de hastalık çok bulaşıcı. Bir eve ya da okula girdi mi bütün çocukları boğmadan gitmiyor lanet. 1920’lerde ve 30’larda Amerika Birleşik Devletleri’nde her yıl 7.500 çocuğun katili oluyor. Tek tük hastalandığı halde ölmeyen varsa da onların da beyinlerinde hasar kalıyor. Büyüklerden de hastalananlar oluyor.
İki kadın kafayı bu hastalığa takmış, gece yarılarına kadar çalışıyorlar kendi kendilerine verdikleri görevle. Kadınların sağlıkçı olmalarının önünü her aşamada tıkamaya çalışan erkek meslektaşları burun kıvırıyor onların çabalarına. Küçümseniyor yaptıkları ama yılmıyorlar. Çabalarını gözleyen bazı anneler gönüllü oluyor. Gönüllü oluyor bazı kurumlar. Sonunda bu çocuklar için bir bakım evi ve araştırma merkezi oluşturuyorlar o yokluk kıtlık günlerinde. Yıllar süren çabalarının nihayetinde de daha önceden denenip işe yaramayan aşıların yerine hastalığı durdurabilen bir aşı geliştirmeyi beceriyorlar…
Amerikan vatandaşı olacaklara sorulan sorulardan biri “gerekirse Amerika için savaşır mısın?” şeklinde. Hangi ülke için olduğuna bakılmaksızın, senin asıl ülkeni de kapsayacak şekilde, “gerekirse savaşır mısın?” sorusunu “gerekirse öldürür müsün” diye de tercüme edebiliriz. Gereklilik ne denli görece bir kavram, öldürmek zorunda bırakılanları taltif etmek ne denli doğru?
Yapmak zorunda bırakıldıkları için değil, kendi özgür iradeleri ile, üstelik de önlerine engeller çıkarılırken çaresiz bir hastalığa savaş açmış olan Pearl ve Grace değil mi asıl kahraman olanlar. “Gerekirse öldürürüm” demek yerine “gerekirse yaşatmak için elimden geleni sonuna kadar yaparım” demiş olan gerçek birer kahraman onlar. O yüzden de onları kutsayan da yok, adlarına geçit törenleri düzenleyen de. Oysa onlar sayesinde o yok olasıca basil boğarak öldüremiyor çocuklarımızı artık…
Bu iki “kahraman” kadının verdiği savaşın üzerinden yüzyıla yakın zaman geçti. Boğmacanın aşısı bulundu. Başka pek çok hastalığın da aşısı bulundu. Aşılar o kadar başarılı oldu ki pek çok katil hastalığın adı bile unutuldu. Sağlığı korumanın, hastalıkları oluşmadan önlemenin yolu yöntemi olan “Halk sağlığı” da gelişerek bir bilim dalı oldu. Çağatay Güler gibi insana değer veren, hastayı iyileştirmek yerine hasta etmemenin yollarını bulmak için uzmanlaşanlar çoğaldı.
Sonra bütün bunlar hiç olmamış gibi her şey sil baştan oldu. Erkeklerin önlerini kesmelerine rağmen bıçak gibi soğukta ev ev dolaşıp boğulan bebeklerin sümüklerini tükürüklerini toplayan o kadınlar unutuldu gitti. Cehalet kurbanı bir grup kadının başını çektiği aşı karşıtı kampanyalar bizde ve pek çok ülkede başarılı oldu. Aşı yaptırmayanların sayısı arttıkça önlenebileceği halde önlenemeyen hastalıklardan ölümler katlanarak arttı. Bu kapsamda “halk sağlığı” lafı demode, “her sene herkese çekap” paketleri ise moda oldu.
Bilim savsata ile yer değiştirdi de olan kime oldu peki?
Çağatay hoca, aşı heykelini o zamanın asker valisine hediye etmişti. Keşke hâlâ duruyor olsa da adı “halk sağlığı” olan bir müzede yerini alsa. İki yanına da Pearl Kendrick ve Grace Eldering heykelleri dikilse. Sağlığın değeri için aşının anlamı böyle anıtlaştırılmış olsa.
Ama nerdeee?
Aşı karşıtı cehalet ise her yerde, hem de en beklenmedik beyinlerde…
Not: Bu yazıyı yazdıktan sonra hatırladım ki Ordu ilinin merkeze uzak bir köyünde o yıllarda çıkan salgının nedeni boğmaca değil difteri idi. Boğmaca (Pertussis) ve difteri (Diphtheira) birbirine pek benzemeyen mikropların neden olduğu farklı belirtiler yaratan bulaşıcı iki hastalık. Ancak her ikisi de solunum sistemini tutarak boğularak ölüme neden oluyor. Hem boğucu/öldürücü oldukları hem aşı ile önlenebildikleri hem de aynı aşı paketinin içinde olup birlikte anıldıklarından ikisini karıştırmışım. Ancak bu hatam anlamsal bir değişikliğe neden olmadığından yazıyı değiştirmedim. Aradan geçen onca yıldan sonra aklım sürçü lisan etmiş, affola.