Halil Ocaklı (halilocakli@yahoo.com)
İlk göçmen insan türü olan Homo Erectus’un (Latince dik insan) Afrika’yı yaklaşık 2 milyon yıl önce terk etmiş olabileceği varsayılmakta. Modern insanın en yakın atası olan Homo Sapiens ise çok daha sonra, yaklaşık 60.000 ila 75.000 yıl önce Afrika’dan ayrılmış olmalı.
Kıtalararası bir yürüyüş için koşulların çok zor olduğu bir çağda Homo Sapiens’in neden göç ettiğine ve dünyayı kolonileştirdiğine ilişkin birkaç hipotez var. Küresel iklim krizi, çölleşme ve kıtlık nedeniyle oluşan ekonomik ve politik rekabetin insanları göçe zorlamış olması güçlü olasılıktır. Doğal yıkımlar, buzla kaplı dağlar veya donmuş denizler bu kararlı göçmenleri durduramadı.
Tersine, donmuş nehirler veya denizler insan gruplarının göç yürüyüşünü kolaylaştırmıştır. Örneğin, yaklaşık 32-35 bin yıl önce Paleolitik topluluklar donmuş deniz üzerinden Kore Yarımadası’ndan yürüyerek Japon adalarına geçmişlerdir. Bugün adaların ilk yerleşimcilerinin toplayıcı ve avcı oldukları, ateşi kullandıkları, mağaralarda ya da çukur tipi konutlarda yaşadıkları bilinmektedir.
Buzul çağında, sıcak güneşe daha yakın olmak için sürekli doğuya doğru ilerleyen bu topluluklar adalardan öteye gidemeyince orada kalmışlardır. Yeni topraklarda kendilerine doğal çevreyle uyumlu bir yaşam kurmayı başaran göçmenler hayatta kalmış, başaramayanlar ise dilleriyle birlikte tarih sahnesinden kaybolmuştur.
Biyolojik ve dilsel çeşitliliğin benzer çevresel koşullara ve tetikleyicilere sahip olduğu varsayımından hareketle, dillerin biyolojik evrime paralel olarak geliştiği çıkarımı yapılabilir. Son derece karmaşık fonetik ve fonolojik yapılar sergileyen diller, birdenbire değil, on binlerce yıl içinde kademeli olarak çeşitlenmiştir.
İnsanın konuşabilmesi için fiziksel altyapının mı yoksa bilişsel kapasitenin mi daha önce geliştiğini bilemiyoruz. Görünüşe göre Homo Sapiens, konuşma için gerekli olan gelişkin beyin, gırtlak oylumu ve ses telleri gibi anatomik bileşenlere sahipti. Bu bağlamda belirtmekte yarar var; konuşma yeteneğini üreten evrimsel süreç insan anatomisindeki biyolojik bir mutasyon tarafından da tetiklenmiş olabilir.
Homo Sapiens göçleri ile dilin evrimi ve türleşmesi arasında dinamik bir çapraz etkileşim vardı. Buna göre göçler olmadan diller serpilip çeşitlenemezdi, sözel iletişim olmadan da etkili bir göç organizasyonu mümkün olamazdı. Göç etmek zorunda olan gruplarda, hangi yöne doğru yürünmesi gerektiğinin bir şekilde tartışıldığı ve kararlaştırıldığı varsayılabilir.
Elbette Buz Devri insanlarının gelişmiş bir dil kullandığını söyleyemeyiz, ancak ilkel bir biçimde de olsa uzlaşıya varmak için yeterli iletişim becerilerine sahip oldukları açıktır. Böylece, bazı klanlar güneş yönünü, bazıları göçmen kuşların uçuş yolunu, diğerleri ise nehir suyunun akış yönünü takip etmiştir. Göç tartışmalarının dilin gelişimi üzerinde genişletici bir etkisi olmuş olabilir.
Yeni topraklarda diğer klanlarla çoğu zaman gerilimli geçen karşılaşmalar kaçınılmazdı. Bölge paylaşımıyla ilgili gerginlikler sona erdikten ve sınırlar belirlendikten sonra, her klan kendi bölgesindeki ağaçların yemişlerini topladı ve avlandı.
Komşu klanlar ya birbirlerini tolere etmeyi ve gerektiğinde iletişim kurmayı öğrendi ya da uzaklaştılar. Komşular arası takas ticaretinin getirdiği dilsel etkileşimler, ilerleyen zaman içinde ister istemez sosyokültürel ödünçlemeye alan açmıştır.
Bazı durumlarda, daha zayıf bir klanın dili, kültürel olarak baskın başka bir klanın dili tarafından yutulmuş olabilir. Benzer biçimde günümüzde İngilizce, Arapça, Rusça, Çince gibi yayılmacı diller, birçok zayıf dilin erken ölümüne yol açma potansiyeline sahiptir.
Bir dilin proto dil (ön dil) coğrafyasından uzaklaşması, uzun süre izole kalması veya dışarıdan gelenlerin diliyle genişlemesi gibi faktörler dilsel çeşitliliğin başlıca nedenleri olabilir. Bir zamanlar akraba dilleri konuşan topluluklar birkaç kuşak sonra birbirlerini anlayamaz hale geldiklerinde dilde çeşitlenme kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
Geçmişte dilsel çeşitlenmenin böyle ortaya çıktığını, örneğin Mançu-Tunguzca ile Türkiye Türkçesinin türleşmeye karşın hâlâ Altay dil ailesi içinde yer alması gerçeğinde görmekteyiz. Farsça ile Almancanın ya da Hintçe ile İsveççenin fiziksel ayrışmaya karşın aynı makro aile içinde listelenmeleri başka bir örnektir. Bu diller bugün artık coğrafi anlamda uzaktır ama soydaşlığı kanıtlanan kök bağları vardır.
Olağan yaşam alanından uzaklaşan gruplar, aynı zamanda akraba dil topluluklarından da uzaklaşıyordu. Böylelikle bir yandan ana dil ile etkileşimin azalması, diğer yandan başka dillerle etkileşimin artmasıyla ayrışma gerçekleşiyordu. Neticede nüfusun çeşitlenmesine paralel olarak, sözcüklerin kullanımı ve söylenişinde de çeşitlenme görülmesi doğaldır.
Göç toplulukları aşılmaz dağlara, geniş nehirlere veya denizlere ulaştığında, uzun süre fiziksel ve kültürel olarak izole kalmışlardır. Bask dili izole diller bakımından en ilginç örneklerden biridir. Bir topluluk ne kadar izole kalırsa ya da tersine ne kadar çok dilsel öğeyi ödünç alırsa, yapısal özellikleri o kadar farklılaşır, melezleşir ve ön dille soy ilişkisini açıklamak o kadar zorlaşır.
Tarım devrimiyle birlikte kolektif ve yerleşik hayata geçişin bazı avantajları olduğu kesin. İnsanlar artık yiyecek aramıyor, diğer etkinliklere zaman ayırabiliyorlardı. Ancak bulaşıcı hastalıklar gibi dezavantajları da vardı. Salgınlar ve diğer zorlayıcı tehditler nedeniyle Neolitik Çağ’da insan göçünün aslında durmadığı anlaşılıyor.
21. yüzyılda da milyonlarca insanın göçmen olmak zorunda kaldığına tanık oluyoruz. Göçmenler nereden gelirse gelsin, ev sahibi ülkede kültürel yaşama entegre olmalarını sağlayacak anahtar dildir. Göçmenlerin dili ile ev sahibi ülkenin dili arasındaki etkileşim, diğer tüm etkilerden bağımsız olarak gerçekleşir. Öyle olmasaydı, bugün hiçbir Alman dönerin ne anlama geldiğini bilmezdi.