Belgelenmiş en eski insan yapımı aletler bıçak olarak kullanılan keskin kenarlı taşlardır.
Avuç içine sığan taşların bir değil iki kenarının keskin olması tesadüfle açıklanamaz. Bu, insanın taşı daha kullanışlı hale getirmeye yönelik gelişigüzel olmayan ilk bilinçli tasarımıydı. Taşı kırarak keskin kenarlar oluşturmak ve bunları yeni araçlar üretmek için araç olarak kullanmak devrim niteliğinde bir gelişmeydi.
Balta, çekiç, mızrak, yay ve ok gibi araç ve silah tasarımları, belirli bir amacı olan insan yaratıcılığının en eski örneklerinden bazılarıdır. İnsanoğlu araç geliştirmeye başladığında, uygarlık dediğimiz uzun yolculuk da başlamış oldu.
Görünen o ki insan, doğada bulduğu materyali daha verimli kullanmak istemiş, bu amaçla onu form vermeye çalışmış ve oldukça da başarılı olmuştur. Doğadaki en keskin kenarlara sahip olan obsidyen taşı, günümüzde hâlâ modern cerrahide kesici olarak kullanılmaktadır.
Taş, kemik ve ahşap yüzeylerde çizikler oluşturmak için taşların kullanılmasının mağara sanatına geçişi kolaylaştırmış olabileceğine inanılmakta. Değişik yüzeylere uygulanan bu çiziklerin farklı renklerdeki mineral boyalarla renklendirildiği, hatta vücuda dövme yapma fikrinin o zamanlar doğmuş olabileceği varsayılmakta. İnsan düşüncesinde manevi bir karakter kazanan ve büyü ile ilişkilendirilen sanatın en eski örnekleri Endonezya ve Afrika’da bulunmuştur.
Taş Devri’nde genellikle iki ana sanat formuyla karşılaşırız: Küçük heykelcikler ve mağara çizimleri. Figürin olarak da bilinen küçük heykelcikler, tek elle tutulacak boyutta taş, kemik, fildişi ya da kilden yapılıyordu. Ahşaptan da yapılmış olabilir ama onlar günümüze ulaşamamıştır. Büyük yontular yapmayı henüz bilmiyorlardı, ancak yapabilselerdi bile, göçebe oldukları için taşımak zor olurdu.
Başlangıçta oran veya simetri bilgisi içermeyen ve geometrik olmayan çizgiler, zamanla gelişerek binlerce yıl boyunca mağara duvarlarını süsleyen görsellere dönüştü. Duvarlarda bolca geyik, aslan, kaplan, domuz, gergedan, mamut, boğa ve at sürüleri çiziliyordu. Duvarları süsleyen bu desenlere derinlik katmak için ana hatlar önce sivri bir taşla kazınır, ardından kazınan çizginin içi boyanırdı.
Görünüşe göre, atalarımızın Taş Devri’nde bile masal uydurmaya ve başkalarıyla paylaşmaya yatkınlığı vardı. İnsanoğlu yüz binlerce yıldır zorlu doğal ortamda verdiği var oluş mücadelesini aktarırken, hayal gücünü zorlayarak olayları biraz abartmış olabilir. Bu mücadeleden edinilen deneyimler ve bilgiler mağara görselleri önünde anlatılmış olabilir.
Sanatın dilden önce geliştiği görüşünü savunan dilcilerdenim. Endonezya’nın Sulawesi Adası’ndaki bir kireçtaşı mağarasında bulunan 45 bin yıllık domuz çizimi, bilinen en eski sanat eseri olabilir. Domuz çizimiyle bir şeyler anlatmaya çalışan sanatçı belki sadece yüz kelime konuşabiliyordu, ancak çizimleri perspektif ve anatomi gibi sofistike detaylar içeriyordu.
Görsel sanatlar bugün her yerde karşımıza çıkıyor ancak Taş Devri’nde durum farklıydı. Farklıydı çünkü sanatı dışa vurmaya yarayacak düşsel yaratıcılık yeni gelişiyordu.
Yaratıcılığın gelişimini sanatsal üretkenlik ve dil ile ilişkisi bağlamında yapılandırmak ve tanımlamak zordur. Ancak insana özgü bilişsel bir öğe olduğu ve evrimsel yapımızla örülü olduğu vurgulanabilir. Böyle olduğu için de tüm kültürlerde gerek sanatta gerekse dilde hep daha güzeli olana ulaşma arayış sürmüştür.
İnsan, evrimi boyunca özellikle doğa olayları karşısında çaresiz kaldığında nasıl davranması gerektiğine ilişkin umut verici çözümler üretmek zorundaydı. İlk insanlar, doğa olaylarını yalnızca dürtüleri ve duyuları aracılığıyla tanıdıkları doğal çerçeve içinde anlamaya çalışıyorlardı. Bu deneyimleri aynı zamanda sanata ve mitlere yansıtıyorlardı. Bunun ötesinde bir şeyler olması gerektiğini düşünerek, çizdikleri sembollere manevi değerler yüklüyor ve bu yolla ruhlar dünyasına ve bilinmezlere ulaşmayı umuyorlardı.
Bu umut ve çaba, soyut düşünme dinamiklerinin gelişmesine ve böylece gerçekte var olmayan nesneleri ve doğaüstü güçleri görselleştirme düşünüsüne alan açmış olabilir. Ayrıca sanat ve dil tasarlama odaklı soyut düşüncenin ve bilişsel işlevlerin bağımsız olarak gelişimi, görsel ve sözel sanatın başlamasına yardımcı olmuştur denebilir.
Sanatsal üretimin gerçekleşebilmesi için huzur ortamının kalıcı olması beklenir. Attığı her adımda “ölür müyüm, kalır mıyım ya da acaba yarın karnım doyar mı” diye kaygılanan kişinin sanat üretememesi doğaldır. Barışın sürekliliği, sanatın bugünkü boyutlarına evrilmesine ciddi katkı sağlamıştır.
Bilim insanları, birçok mağarada çizimlerin bulunduğu duvarın yakınında, seslerin daha yüksek ve yoğun duyulduğu fakat oksijenin normalden az ölçüldüğü “akustik noktalar” olduğunu saptadı. Çizimlerin mağaranın tam da o bölümünde yer alması, yer seçiminin tesadüf olmadığını düşündürüyor. Sanatçı büyük olasılıkla önce uyuşturucu bazı otlar içiyor, sonrasında trans etkisi altındayken de belli imgeleri ve sesleri büyüyle bütünleşik olarak betimlemeye çalışıyordu.
Taş Devri’nin en önemli sosyalleşme aracı olarak öykü anlatımında kullanılan dilin yalnız güncel olayları değil, geçmişi ve geleceği de kapsadığı düşünülmelidir. Örneğin yaşlı bir avcının deneyimlerini gençlere yalnızca şimdiki zaman kipini kullanarak anlatma şansı olamazdı. Farklı zaman kiplerini içeren öyküler anlatmak, konuşma dilinin basit çığlıklardan karmaşık bir sisteme dönüşme yolculuğunun bir göstergesi olarak görülebilir.
Bir canlının veya bir nesnenin duvarda resmedilmesi için bir isme sahip olması gerekmez. Örneğin bir ressamın kaplan resmini çizmeden önce kaplana kaplan denip denmediğini bilmesi önemli değildir. O sonuçta gördüğünü çiziyordu. Ancak belli ki sanatçının bir bilgisi, deneyimi ya da çizerek anlatacak bir öyküsü var.
Ressam, duvardaki hayvan figürünü diğer klan üyelerine göstererek anlatırken kendisi ona ilk kez kaplan demiş veya dememiş olabilir. Ya da klan ozanlarından biri bu hayvana kaplan adını vermiş ve onu bir öykü içine monte etmiş de olabilir. Üzgünüm ama kaplana bu adı kimin ne zaman verdiğini ve neden bu adı seçtiğini asla bilemeyeceğiz.
Mağara sanatı, sözlü iletişimin yanı sıra grafikler yoluyla simgesel iletişimin gelişmesini de tetikledi. Paleolitik çağda geliştiği anlaşılan sembol yaratma yeteneği, yazının ve hatta emojilerin icadının temeli sayılabilir. Nitekim bilinen en eski yazı örnekleri de zaten sert yüzeyli nesneler üzerine atılmış simgesel çiziklerden oluşuyordu.
Mağara çizimlerinin, av hayvanlarına saldırma stratejilerini belirlemek ve harekete geçmeden önce klan erkekleri arasında av görevlerini dağıtmak için de kullanıldığı düşünülüyor. Sanat tarihçileri, avla ilgili deneyimlerin ve masallarının nesiller boyu av hayvanlarının aksiyon çizimleri üzerinden anlatıldığına inanıyor.
Gerek sosyal örgütlenme kapsamında av görevlerinin paylaşılması ve gerekse masal anlatımları, dilin erken gelişimi için sıçrama tahtaları olarak görülebilir. Dil görselliğin gelişimini, görsellik de dilin gelişimini destekliyordu.
Çok uzun bir süre duvarlara ürküntü ve hayranlık duygusu içinde hayvan figürleri çizildiğine tanık oluyoruz. İnsanlar bu çizimlerde yaban hayvanlarını kovalarken ya da onlardan kaçarken gösteriliyordu. Daha sonraki çağlarda antropomorfik (hayvan ve insan karışımı) hibrit figürlere kutsallık yüklendiği anlaşılıyor.
Mitolojilerin çoğunda doğaüstü melez varlıkların farklı sembolleri ve totemleri türetildiği ve bunlara tapınıldığı görülür. Tüm bunlar dil olmadan ilerleme olabilecek konular değildir.
Taş Devri atalarımızın yaklaşık 300 bin yıl önce Homo sapiens olarak evrimleştiği ve yaklaşık 200 bin yıl sonra dilin temellerinin atıldığı varsayılmakta. Dilin erken temellerinin olgunlaşması yaklaşık 50-55 bin yıl sürmüş olmalı. Sözlü iletişim ihtiyacını karşılamaya yönelik girişimlerin Homo sapiens’ten çok önceleri başladığı ancak mağara sanatı sayesinde hayat bulduğu söylenebilir.
Sonuç olarak, insanoğlunun yaşam koşulları ve ihtiyaçları çağlara göre değiştikçe, sanat eserlerinin türü, tasarımı, amacı, görünümü değişmeye ve dili zenginleştirmeye devam edecektir. Bugün dünya dil haritasında görülen çeşitliliğin köklerini öncelikle Taş Devri mağara sanatında aramalıyız.