Dilin evrimi, insanı bilişsel yetkinlik eşiğine taşıyan ve böylelikle diğer canlılardan ayırılmasını sağlayan bir süreç olmuştur.
Bu süreç, insanın biyolojik düzenekleriyle çevresel etkiler arasındaki etkileşim sayesinde hız kazanmış; dilsel becerilerle birlikte soyut düşünme kapasitesi de gelişmiştir. Böylece insan beyni, kavramsal örüntüleri hem algılayabilir hem de dilsel biçimlerle tanımlayarak sözlere dökebilir hale gelmiştir.
Bu bilişsel dönüşümün tarihsel kökenleri ve işleyiş mekanizmaları, günümüzde bilim insanlarının yoğun olarak araştırdığı alanlardan biridir. Bu çerçevede, çeşitli üniversitelerden bilim insanları özellikle Geç Paleolitik dönemde dillerin nasıl evrildiği sorunsalı üzerine odaklanmıştır.
Hollanda’daki Max Planck Psiko-Dil Bilim Enstitüsü’nde (Radboud Üniversitesi) yapılan genetik çalışmalar, FOXP2 genindeki mutasyonların dillerin ortaya çıkmasında etkili olabileceğini göstermektedir. Bu genin mutasyonları ile dil bozuklukları arasındaki güçlü kanıtlar ışığında, FOXP2’nin insanın dil yeteneğinin evrimi açısından önemli olduğu düşünülmektedir. (1)
Son yapılan bilimsel çalışmalar, geçmişte yaşamış diğer öncül insan (hominin) türlerinin bazılarında FOXP2 geninde mutasyonların ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. Ne var ki, karmaşık gramer yapılarına sahip konuşma dilini geliştirme yeteneği yalnızca Homo sapiens türünün başarısı olmuştur. (2)
İnsanın bu eşsiz yeteneği, tarihsel süreçte bilimsel ve toplumsal ilerlemeleri destekleyen bir araç olmanın ötesinde bu ilerlemelerin gerçekleşebilmesi için bir ön koşuldur. Nitekim insan, dil sayesinde soyut kavramlar yaratma ve birikimli bilgi üretme kapasitesini genişletebilmiştir.
Dilin evrimi, ortak kökenden türeyen diller arasında çeşitli yapısal benzerliklerin oluşmasına zemin hazırlar. Genetik bilginin kuşaktan kuşağa aktarılmasına benzer biçimde, dil de kültürel yollarla aktarılarak sürekliliğini korur. Bu kültürel iletim ağı zamanla genişledikçe, akraba diller arasındaki benzerlikler daha belirgin hale gelir ve bu süreçte “dil soydaşlığı” adı verilen ilişkiler ortaya çıkar.
Diller, genlerden farklı olarak biyolojik kalıt yoluyla değil, iletişim ve sosyal öğrenme süreçleriyle edinilir. Buna karşın, diller arasında görülen biçimsel ve işlevsel benzerlikler; ana baba, kardeş ya da kuzen gibi akrabalık metaforlarıyla tanımlanan soy yapısına benzer hiyerarşik düzenler oluşturur.
Bu tür yapısal paralellikler, dilin ilk evrelerinde biçimlenen öncül düşünce örüntülerinin bir yansıması olarak ortaya çıkmış olabilir. Başka bir anlatımla, farklı dillerde rastlanan benzer özellikler, insan düşüncesinin evrimsel kökenlerinden beslenen ve çeşitli kültürel ortamlarda benzer bilişsel tepkiler ortaya çıkaran kolektif bir altyapı olarak yorumlanabilir.
Bu ortak bilişsel dayanak, ilk insanların dili kullanma biçimlerini belirlemiş, zamanla ayrı bölgelere yayılan öbekler arasında benzer dilsel biçimlerin oluşmasına ortam hazırlamıştır. Homo sapiens gruplarının çeşitli nedenlerle olağan yaşam alanını değiştirmek zorunda kalması, binlerce yıl süren klan göçleriyle birlikte dillerin de farklılaşmasına yol açmıştır.
Bu ayrışma süreci yalnızca coğrafi hareketlilikle değil, beraberinde getirdiği toplumsal yalnızlaşmayla da biçimlenmiştir. Ata dilden koparak uzun süre izole kalmak, bir dilin değişimindeki başlıca tetikleyici unsur olarak kabul edilir. Neticede, izole kalmış bir topluluğun dili, genellikle akrabalarından ayrı bir gelişim rotası izler.
Diller yalnızca izole kaldıklarında değil, aynı zamanda etkileşimde bulundukları kültürler ve toplumlar aracılığıyla da değişime uğrarlar. Hatta akraba olmayan dillerle kurulan en küçük temas bile belirli bir değişim potansiyeli barındırır. Bu tür etkileşimlerin dilin çeşitli ögelerinde ve katmanlarında yeniliklere yol açması, dil değişiminin doğal bir sonucudur.
Öte yandan, ilk çağlarda insan grupları arasında sıkça alan kazanma çatışmaları yaşanmış olsa da, yaşamın doğası gereği barış dönemlerinde kültürel ve dilsel etkileşimde bulundukları varsayılabilir. Bu bağlamda, dilsel değişimin ödünçleyici doğası, prehistorik (tarih öncesi) dönemdeki insan hareketliliğiyle daha da belirginleşmiştir.
Özellikle göçlerle gerçekleşen karşılaşmalar, dillerin ödünçleme yoluyla birbirinden beslenerek zenginleşmesi için temel bir etkileşim alanı oluşturmuştur. Üstelik bu etkileşimler, dilsel yapıda hem bilişsel hem de kültürel dönüşümün önünü açmıştır.
Bilişsel yetenek, kalıtsal etmenler ve sosyal çevre gibi dinamikler, ilk başta büyük ölçüde doğanın sunduğu sınırlı yaşam koşullarına bağlıydı. Ancak insan toplulukları çevreyi dönüştürmeye başlayınca bu sınırlayıcı etkenler esnemeye başlamıştır. Böylece dil, insan topluluklarının değişen yaşam biçimlerini ve kültürel ilişkilerini yansıtan canlı bir sisteme dönüşmüştür.
Bu dönüşüm sürecinde diller arasındaki benzerlikler ve farklılıklar en çok ses yapısı, çekim sistemleri ve söz dizimi gibi yapısal katmanlarda belirginleşir. Bu tür farklılaşmalar, özellikle farklı kültürlerle uzun süreli etkileşim içinde olan toplulukların dillerinde zamanla özgün yapılara evrilme eğilimini beraberinde getirir. Öyle ki bazen aynı dil ailesine ait iki dil bile, tarihsel süreçte geçirdikleri değişimler sonucunda, birbirini anlayamayacak ölçüde uzaklaşabilir.
Örneğin Türkçe, Altay Dil Ailesi içinde Oğuz öbeğine; Çuvaşça ise Ogur öbeğine ait iki kuzen dildir. Ancak, tarihsel gelişim ve etkileşim farklılıkları nedeniyle bu iki dili konuşan bireylerin birbirini anlaması neredeyse olanaksızdır.
Çuvaşçada “ır ir pultar” ifadesi “günaydın”, ”ır kaş pultar” ise “iyi akşamlar” anlamına gelir ve bu durum, aynı kökten gelen Türkçe ile Çuvaşçanın birbirinden nasıl uzaklaşmış olduğunu açıkça gösterir.
Türkiye Türkçesi ve Orta Asya Türk dillerindeki “ata” (baba), “göz” ve “su” gibi temel sözcüklerle “gitmek” (git-/ket-) ve “duymak” gibi fiillerin benzerliği, dilsel soydaşlığın açık bir göstergesidir. Bunlar, binlerce yıl önce ortak bir atadan alınmış ve kuşaklar boyunca kültürel aktarımla günümüze taşınmış özelliklerdir.
Dünya dilleri arasındaki ilişkilerin gruplandırılması: genetik, yapısal nitelikler ve yayılım alanı gibi ölçütler bazında yapılmaktadır. Soy yakınlığı olan diller, çoğunlukla yapısal nitelik ve coğrafya bakımından da ilişkili olma eğilimindedir.
Başka bir örnek: Roma İmparatorluğu’nun dili Latincenin zamanla Avrupa’da yeni dillere dönüştüğünü biliyoruz. Örneğin Latince İtalya’da İtalyancaya, İber Yarımadası’nda İspanyolcaya ve Portekizceye evrilmiştir.
Bazen de kalıtsal (filogenetik) akraba olmayan ya da kültürel etkileşim ve dil temasları bulunmayan iki dilde sözcüklerin tesadüfi benzerlikler gösterdiğine tanık oluruz.
Örneğin Kuzey Meksika’da yaşayan (Aztek) Tarahumara yerlilerinin dilinde 1 (bir) rakamı “bile” yazılır fakat “bire” diye telaffuz edilir. Burada, Türkçeki bir ile olan ses ve anlam benzerliği dikkat çekicidir.
Ancak aynı zamanda Japoncada olduğu gibi “bile” yazılıp “L” sesinin “R”‘ye dönüşmesi de bir o kadar şaşırtıcıdır. Ayrıca Tarahumara dilinde 2 (iki) rakamı “okuá” yazılır ama gene Türkçe ikiye yakın biçimde “ıKıa” olarak telaffuz edilir. İlginç değil mi?
Arapçadan ödünçlenen “kıta” kelimesi Türkçede kara parçası ya da askeri birlik anlamında kullanılır. Bu sözcüğün Arapça karşılığı “qata” olup “kesit”, “kesim”, “kısım” anlamlarına sahiptir. İlginç olan, hem Arapça “qata” hem de İngilizce “cut” sözcüklerinin “kesmek” anlamını taşımasıdır. Bu İlginç benzerlik de çok büyük olasılıkla tesadüfidir.
Bir örnek daha verelim: Japonca “anata” (sen), Arapça “anta” (sen), Malay dillerinde “anda” (sen), İsveççe “anda” (tekil ruh), Hintçe “ananda” (dingin mutluluk) demektir. Bu örnekler, tarihsel olarak ilişkisiz dillerin evrensel ses dizilimleri ya da insan bilincinin ortak işleyiş biçimleri nedeniyle benzer sözcükler geliştirebileceğini gösterir.
Dilin evrimi, genetik, çevresel ve kültürel etmenlerin iç içe geçtiği komplike bir süreç olarak özetlenebilir. Bu süreçte, topluluklar arası kültürel etkileşimler dilin yapısını sürekli değiştirerek dilsel zenginliği artırmıştır. Bu nedenle dilin evrimi, toplumsal evrimin de aynası olarak kabul edilebilir.
Farklı bölgelerde konuşulan ve akraba olmayan diller arasındaki yapısal benzerlikler, insan beyninin bilişsel evrimine bağlı nörolojik temelleri yansıtan önemli göstergelerdir. Bu nedenle köken ve coğrafya bakımından ilişkisiz dillerde bile gramer yapıları, söz dizimi kalıpları ve ses özellikleri açısından benzerlikler ortaya çıkabilmektedir.
Dillerin bu doğal esneklik yeteneği olmasaydı bugün örneğin e-mail, hashtag, Instagram, podcast, metaverse ya da deepfake gibi yeni kavramlar kullanım bulamazdı.
Ve işte bu gelişmeler de dilin evrimine dair izleri de içinde barındırır. Kim bilir, belki bir gün bu izlerden geriye doğru yola çıkarak tıpkı insan soyunu izleyen genetik haritalar gibi, dillerin de makro düzeyde bir soy ağacı çıkarılabilir.
Dillerin evrensel akrabalığı ve süper dil aileleri konusunu merak eden okurlar, “Borean” ve “Nostratik” dil kuramlarını inceleyebilir.
1-Fisher, S. E. (2018). Current Biology, Max Planck Psiko-Dilbilim Enstitüsü. doi:10.1016/j.cub.2018.
2-Rodríguez-Perales, & Paloma García-Bellido. (2022). Human-specific changes in two functional enhancers of FOXP2. Cellular and Molecular Biology, 68(11), 16–19.
İlgili yazılar:
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: