Beynimiz, soyut kavramları sözcüklere dönüştürdüğünde hem kavramları aktarılabilir ve anlaşılır kılar hem de dil ile düşünce arasındaki dinamik etkileşimin ipuçlarını verir.
Kavramları tanımlama yeteneğimiz geliştikçe düşünce dünyamız da daha sistemli ve analitik bir yapıya bürünür. Bu beceri büyük ölçüde dile bağlı olduğundan, yalnızca ana dilimiz değil, sonradan öğrendiğimiz her yeni dil düşünce süreçlerimize yepyeni yollar açar
Dil-düşünce ilişkisini sorgulayan çalışmalar, aslında oldukça eskiye, Antik Çağ’a uzanır. Sicilyalı sofist filozof Gorgias (M.Ö. 483-375), dilin yalnızca anlatım biçimimizi değil, doğrudan algı kalıplarımızı da yönlendirdiğini dile getiren ilk düşünür olmuştur. Yaklaşık 2 400 yıl önce kaleme alınan bu görüşler, ilk karşılaştığımdan beri ilgimi çekmeye devam ediyor. (1)
Gerçekten de her dil, o dili konuşan bireye özgün bir kavram mimarisi sunarak dünyayı farklı formlarda kurgulamasını, algılamasını sağlar. Bu nedenle diller arasındaki ayrımlar, yalnızca ses ve sözcük farklılığı değil, aynı zamanda farklı bakış açılarını kuşaktan kuşağa aktaran bir kültürel mirastır. Dolayısıyla diler arasındaki farklılıklardan doğan çeşitlilik, doğal olarak düşünsel çeşitliliğin de temel taşı değerlendirilebilir.
Dünyada konuşulan 7 bini aşkın dilin her biri, özgün düşünce ve anlayış biçimleriyle insanlığın kolektif bilişsel sermayesine katkı sunar. Biyolojik çeşitliliğin doğayı zenginleştirmesi gibi, dilsel çeşitlilik de düşünsel evrenimizi zenginleştirir ve yeni anlam örüntüleri doğurur. Bu zenginlik, kültürel ve entelektüel evrimimizin tarihsel süreçteki vazgeçilmez dayanaklarından birini oluşturur
Üstelik diller, sözcük dağarcığı kadar zamanı kavrama biçimleriyle de düşünce kalıplarımızı şekillendirir ve her biri kendine özgü bir zaman algısı sunar. Bu durum, hangi dili konuşursak konuşalım, zihnimizin ince ayarlarını ister istemez dil aracılığıyla yaptığımızı gösterir. Böylece dil, somut dünyayı tanımlamanın ötesine geçerek, türetilen her yeni soyut kavramla birlikte düşünsel yapımızı yeniden kurgular. (2)
Örneğin Türkçede zaman, fiil sonuna eklenen yapısal eklerle (gel-dim, gel-iyorum, ge-leceğim vb.) belirtilir. Oysa İngilizcede doğrudan eylemin içine işlenerek yardımcı fiil ve zarflarla belirtilir: I came, I am coming, I will come.
Bazı dillerde zamanın kullanımı alışık olduğumuz biçimlerde işlemez. Örneğin Çincede zaman, cümlenin anlamına ve işin bitip bitmediğine bakılarak anlaşılır. Bu da bize Çince konuşanların zamanı salt çizgisel değil, döngüler halinde ya da olaylarla bağlantılı gördüğünü gösterir. Ancak bu yapısıyla dillerin düşüncelerimizi bazen sınırlandırdığını da unutmamalı.
Bu farklılıkları irdeleyen bir deneyde şu çarpıcı sonuçlara ulaşılıyor:
Araştırmacı aynı kişinin çocukluktan yaşlılığa dek evrelerini gösteren dört fotoğraf sunar ve katılımcılardan bunları kronolojik sıraya dizmelerini ister. Soldan sağa yazılan dilleri konuşanlar fotoğrafları bu yönde dizerken Mandarin Çincesi konuşanlar yukarıdan aşağıya, Arapça konuşanlar ise sağdan sola sıralar. (3)
Bu durum, zihinsel zaman çizgisinin yazı yönleriyle uyum içinde olduğunu ve zaman algımızın dilimizle ve yazma yönümüzle ilişkili olduğunu açıkça gösterir. Buna göre diyebiliriz ki bazı istisnaları olsa da, insan zamanı kullandığı yazının aktığı yönde ilerleyen bir süreç olarak algılar.
Zaman algısının tümüyle farklılaştığı bir diğer çarpıcı örnek ise Güney Amerika’da konuşulan Aymara dilidir. Bolivya, Peru ve Şili’de Aymara konuşan topluluklar geçmişi önlerinde, geleceği arkalarında görselleştirirler. Onlara göre geçmiş zaman, yaşanmış olduğu için kesinlikle önümüzde durur ve olay her ne ise zaten bitmiştir. Gelecek ise henüz yaşanmadığı ve nedenle bilinmez olduğu için arkamızdadır.
Şöyle bir simgesel canlandırma yapalım:
Siz And Dağları’nda bir platoda hareketsiz şekilde dururken yanınızdan bir alpaka sürüsü geçiyor. Bulunduğunuz noktadan sizin baktığını yöne doğru ilerleyen alpakalar sizi arka arkaya geçtikleri için artık geçmiştedir. Geçişlerine tanık olduğunuz alpakalar geçmişi, sizi henüz geçmemiş ve hâlâ arkanızda olan alpakalar ise geleceği simgeler.
Dil ve algı ilişkisinin başka bir ilginç boyutu, Avustralya’nın Guugu Yimithirr dilinde yön kavramlarıyla kendini gösterir: Bu dilde “sol” ve “sağ” kavramları yoktur, bunun yerine konum dört ana coğrafi eksene göre anlatılır. Küçük çocuklar bile yönlerini kolaylıkla bulabilir. Konuşurken yinelenen her yön bulma eylemi, konum güncelleyen nöronları etkinleştirir ve bu örüntüler dilin derinlerine işler. (4)
Beyin, zaman algısını karmaşık geri bildirim döngüleri içeren etkileşimli sinir devreleri aracılığıyla eş zamanlı olarak işler. Bu sürecin sonucunda zaman bilgisi; geçmiş, gelecek ve şimdiki anın algıları olarak işlevsel “katmanlar” halinde ayrışır. Benzer bir katmanlı işleyiş, diğer duyusal deneyimlerde de gözlemlenir. Esasında bu algılar, farklı beyin bölgelerindeki özelleşmiş nöral aktivitelerin ve bu bölgeler arasındaki etkileşimlerin bir sonucudur.
Renk ve ışık algısında da benzer geri bildirim mekanizmaları işlev görür; retinadan gelen ham veri görsel korteks tarafından işlenir ve rafine edilir. Böylece renkler, bağlamsal bilgilere göre dinamik olarak güncellenir ve anlamlandırılır.
Renk adlandırmasının evrimsel doğası, “dil gözlüğü” olarak özetlenen bir olguyu ortaya koyar; bu mekanizma, beynin renk sınırlarını belirlemesine ve etiketlemesine yardımcı olur. Bu evrimsel sürecin erken aşamalarında diller genellikle yalnızca siyah, beyaz ve kırmızı gibi uç renkleri adlandırmış, mavi ve yeşili ise sıklıkla tek bir ad altında birleştirmiştir. Ancak zamanla bu iki ton birbirinden ayrılarak farklı adlara sahip olmuştur.
Eski Japoncada “ao” gökyüzünün mavisini ve yaprak yeşilini kapsayan şemsiye bir terimdi. 1947’deki eğitim reformları devreye girince, okul kitaplarında “mavi” için “ao”, “yeşil” için “midori” kullanımını standart hale geldi. Böylece çocuklar iki rengi artık farklı kategoride öğrenmeye başladı.
Aynı dilsel yapı bazı çağdaş Altay dillerinde hâlâ sürmektedir. Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Yakutça, Tuvaca, Kumukça ve Başkurtça gibi dillerde “kök” sözcüğü (ya da türevleri) hem maviyi hem de yeşili kapsar. Bu dillerde örneğin “kök aspan” mavi gök, “kök çay” ise “yeşil çay” anlamını taşır.
Türk dillerinin büyük çoğunluğunda haftanın gün adlarının Farsçadan ödünçlenmiş olması, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan yüzyıllık temaslarda İran kültürünün dilsel etkisini gözler önüne serer. Erken Selçuklular devrinden başlayarak resmi yazışmalarda ve dini metinlerde kullanılan Farsça takvim terimleri, Arap hicrî takvimiyle birlikte yaygınlaştı. Buna karşılık eski Türk “gök-takvimi” adları yavaş yavaş kullanım dışı kaldı.
Bugün Türkiye’de tavla oynarken duyduğumuz yek, dü, se, cihar, penç, şeş sayıları bu Farsça mirasın canlı bir kalıntısıdır. Bununla birlikte oyun sadece altıya kadar zar kombinasyonları gerektirdiğinden yedi sözcüğü gündelik dile pek yansımaz.
İlginçtir ki Farsçada “7” sayısı (هَفت) haft şeklinde söylenir ve Türkçedeki “hafta”yla benzer seslenişe sahiptir. Biz “hafta” diyerek yalnızca yedi günlük zaman dilimini kastederken, İranlılar aynı sözcükle hem doğrudan rakamın kendini hem de yedi günlük zaman dilimini ifade eder.
Gün | Çoğu Türki dillerde | Farsça köken |
Pazar | Yekşämbe | Yek-şanbe (birinci gün) |
Pazartesi | Düşämbe | Du-şanbe (İkinci gün) |
Salı | Şişämbe | Se-şanbe (Üçüncü gün) |
Çarşamba | Çarşämbe | Cehar-şanbe (Dördüncü gün) |
Perşembe | Perşämbe | Penç-şanbe (Beşinci gün) |
Cuma | Coma | Arapça Cumʿa (Toplanma günü) |
Cumartesi | Şämbe | Şanbe (Gün) |
Kimi dillerde ise renkler, sabit adlar yerine bağlama özgü betimlemelerle tanımlanır. Örneğin Papua Yeni Gine’deki “Yeli Dnye” dilinde “taze yaprak”, “kurumuş yaprak” ya da “ateş külü” gibi benzetmeler, rengi çevresel ışık koşullarına göre tanımlar ve değişken bir deneyime dönüştürür.
Son olarak da renkleri daha ince dilimleyen dillere bir örnek verelim. Rusça, mavinin parlak tonları için “goluboy”, koyu tonları için ise “siniy” olmak üzere iki farklı sözcüğe sahiptir. Bu ayrım, Rusça konuşanların mavi renk spektrumunu diğer dilleri konuşanlara kıyasla daha incelikli bir şekilde algılayabildiği düşüncesini destekler. (5)
Dillerin dünyayı anlatmasındaki farklılıklar, insan zihninin esnekliğini ve kültürlerin çeşitliliğini gözler önüne serer. Dil aracılığıyla insanlık, tarih boyunca evreni anlamlandırma yollarını çeşitlendirmiş ve derinleştirmiştir. Bu zenginliği korumak ve anlamak, kültürel çeşitliliğimizi ve düşünce potansiyelimizi de besleyerek insanlığın ortak belleğini güçlendirmeyi sürdürecektir.
Kaynakça
1-Gorgias’un M.Ö. 427 civarında Atina’ya gelişinden sonra kaleme aldığı “Var Olmayan Üzerine” ve “Doğa Hakkında” başlıklı metinler
2-Deutscher, Guy, 2010, “Through the Language Glass: Why the World Looks Different in Other Languages”. Metropolitan Books, New York.
3-Boroditsky, Lera, 2001, “Does Language Shape Thought?: Mandarin and English Speakers’ Conceptions of Time.” Cognitive Psychology, 43(1), 1–22.
4-Boroditsky, Lera & Gaby, Alice, 2010, Absolute Spatial Representations of Time in an Australian Aboriginal Community.” Psychological Science, 21(11), 1635–1639.
5-Kay, Paul & Regier, Terry (2006). “Language, thought and color: recent developments.” Trends in Cognitive Sciences, 10(2), 51–54.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: