Evrimsel biyoloji ve psikolojide benimsenen yaygın görüşe göre, hayatta kalma, soyunu sürdürme ve merak gibi içgüdüler, insan doğasının derinliklerine gömülü olan temel unsurlarıdır. Öncül atalardan aktarılan bu içgüdüler, insanın zorlu ortamlara uyum sağlamasına, hayatta kalmasına ve gelişmesine yardımcı olmuştur.
İlk insanlar, hayatta kalabilmek ve güvenli bir yaşam alanı bulabilmek için çevrenin özelliklerini ve tehlikelerini dikkatlice gözlemliyor ve tanımaya çalışıyorlardı. Bu amaçla insan, örneğin çevredeki yiyecek ve su kaynaklarını, güvenli barınma yerlerini ve olası yırtıcı tehditlerini anlamak, bilmek zorundaydı. İşte bu gereklilik insanın merak duygusunu, yani sürekli daha fazlasını bilme arzusunu uyandırmış olabilir.
Merak, insanın çevrede olup bitenleri anlamlandırmayı ve hayatta kalmayı destekleyecek yetenekleri geliştirme sürecine yardımcı olmuş olabilir. Aynı zamanda, insanların gelecekteki tehlikeleri öngörüp önlem alabilmek için merak duygusuna dayalı bir öğrenme sürecine ihtiyaç duydukları düşünülebilir.
Merak, bireyi dünyayı tanımaya yönelik sorular sormaya ve yeni bilgiler aramaya yönelten duygusal bir deneyim ve davranışsal bir örüntüdür. Merak arttıkça, bilgi arayışı ve öğrenme isteği de artar ve karşılıklı ödüllendirici bir döngü oluşur. Örneğin, yeni bir çevreyi bileşenleri üzerinden incelemek ve bir habitat olarak uygun bulmak beyindeki ödül mekanizmalarını etkinleştiren bir deneyim sağlar.
İçgüdüler ve dil arasındaki ilişki karmaşıktır, ancak dil yeteneğimizin sosyal gelişimle paralel olarak evrimleştiği ve içgüdülerin dilin bu gelişiminde önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnsanın içgüdülerini doyurma ve diğer insanlarla iletişim kurma ihtiyacı, dilin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuş olabilir.
İnsanoğlu doğası gereği her zaman daha fazlasını bilmenin, daha uzağı görmenin, anlamanın ve deneyimlemenin peşinde olmuştur. Öğrenme sürecini teşvik eden ve sınırları zorlamayı kolaylaştıran bu davranışı, insan yaşamındaki gelişimlerin, keşiflerin ve yeniliklerin temelini oluşturmuştur.
Günlerden bir gün, öncül atalarımızdan biri karşı dağın ardında ne olduğunu merak etmiş olmalı. Belki de o bilinmeyen coğrafyayı tanıma isteği onu iki ayak üzerinde yürümeye motive etmiştir, bilemiyoruz. Ve belki de her adımda merakı büyümüş, araştırma arzusu artmış ve bilinmeyen yerleri keşfetmek üzere uzun yürüyüşlere çıkmıştır.
Çevreyi tanıma ve anlama çabası, insanın farklı yaşam alanlarına ve sosyal ilişkilere uyum sağlama yeteneğini geliştirmesini, böylece de yeryüzünü kolonileştirmesini kolaylaştırmış olabilir.
Fizyolojik, anatomik ve biyomekanik değişimler sonucunda insanlar iki ayak üzerinde yürümeye başladığında, duruşları da iyice dikleşmeye zorlandı. Bunun böyle olduğunu artık kesin olarak biliyoruz. Önceki bazı insan türleri de dik durabiliyordu ancak Homo erectus (yaklaşık 2 milyon yıl önce) ‘tamamen dik yürüyen’ insan olarak ortaya çıktı.
Bugün bizler oldukça hareketsiz bir yaşam biçimi sürerken, öncül atalarımız için “yerinde pek durmazlardı” demek yanlış olmazdı. İki ayak üzerinde gittikçe daha uzun mesafeler yürümek avlanma, yiyecek arama, dinsel törenler ve göç gibi grup davranışlarında çeşitlenmeye yol açtı.
Dik yürüme alışkanlığı zamanla omurga ve göğüs kafesinde bir dizi değişikliğe yol açtı; solunum sistemi ve ses aygıtı farklı sesleri üretecek şekilde genişlemeye başladı. Bir sonraki aşamada kas basınç dalgalarının ses mekanizmasına uyguladığı etki, sesin şiddetini değiştirmeyi ve ses çıkışını kontrol etmeye olanak tanıdı.
Homo erectus yüz binlerce yıl dik yürüdükten sonra Çin ve Endonezya’ya ulaştığında, solunum ve ses sistemlerinde bazı kalıcı değişikliklerin gerçekleşmiş olduğu anlaşılıyor. Örneğin, atlas kemiğinin konumu bugünkü yerine kaymış, çene ve ağız boşluğunun geometrisi değişmiş ve dişlerin boyutu küçülmüştür.
Homo sapiens dönemine gelindiğinde, konuşma aygıtı anatomik olarak işlevsel hale gelmiş ve aşağıdaki bileşenleri koordine edecek şekilde evrimleşmişti: Solunum sistemi, gırtlak, ses telleri, dil ve dil kasları, dudaklar, dişler, çene, damak, burun boşluğu ve tabii ki sinir sistemi.
Kendini koruma ve sosyal bağ kurma içgüdüsü, özellikle Neolitik dönemde insanı başkalarıyla bağlantı kurmak için dili daha aktif bir şekilde kullanmaya yöneltmiştir. Dilin evriminin bu aşamasında insanlar geri dönülmez biçimde sembolik bir dil ve gramer yaratmış, sosyal etkileşimi yeni düşünceler, kavramlar ve kültürel değerlerle güçlendirmiştir.
Bunlara ek olarak beynin dil işleme merkezleri, nöral bağlantılar, konuşma kaslarının kontrolü ve vokal organlarının esnekliği gibi kalıtsal avantajlar da gelişmiştir. Bu avantajlar dünyanın farklı yerlerindeki izole insan gruplarında da dil yeteneğinin gelişimini destekleyen etken olmuştur.
Bu süreçte dil tehlikeli ve öngörülemez bir ortamda yaşamı sürdürebilmenin anahtarı haline geldi. Sosyal faktörlerin de etkisiyle dilin karmaşıklığı arttı, kültürel aktarım, grup iş birliği ve koordinasyonu gibi alanlarda işlevselliği gelişti.
Sözlü iletişimin gelişmesi, kültürel değerlerin, bilgi ve deneyimlerin hem yeni kuşaklarla hem de üçüncü kişilerle paylaşılmasını kolaylaştırmıştır. Bu durum klan üyeleri arasındaki bağları güçlendirmiş ve birlikte hareket etmenin daha avantajlı olduğunu göstermiştir.
Artık dil sayesinde daha iyi organize olabilen klanlar, yeni kavramları ya da nüanslı anlamları açıklamak için yeni terimler yaratarak yavaş yavaş kendi söz dağarcıklarını oluşturmuşlardır. Söz dağarcığı geliştikçe, dilin konfigürasyonu karmaşıklaşmış ve her yeni karmaşıklığı düzenlemek için yeni gramer kuralları ortaya çıkmıştır.
İnsanların konuşmasını sağlayan anatomik donanım kalıtsalken, semboller ve kurallar sistemi olan diller kalıtsal değildir. İnsanın genetik ve kalıtsal belleği bir “ana dil” bilgisi içermez. Yeni doğmuş bir bebeğin genetik bagajında içi boş bir konuşma şablonu bulunur, ancak dilin kendisi bulunmaz.
Çocukların önce sesleri mırıldanmaları, sonra sözcük öbeklerinden cümleler üretmeleri, dil öğrenmeye rehberlik eden bir tür doğuştan gelen “konuşma içgüdüsü” olduğu düşünülmekte.
Buna göre, insanda dil öğrenimi için doğuştan gelen belirli yatkınlık olduğu açıktır ancak hiçbir bebek dili ve grameri bilerek doğmaz. Kültür çevreleri ne kadar farklı olursa olsun tüm çocuklar benzer bir dil gelişim sürecinden geçerler ve dili çevrelerindeki insanlar aracılığıyla öğrenir.
Bebekler dilleri aile ortamını gözlemleyerek, dilsel girdiye maruz kalarak ve büyüleyici bir şekilde etkileşim yoluyla edinirler. Bebekler, soyut kavramları ve düşünceleri sembolik biçimde işlemeyi ve kaydetmeyi zorlanmadan öğrenirler.
Bu nedenle “diller genetik miras üzerine değil, özgün sosyokültürel unsurlar üzerine inşa edilir” denilmektedir. Diller değişimlere uyum sağladıkça ve kuşaklar boyunca aktarıldıkça, iletişim ihtiyaçlarını karşılamak üzere aşamalı olarak evrimleşmiştir.
Dilin doğası, insanın korunma, merak, çevreyi anlamlandırma, sosyal bağ kurma ve bilgi paylaşma gibi temel içgüdülerinden ayrı düşünülemez. İçgüdüler insanın doğal eğilimlerini ve davranışlarını şekillendirirken, dil de bu içgüdüleri doyurmaya ve etkileşim kurmaya olanak sağlar.
Sonuç olarak, insanı hayvanlardan ayıran önemli bir özellik olan dil kullanma becerisi, insanlığı mitostan logosa taşıyan birçok kültürel ve bilimsel ilerlemenin de temelini oluşturmuştur.
halilocakli@yahoo.com