Bu acılı ve acıklı günlerde işe yarayacak bir şeyler yapmaya çalışmak herkes gibi benim de en güçlü isteğim. Geçmiş deprem deneyimim de bu konudaki en güçlü desteğim. İzmit depremindeki izlenimlerimi belki de bugünlere bir noktacık katkı sağlar diye anlatmak istiyorum.
O sıralar anne babam Adapazarı’ında, kardeşlerim Kadıköy’ de, ben de Bakırköy’de yaşıyordum. Uykunun içinde olmasına rağmen sallantıyı hisseder hissetmez binadan çıktık. Çıkarken nasıl akıl ettikse arabanın anahtarını da almış olmalıyız ki içine girip radyoyu açtık. Acemi bir spiker bulunduğu binanın hâlâ nasıl sallanmakta olduğunu avaz avaz anlatarak felaket tellallığı yapıyordu. İkinci katta olduğumuz için eşimle birlikte binayı o kadar çabuk terk etmiştik ki kızcağızın “hâlâ sallanıyoruz” çığırtısını arabanın içinde dinlerken sarsıntı sürüyordu. Daha sonra o ilk sallantının 42 saniye sürdüğünü öğrendik, demek ki önceden bir deprem tecrübemiz de olmadığı halde sadece bilgimiz sayesinde daha 1 dakika bile olmadan binadan çıkabilmişiz. Sadece bir kat merdiven inmemiz şansımızdı ama o şansı yaratan da bilgiydi.
Canımızı kurtardığımızı kavrayınca ailem aklıma düştü. Daha birkaç ay önce annemle babam köye bir ev yaptırıp taşınmaya karar vermişlerdi. Sağlık sorunları gelişirse yakınımda olsunlar istediğim için İstanbul’dan gitmelerini hiç istememiştim. Ancak annem ısrar edince dayanamamış evin taslağını bile ben çizmiştim. 1960’lardaki büyük Adapazarı depreminin hikâyeleri ile büyüdüğüm için “ellerimle taşıdım onları depremin göbeğine” diye vicdan azabından kıvranıyordum.
Haber almak mümkün değildi, hatlar kilitlenmişti. Telefonu kaç kere çevirdiğimi bilmiyorum. Hatların kilitlenmesinde benim de katkım olduğunu akıl edemeyecek durumda ha bire çeviriyordum. Annemlere mutlaka ulaşmam gerektiğinden, sağlar mı öldüler mi anlamam gerektiğinden başka bir şey düşünemiyordum. Arabayı çalıştırıp yola koyulmaya kalktığımda, eşimle birbirimize girdik. Israrla yola çıkmamı engellemeye çalışıyordu. Durumun ciddiyetini, yolların durumunu falan bilmiyoruz, bir yerde kilitlenip kalırsın, kurtaracağım derken kurtarılacak duruma düşersin, diyordu. Umurumda değildi. Kızım da zaten o gece teyzesindeydi. Ne diye bekleyecektim ki.
Tek arabamız vardı. Kocamı kendi haline bırakıp cebren arabayı alarak çıktım gittim. Yol boyu radyo yayınlarını dinliyor, yıkımın büyüklüğünü anladıkça annemle babamın cenazesine gidiyormuşum gibi hissederek yaşadıkları binanın enkazından onları nasıl çıkaracağımı falan düşünüyordum. Kocam “Madem gidiyorsun bari ben de geleyim” dememişti. Ben de çelimsizim tekiyimdir, kurtarma işini tek başıma yapamazdım ki.
Kardeşlerimle birlikte halledebiliriz diye düşünerek yolumu Kadıköy’e çevirdim. Oysa ben Bakırköy’den Kadıköy’e gidene kadar onlar çoktan Adapazarı’na ulaşmış. Ben büyük kardeşimin kapısının eşiğine yeni ulaşmışken onlar bana telefonla ulaştı. Annem babam sağ ve salimmiş, yaşadıkları ev de, yeni yapılmakta olan ev de sapasağlammış. Annemlerin evi deprem bölgesinde olacak diye en baştan yardımını istediğim mimar Levent sağ olsun.
Korkunç sallantıya rağmen inşaatta duvara dayalı duran tahta merdiven bile devrilmemiş. Ama Adapazarı ve İzmit nerdeyse yok olmuş. Yollar da berbatmış. “Biz hemen yola çıktığımız için daha ortalık kalabalıklaşmadan kolayca geçtik ama arkamızdan bütün yollar tıkandı, üstelik yollarda yer yer yıkımlar var, bizim aracımız arazi tipi sen o yollardan asla geçemezsin, sakın ha yola çıkma” dedi kardeşim.
Kocam haklıymış. Duygularla değil akılla hareket etmek lazımmış. Kös kös eve döndüm. Bu arada sabah olmuştu ve ben o gün hastanede nöbetçiydim. O sıcak yaz günü tir tir titreyerek duşumu aldım ve kendimi ayıltmaya çalışarak hastaneye gittim. Ne zaman deprem lafı olsa o nedensiz titreme nöbetlerimi hatırlarım. Kendimi kafese kilitlenmiş gibi hissettiğim o günkü nöbetse bir türlü bitmedi. Çok iş olduğu için değil, tersine hastanede kuş uçmuyordu, hasta falan gelmedi. Acile bile kimse gelmedi. Herkes depreme kilitlenmiş hastaneye gelmeyi bile unutmuşlardı.
Çalıştığım kliniğin yoğun bakım biriminin sorumlusuydum. Ertesi sabah nöbetten çıkarken, o sırada yoğun bakımda ne kadar yedek serum varsa arabamın bagajına yükledim. Gerekli olabileceğini düşündüğüm bazı ilaçları da aldım. Aldıklarımı yazdım imzaladım, sorumlu hemşireye bu listeyi teslim ettim. Soran olursa “doktor hanıma laf dinletemedim zorla aldı bunları gitti” de, sorumluluğu sakın üstlenme. Döndüğümde hesabını ben veririm, dönemezsem de zaten hesap soracakları kimse kalmamış demektir, diye de sıkıca tembihledim. Bürokrasiyle uğraşacak değildim.
Niyetimi anlayan kocam “Deprem bölgesine gidip gidip ne yapacaksın?” diye sordu. Soru olarak değil, hesap sorma olarak algıladım. Ne gerekiyorsa onu yapacağım, diye hırsla cevaplayıp yola çıktım. İlk iş en yakın fırına gittim. Arka koltuğa sığdığı kadar ekmek aldım. Fırıncı “Bunca ekmeği ne yapacaksın” demedi, üstelik de yarı fiyat aldı. Bir markete yanaşıp bulduğum bütün kutu sütleri aldım. Onları da arka koltuğun önündeki boşluğa yığdım. Ön koltuk hâlâ boştu. Orayı neyle doldurayım, bölgeye başka ne götürmeliyim diye düşünmeye başladım.
Artık haberler netleşmişti, deprem merkezi Adapazarı değil İzmit’ti ve yollar kilitlendiği için bölgeye ulaşmak neredeyse imkansızdı. Nasıl gidecektim. Üstelik de kötü şofördüm. Genç kuzenimi aradım, bana eşlik etmeye dünden razıydı, onu da boşta kalan ön koltuğa aldım ve Şile yoluna vurdum. Karadeniz kıyısından dolaşarak tepeden inecektim. İyi plan yapmışım, biraz vakit aldı ama kuzeyden İzmit’e bomboş yollardan kolayca eriştik.
24 saat çoktan geçtiği halde yerle bir olmuş yüzlerce yıkıntının sadece birkaçında çalışan ekipler vardı. Ayrı ayrı yıkıntılarda canla başla çalışan AKUT ve AFAD ekiplerini gördüm. Kurtarma ekipleri parmakla gösterilecek kadar azdı ama yağmacılar cirit atıyordu. Benzinci tuvaletinde kılık değiştiren hırsız çetesi bile gördüm. Evet, tuvalette bile gördüm çünkü umulanın tersine çoğu kadındı. Hem de öyle üç beş kişi falan değillerdi. İnanılır gibi değildi ama daha 2. günde İzmit’in her tarafını hırsızlar ve yağmacılar sarmıştı.
Körfez’in kuzey yakasında ne yapacağını bilmez halde dolaşıp gördüğüm kurtarma ekiplerine yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sorduğumda, sen de kimsin bakışlarıyla karşılaşmaktan bezince asıl büyük yıkımın olduğunu öğrendiğim güney yakaya geçmeye karar verdim. Ancak geçemedim. Afet koordinasyonu kurulmuş ve körfez girişi trafiğe kapatılmıştı. Kriz merkezine gittim. Doktorum dedim, bize gerekmezsin, burası sadece koordinasyon yapıyor, dediler. İlaç, serum falan getirdim, dedim, bu noktada ilacın lüzumu yok dediler. İki kişiyiz kazma kürek kullanabiliriz, dedim. Sizin yapacağınız en iyi şey bölgeyi terk etmektir, dediler. Çişiniz kakanız bile buraya yük oluşturur, diyerek açıkça kovaladılar.
Şansımızı Adapazarı’nda denemek üzere yola koyulduk. Yine önce kuzeye çıkıp gene en tepeden şehri girdik ama şehir yoktu. Şehrin içindeki yollar da yoktu. Bu kez kuzenim direksiyonda geçebileceği yolları aramaktayken ben fotoğraf çekiyordum. Adapazarı merkezinde inanılmaz fotoğraflar çektim. İki yandan ortaya doğru eğilmiş ama birbirine dayanarak ayakta kalmış binalar, peynir gibi ufalanıp yerle yeksan olmuş binalar, iskambil kâğıdı gibi yana devrilmiş kat kat binalar, birbirinin tıpatıp eşi olduğu halde biri tuzla buz olmuş diğeri kaykılarak çökmüş öteki dimdik ayakta duran binalar, daha neler neler çektim. Artık yönümüzü yöneltimizi de kaybetmiş, yıkıntıların arasında amaçsızca dolanmaya başlamıştık.
Depremin 2. gününde Adapazarı’nda benim gördüğüm hiçbir yıkıntıda kurtarma ekibi yoktu. Nerdeyse her yıkıntının önünde ise bekleşenler vardı. Ekmek ister misiniz, sütümüz var vereyim mi gibi sorularıma tek kelime cevap vermeden öyle bir bakışla bakıyorlardı ki kendimi uzaydan gelmiş gibi hissediyordum. Sevdikleri molozların altındayken yemek düşünecek halleri mi vardı ki. Bana cevap vermeye bile takatleri yoktu. Olsaydı eminim okkalı küfürlerle kovarlardı. Sonunda pes ettim. Bir meydanda konaklamış bir Çingene obasına yaklaştım ve arabanın kapılarını açıp ekmek ve sütüm var, dedim. Anında boşattılar arabayı, kurtuldum.
Bagajım hâlâ serum ve ilaç doluydu. Bir yerde park etmiş polis arabası görünce kendimi tanıyıp Devlet Hastanesinin nerede olduğunu sordum. Hastanede yaralı falan yok, o yüzden gitmenize de gerek yok, dediler. Yıkıntılardan canlı çıkarılan olursa ambulansla ya İstanbul’a ya Ankara’ya naklediliyor çünkü hastanemiz küçük, depremzedelere bakacak imkân yok, dediler. Bagajı da boşuna doldurduğum ortaya çıkınca, bari ailemi göreyim diye düşündüm. Polislerin de yapacak işi yokmuş ki bize eskortluk yaptılar, kaybolan yolların arasından bir yerlerden geçirip Akyazı’ya giden yolun başına kadar götürdüler.
Akyazı’ya kolayca ulaştık. Yol boyunca köylerde göze görünen bir yıkım da yoktu. Doğruca Akyazı Devlet Hastanesine, üstelik de doğrudan doktor odasına gittim ve kendimi tanıttım. Yardıma geldim, yoğun bakım doktoruyum, bu işlerden iyi anlarım ama uzmanlığım bir yana ne iş olsa yaparım havasında konuştum. Benim heyecanla kendimi takdimim bitince bir genç doktor kendini tanıttı, İzmir’den görevlendirilip gönderilmiş. Beyin cerrahıymış. Bir diğeri Ankara’dan gönderilmiş çocuk uzmanıymış. Bir başkası da başka yerden gelmiş bir kalp uzmanıymış. Olayın daha ilk saatlerinde gönderilmiş başka bazı uzmanlar daha vardı. Gönderdiler geldik, oturduk öylece boş boş bekliyoruz, buyurun isterseniz siz de bizimle oturun, dediler. Bizi gönderdiler ama burada ne ameliyat yapacak ameliyathane, ne tetkik yapacak imkan, ne hatta hasta yatıracak sayıda yatak var. İş olsun torba dolsun diye görevlendirmişler bizi. Binalardan canlı çıkarılan olursa doğrudan büyük şehirlere naklediliyorlar biz de burada böyle sıkıntıdan patlıyoruz, keşke kendi yerimizde kalsaydık, bari bir işe yarardık, dediler. “Bak en tazesinden serum ve ilaç getirdim size” diye espri yapacak değildim ya, söylemedim bile bagajımdakileri. Hastaneden de kös kös ayrıldım. Annemleri ziyaret ettim sonra. O gece onlardan ve komşulardan depremin şiddetine ait pek çok öykü dinledim. Ertesi gün İstanbul’a geri döndüm. “Duygusuz herif” diye öfkeyle bırakıp çıktığım kocam gene haklı çıkmıştı. Hiçbir işe yaramamıştı gitmem. Bu sırada acaba o ne yapmıştı?
Bilgisayarının başına oturmuş koordinasyon yapmış. Çağdaş Yaşam Derneğinden bir ekip vapurla Gölcük’e ulaşarak bir merkez oluşturmuş, o da İstanbul iletişim ayağı olmuş. Bölgede en büyük ihtiyaç don ve ped imiş çünkü stresten günü gelmeyen kadınlar bile adet görmeye başlamış. Tuvalet ve su olmayan bir yerde hayatta kalmışsan don ve pedden önemli ne olabilir ki. Kocam üretici firmalarla bağlantı kurmuş, bebek bezi, hasta bezi, kadın pedi, don gibi temel hijyen ihtiyaçlarının fabrikalardan doğrudan paketlenip Gölcükteki Çağdaş Yaşam Derneğinin gönüllülerine aktarılmasını organize etmiş ben olay yerinde(!) avare avare dolanırken.
Kız kardeşimin kocası da bambaşka bir şeyle meşgulmüş. Bölgede ölüleri koyacak yeterli ceset torbası olmadığını öğrenmiş. Ölülerin açıkta kalması, moral sorunlar bir yana, bulaşıcı hastalık salgını çıkmasına neden olabileceğinden başlı başına bir sağlık sorunudur. Böyle büyük felaketlerde gömmek zaman alacağı için ölü bedenleri bir an önce korunaklı bir şeyle sarmak gerekir ki battaniye vb. bu amaca hizmet etmez. Hayatını kaybedenleri gömülecekleri yere kadar taşıyabilmek için bile fermuarlı plastik yani bu işe özel torbaların olması gerekir. Türkiye’nin dört bir yanına telefon eden Necdet, çok miktarda ceset torbası üretebilecek bir fabrika bulamayınca yurt dışını araştırmaya başlamış. İngiltere’de iki fabrika bulmuş. Bizim çenebaz Necdet telefon trafiği ile onları gece mesaisine bile ikna etmiş. Yani ekstradan çalıştırarak ve elbette ekstradan ve elbette cebinden ödeyerek bu fabrikaların acilen çok miktarda üretim yapmalarını sağlamış. Zaten nakliye işi yaptığı için de üretilenlerin en kısa yoldan ülkeye taşınmasını ve gereken yerlere ulaştırılmasını da becermiş.
Biz akıllı geçinen kız kardeşler bireysel ve duygusal davranışlarımızla 1999 İzmit/Gölcük depreminde bir halta yaramazken, kocalarımız oturdukları yerden iki büyük derdin dermanı olmuşlar. Hem de sessiz sedasız ve reklamsız.
Acı hikâyeleri bir yana o depremden aklımda kalanlardan biri de Sağlık Bakanı. Bölgeye tuvalet gerekiyor diyen halk sağlığı uzmanlarına “koskoca Körfez var orada” deyişi, yardım elini uzatmak isteyen komşumuza “ben Türk kanına Yunan kanı karıştırtmam” deyişi, o çirkin surat ifadesiyle birlikte hafızamda hâlâ.
Benim deprem deneyimim, duygusallık yerine akılla davranmanın ve bireysel atılganlık yerine örgütlü davranmanın anlam ve öneminin kanıtıdır. Depremzedelerin sonrasındaki hayatları için çoğunluğu sağlıkçılar olmak üzere pek çok dostum, aylarca hatta yıllarca çalışıp çabaladılar. O kadar sessiz sedasız ve reklamsız çalıştılar ki pek çoğunun yaptıklarını uzun yıllar sonra öğrendim.
Depremlerin şiddetini ve yıkımın derecesini kıyaslamak elbette anlamsız. Ancak bugün yaşadıklarımızın ayrıntılarını gördükçe keşke birbirimizin deneyimlerinden de öğrenebilsek diyorum.
Not: Covid salgınına yenilen gazeteci dostum Adnan Genç, ölümünden birkaç ay önce İzmit depremi sırasında bölgede olduğunu ve yaşadıklarını kitaba dönüştüreceğini söylemişti. Kitabı bitirmek üzere olduğunu anlatınca benim de kendi çektiğim fotoğraflar var dediydim. Adnan bu habere çok sevindi çünkü niye yokmuş hatırlamıyorum ama onda fotoğraf yokmuş. Ben Amerika’ya göçerken bütün fotoğraflarımı kardeşime bırakmıştım. Rica ettim depremde çektiklerimin hepsini toparlayıp Adnan’a postaladı. Seç istediğini kullan, sonra aynı adrese geri gönder, demiştim ama Adnan’ı kaybettik. O kitap ne oldu bilmiyorum. Umarım birileri Adnan’dan kalanları toparlar da o kitabı da basar. Benim fotoğraflarımı bulan olursa da sevinirim doğrusu.
Yazıyla, kitapla, fotoğrafla, hangi yolla olursa olsun deprem deneyimlerini canlı tutmak en baş görevlerimizden biri olmalı. Bunu yapmak kanamamızı azaltmaz, çoğaltır biliyorum ama yeni kanamaları önlemenin başka yolunu da bilmiyorum.