İnsanoğlunun doğal yaşam ortamı karalardır. Ancak, dünyanın büyük kısmı denizlerle kaplı olup deniz insanoğluna refah, zenginlik ve güç getirecek özelliklere sahiptir.
Bu açıdan bakıldığında insan toplulukları, doğal olarak, sosyolojik gelişmelerinin her aşamasında evvela doğal yaşam ortamları olan kara parçalarına, bilahare denizlere dikkat etmiş ve nüfuz alanlarını oralara doğru genişletmeye başlamışlardır. Fenikeliler, Grekler, Bizanslılar, Romalılar, Vikingler, Osmanlılar, İspanya ve Portekiz bilahare İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, daha sonra Japonya ve bugünlerde Çin, Hindistan ve diğer birçok devlet gözlerini ülkelerinin güvenlik ve refahı için denizlere doğru dikmiş ve denizlere doğru açılmışlardır.
İmparatorluklar ve ulus devletler, kendi devletlerinin imkânları çerçevesinde güvenlik, güç ve zenginlik için dönemlerinin mevcut bilgi ve teknolojileri ile deniz strateji ve taktiklerini geliştirmişlerdir. Bilgi ve teknoloji geliştikçe uluslararası karasal jeopolitik görüşlerin yanında denizle ilgili jeostratejik ve jeopolitik görüşler de geliştirilmeye başlanmıştır.
Osmanlıların büyük amirali, Barbaros Hayreddin Paşa’nın çok meşhur olan “Denize hâkim olan cihana hâkim olur“ sözü yaygınlaşarak denizci uluslar tarafından kabul görmüş, benimsenmiş, desteklenmiş, hatta asırlar sonra Amerikalı Amiral Mahan, aynı görüş istikametinde kendi düşüncelerini dünyaya yaymıştır.
Deniz gücü; bir ulusun denize olan sevgisi ve ilgisi, ekonomisi, bilim-teknoloji ile desteklenen ticaret filoları ve güçlü deniz kuvvetlerinin toplamıdır. Ancak merkezinde; tüm bu faktörleri oluşturan insanoğlu, iyi yetişmiş ve milletinin kendisine sağladığı imkanları ustaca kullanan denizciler vardır. Sürekli uluslararası alanda görev yapan tüm denizcilerin temsil ve halkla iyi ilişkiler içinde olma durumu, onların – tabiri caizse – diplomatik bilgi ve özelliklere sahip olmasını zaruri kılar.
Denizcilikle ilgili bu genel hatırlatmamdan sonra dünya ve Türkiye’de denizcilikle ilgili bazı hususlara kısaca değinmek istiyorum. Bendeniz İkinci Dünya Savaşı’nın azami şiddetiyle devam ettiği 1943 yılında ilkokula başladım. Türkiye, yokluklar ve çaresizlikler içinde insan gücü ve teknolojiye dair üç asırlık yeniliği 20 yıllık Cumhuriyet döneminde gidermeye çalışan bir ülkeydi.
Büyük kurucu liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh“ düsturu çerçevesinde savaşa girmedik. Ancak yiyecek, giyecek, ulaşım, üretim o kadar etkilendi ki ilkokul hayatımız yokluk ve güçlüklerle geçti. Biz savaşların beşeriyet üzerindeki etkisini yaşayarak öğrenmiş bir ulusuz. İkinci Dünya Savaşı belki de insanlığın göreceği en yıkıcı, en zalim, en acımasız büyük savaşların sonuncusu idi. Bu duruma paralel olarak tabiatıyla deniz gücümüz de ona göre büyük zaaf içindeydi.
…
Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya, Kuzey Afrika ve bu bölgedeki tüm denizler potansiyel istikrarsızlık ve güvenlik tehdit ve emareleri taşımaktadır. Deniz kuvvetleri denizden gelecek tehditleri ülkemize gelmeden savunacak caydırıcı güç olmanın yanı sıra savaşta ve barışta deniz ulaştırma yollarını koruyarak ekonominin ve olası savaşın lojistik desteği olmak zorundadır. Hepimizin bildiği gibi eğer Birinci Dünya Harbi’nde yeterli bir deniz gücümüz olsaydı Çanakkale Harbi’ni yaşamaz ve aziz şehitlerimiz vermezdik.
(Oramiral [E] Salim DERVİŞOĞLU, 17. Deniz Kuvvetleri Komutanı, TSK | Anahtar Konuşma, 3. Denizcilik ve Deniz Güvenliği Forumu, 04 Kasım 2021)
Makalenin tamamını okumak için tıklayın