Mutluluğun peşinde koşan insan zihni arzularını büyütür, renklendirir ve ulaşılmaz hale getirir İnsanları, eşyaları, şehirleri, başarıyı, sevgiyi…
Onları gözümüzde ne kadar büyütürsek, o kadar ihtişamlı ve değerli görünürler. Ancak ironik bir şekilde, bir şeye yaklaştıkça onun küçüldüğünü fark ederiz. Hayal ettiğimiz kadar mükemmel değildir, kusurlarını görmeye başlarız, sıradanlaşır. Belki de mutluluğun en büyük düşmanı, onu sürekli gelecekte bir yerde aramak ve hiçbir zaman ulaşamayacağımız bir noktaya koymaktır.
Hayat, mutlu anlar ve üzüntülerle dolu bir yolculuktur. Ama biz genellikle bu anlara eşit davranmayız. Mutlulukları hızla tüketir, üzüntüleri ise uzun süre taşırız. Oysa bu dengeyi tersine çevirmek mümkündür. Mutluluğu uzatmak, ona anlam katmak ve bilinçli olarak içinde kalmak, hayatı daha doyumlu hale getirir. Çocukluk anılarımızı düşünelim. Küçük şeylerden büyük mutluluk duyduğumuz zamanları… O anları hatırlamak, yaşadığımız her mutluluğu biraz daha uzun kılmak için bir anahtar olabilir. Başarılarımızı kutlamak, sevdiklerimizle paylaşmak, mutlu anlarımızı içselleştirmek, mutluluğun kalıcılığını artırır.
Üzüntüler ise hayatın kaçınılmaz bir parçasıdır ama onları gereğinden fazla büyütmek, ruhumuzu ağırlaştırır. Bir tartışmayı tekrar tekrar zihnimizde canlandırmak, geçmiş hatalara saplanıp kalmak ya da kayıplarımıza takılıp yaşamak, bize fayda sağlamaz. Üzüntüden ders alıp devam etmek, onu kısa tutmanın en sağlıklı yoludur. Sevdiklerimizi kaybettiğimizde yas süreci doğaldır, ancak o kişiyi güzel anılarla anmak, acıyı hafifletmenin bir yoludur.
Bunun için bazı küçük farkındalıklar geliştirmek gerekir. Şükran duygusunu artırmak, elimizdekilerin farkına varmak, küçük anları büyütmek, üzüntüye gereğinden fazla anlam yüklememek ve mutlu anları paylaşmak, bu sürecin bir parçasıdır. Zihnimiz genellikle olumsuz olayları büyütme eğilimindedir ama bunu değiştirmek mümkündür. Algılarımızı yönlendirdiğimizde, mutluluklarımızı uzun, üzüntülerimizi kısa yaşamayı öğrenebiliriz.
Zaman her şeyi değiştirir. Bir zamanlar gökyüzüne uzanan hayaller, zamanla bir avuç toprağa dönüşebilir. Umut, başta sonsuz bir deniz gibi görünürken, zamanla kuruyan bir su birikintisine benzeyebilir. Ama belki de mesele, onların küçülmesi değil, bizim bakış açımızın değişmesidir. Küçük şeylerden mutlu olan çocukluk halimizle, büyük şeyleri bile yetersiz bulan yetişkin halimiz arasındaki fark budur. Gerçek şu ki, zaman sahip olduklarımızı küçültmez, sadece onların anlamını yeniden şekillendirir.
Bu olgu, insan algısının doğasıyla derin bir bağlantı içindedir. Platon’un “İdealar Dünyası” öğretisini hatırlayalım: Ona göre, gerçeklik olarak gördüğümüz şeyler yalnızca mükemmel ideaların soluk birer yansımasıdır. Biz de mutluluk arayışımızda, idealar dünyasında mükemmel bir sevgi, şehir, başarı ya da insan figürü yaratırız. Ama gerçekte, her şey eksiklikler barındırır ve beklentilerimize tam olarak uymaz. Nietzsche’nin dediği gibi, insan kendi gerçekliğini yaratma eğilimindedir ama ne kadar büyük anlamlar yüklersek yükleyelim, onlara ulaştığımızda sıradanlaştıklarını fark ederiz. Sartre’a göre ise insan, kendini tamamlanmamış hisseder ve dış dünyadaki şeyleri idealize ederek bu eksikliği doldurmaya çalışır. Ancak hiçbir dış unsur bize kalıcı tatmin sunamaz. Bir şeye ulaştığımızda, ona yüklediğimiz anlam çöker ve kaçınılmaz bir hayal kırıklığı yaşarız.
Büyütüp ulaşılmaz hale getirdiğimiz şeylerin küçülmesi, aslında bir illüzyonun yıkılışıdır. Mutluluk, onu bir varış noktası olarak görmekten vazgeçtiğimizde mümkündür. Her şey ancak olduğu haliyle anlam kazandığında gerçek olabilir. Bir şehri düşünelim. Gitmeden önce anlatılanlar, fotoğraflar, videolar zihnimizde devasa bir beklenti yaratır. Ama o şehre vardığımızda, sıradan sokaklar ve günlük hayatın gerçekliğiyle karşılaşırız. Aynı şey insan ilişkileri, hedefler ve arzular için de geçerlidir.
Bu farkındalık bizi aşırı beklentilerden korur ama aynı zamanda bir boşluk da yaratabilir: Eğer her şey ulaştıkça sıradanlaşıyorsa, ne için çabalıyoruz? Belki de çözüm, bu döngüyü kabul etmektedir. Hayatı büyütmeden, küçültmeden, olduğu gibi görebilirsek, en sahici mutluluğa ulaşabiliriz. Çünkü hayat, büyüttüklerimizin küçülmesi değil, küçümsediklerimizin değerini fark ettiğimizde anlam kazanır.