“… Ve bütün kalbimle ağladım…” Tolstoy.
Adama dönüp sorarlar: “Ey insan! Buğday ektin de, arpa mı biçtin? Kadere az bahane bul…”
Kandilli Rasathanesi yer kabuğunun katmanlarının kırılması veya yer değiştirmesi nedeniyle oluşan sarsıntı yani deprem sayısı hakkında bilgi verdi. Richter ölçülerine göre çok çok şiddetli yani 8 ve üstü olan depremler yılda 1 defa yaşanıyormuş. Deprem merkezi Maraş’ın Pazarcık ilçesindeki gibi Richter ölçüsüne göre çok şiddetli 7 ve 7,9 benzeri ise bu tür depremler yılda 18 kez oluyormuş. 6-6,9 şiddetli depremlerden her yıl 120 kez oluyormuş. 5-5,9 yani orta şiddettekilerin sayısı ise yılda 800. Son olarak, hafif veya çok hafif diyebileceğimiz sarsıntıların sayısı ise yılda 70 bin. Bu ne demek biliyor musunuz, dünyada her gün neredeyse 200 deprem meydana geliyor. İnsanlar doğayla iç içe yaşadıklarını unutmamalı. Türkiye’nin %42’si deprem bölgesi; bu da demek ki 30 milyon insan deprem bölgesinde yaşıyor. Ama 7 milyon konutun deprem raporu yok.
Aşık Veysel’ in dediği gibi:
“Karnın yardım kazmayınan belinen, yüzün yırttım tırnağınan elinen, Yine beni karşıladı gülünen. Benim sadık yarim kara topraktır.”
Toprak o toprak değil, doğaya verdiğimiz zarar kadar doğanın bize geri dönüşümü çok ağır oluyor. “Depremin ne alakası var, insanoğlunun dışında gelişen doğa felaketi” diyecekler olacaktır. Bunu tetikleyen, hızlandıran doğaya bu kadar zarar veren, doğayı değiştirme çabasında olan insana cevabı ancak doğa böyle cevap verebiliyor…
1999 Marmara depreminden ders aldık mı? Hayır, sadece hükümeti değiştirdik.
“Yaşanan felaketin farkındayız, tekrarının olmamasını temenni ederiz!..”
Bu sözler Marmara depreminden sonra çoğu kişi tarafından söylendi. Artık duymak istemiyorum. Temenni iyi bir kelime değil, yapmayacaklarının arkasına sığınmak için kullanılan bir kelime. Hep temenni ediyoruz fakat önlem almıyoruz… Kötülüğe tolere etmenin hoşgörü olmadığını artık anlayın, bu resmen suça teşvik etmektir.
İktidarda olan bu hükümet Maraş’ta yaşayan insanımızın evlerinin depreme karşı incelendiğini, vatandaşın malının canının korunduğunu miting meydanlarında söyledi. İsteyen araştırabilir, link bile verebilirim. Maraş için net bir şekilde dile getirildi. Kimse görevini, üstüne düşeni yapmıyor. Bu hepimiz için geçerli. Şimdi hükümette olanların yerine yarın bir başkası olsa değişir mi? Bilmem…
Deprem oldu, herkeste bir hayatın anlamsızlığı duygusu belirdi.
İş yerinde çalışmanız bekleniyor ama ister istemez hemen herkesin gündem maddesi deprem. İnsanlar oturmuş depremi konuşuyor. Bütün kanallar deprem hakkında bilgiler veriyor. Kanalların, siyasilerin ve bizlerin değerlendirmelerini kendi siyasi görüşüne göre yaptığını bu deprem bize gösterdi. Video izleyip izleyip kahrolmaktan başka yapabildiğimiz bir şey yoktu. Deprem bölgesinden uzak olan herkes maddi yardım yaptı, dua etti. Herkesin yüreği oradaydı. İnsanların yürekleri fay hattı gibi paramparça oldu, dağıldı. Kimileri, “Sıcak evimizden, yemek yemekten, kendi yatağımızda uyumaktan utanıyoruz” dedi.
Bu deprem bir kez daha gösterdi ki, okuduğumuz şiirler, paylaştığımız edebi yazılar, kullandığımız duygusal sözler, ezberimizdeki süslü cümleler, yaktığımız ağıtlar hiçbiri ama hiçbiri şu cümle gibi ciğerlerimizi yakıp delip geçmemişti: Sesimi duyan var mı!..
Kendisine verilen yemeği sahibine götüren köpeği gördük. Ya da yorgunluktan bitkin düşmüş patileri beton bloklarda yara almış can dostlarımız kurtarma köpeklerinin enkaz altında nasıl insanları aradığını gördük. Gerçekten ister istemez çok şey öğrenip tecrübe ediniyor insan…Gözlemlediğim kadarıyla deprem bölgesinde 7 binin üzerinde yabancı arama kurtarma ekibi görev yaptı. Yardıma gelenlerin dinleri, ırkları, coğrafyaları farklıydı. O zaman bundan sonra çocuklara okulda eğitim verirken “Ege’de denize döktük” demeyin. Bu deprem devlete de insanlara da çok şey öğretti anlayana. İsrail’i ,Yunan’ı, Sırp’ı Ermeni’yi, herkesi, her dinden olanı sev. “Ya sev ya terk et” deme. Eğitim sistemini değişmesi gerektiğini çocukları ön yargısız, bilimsel, akılcı eğitim vermemiz gerektiğini öğretti. Okullarda insan, doğa sevgisinin, dahası deprem bilincinin daha çok anlatılması gerektiğini de öğrendik.
Deprem bölgesinde gecesini gündüzüne katıp hayat kurtaran madencilerin tam depremzedeyi çıkarttığı anda, “Canımızı tehlikeye atıp 20 katlı binanın altından depremzedeleri buluyoruz, çıkarıyoruz AFAD gelip reklam yapıyor” diye serzenişte bulunduğunu da gördük.
Deprem bölgesine yardım için akan yüz binlerce ve bulundukları yerden yardım yapan milyonlarca insan… Bu durum karşısında emlak konusunda bugüne kadar gösterilen tamah, kuralsızlık, suçları, haramları anlamıyor insan. Biz kötü insanlar değiliz ama kendimize kötülük yapıyoruz. Bunu da öğrendik…
Neden bu deprem ile ilgili acıları hep yaşayacağız?
Şehirlerin genellikle çevre bölgelerinde yer alan gecekonduların affının gündeme geldiği ilk yasa 1983 yılında çıkarılırken, “imar affı” ya da “imar barışı” kavramının ilk olarak kullanılması Turgut Özal’ın başbakanlığı dönemiydi. Vatandaş kaçak ev yapıyor, hükümet ve belediyeler de seçim kaygısı ile böylesi mantık dışı bir şehirleşmeye çanak tutuyor. Binalar dere yataklarına ya da zemini güçlü olmayan yerlerde yapılınca depremin bilançosu ağır oluyor. Bilinçsiz yapılaşmanın sonucu budur. Kanunlarda doğrudan buna yönelik cezai yaptırımlar var mı? Bu konulara ilişkin spesifik ve ağır cezalar verilmeli. İmar affı, imar barışı gibi kavramların da unutularak tarihin tozlu sayfalarına gömülmesi lazım artık.
Bu işin tek suçlusu müteahhitler değil. Müteahhiti var, mühendisi var, belediyesi var, imar affı vereni var…
Dişinden tırnağından arttırdığı parayla alınan kartondan evlerin hayallerin, umutların yıkıldığını da gördük. Kadere inan ama tevekkülü elden bırakma.
Asıl önemlisi, deprem bize o en temel gerçeği; maddenin değersizliğini, insanın değerini öğretti. O zaman aklınızı başınıza alın: Doğaya savaş açan herkes kaybetmeye mahkum maalesef. İmarla değil doğayla barışın!
Umut ediyorum ki, bu depremin insanlığa yaşattığı son acı olsun. Güney Afrika’da bir üniversitenin giriş kapısında şöyle yazıyor:
“Herhangi bir milletin yok edilmesi için atom bombası veya uzun menzilli füzelerin kullanılması gerekmez. Sadece eğitim kalitesini düşürmek ve sınavlarda kopya çekilmesine izin vermek yeterlidir.”
Hastalar bu tür doktorların ellerinde ölür.
Binalar bu tür mühendislerin ellerinde çöker.
Para, bu tür ekonomistlerin ve muhasebecilerin elinde kaybolur.
İnsanlık, bu tür din adamlarının elinde ölür.
Adalet, bu tür hakimlerin elinde kaybolur.
Eğitimin çöküşü milletin çöküşüdür.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.