Türkiye tarih boyunca verimli toprakları ve güçlü bir tarım geleneğiyle “kendi kendine yeten” bir ülke olarak anıldı.
Peki, bugün bu zengin topraklara rağmen neden milyonlarca insan temel besinlere erişimde zorlanıyor? Dünya Gıda Programı verilerine göre, Türkiye’de gıda güvencesizliği yaşayanların oranı, Yunanistan’dan 2, İspanya’dan 3 kat fazla. Oysa tarım arazisi büyüklüğümüz bu ülkelerin toplamından fazla. Gıda, sadece bir ihtiyaç değil; aynı zamanda evrensel bir insan hakkıdır. Bu hakkın güvence altına alınması ise ancak kararlı, şeffaf ve kapsayıcı politikalarla mümkündür.
Ne yazık ki, bu toprakların bereketi günümüzde milyonlarca yurttaşımızın sofrasına yansımıyor. “Bugün ne yesek?” sorusu, milyonlarca aile için hayatî bir endişeye dönüştü. Gıda güvencesizliği (food insecurity), bir hane halkının yeterli, güvenilir ve dengeli besine ekonomik ve sosyal olarak erişiminin kısıtlı veya belirsiz olmasıdır (Coleman-Jensen et al., 2020). Bu durum, yalnızca açlık değil; aynı zamanda güvensizlik, kaygı ve umutsuzluk demektir.
Yıllar önce Süleyman Demirel, “Boş tencerenin götüremeyeceği hükümet yoktur” diyerek, gıda erişiminin siyasi iradenin somut bir göstergesi olduğunu vurgulamıştı. Bu ifade, gıda güvenliğinin sadece ekonomik değil, aynı zamanda yönetim kalitesi, adalet ve toplumsal sorumlulukla doğrudan ilişkili olduğunun güçlü bir hatırlatıcısıdır.
Günümüzde yaşanan ekonomik dalgalanmalar, özellikle kırılgan grupların temel besine erişimini daha da zorlaştırmakta; bunun sonucu olarak gıda güvencesizliği ruh sağlığı üzerinde derin yaralar açmaktadır.
Ekonomik kriz ve ruh sağlığı
Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kırılganlık ve hızla artan enflasyon, özellikle yoksul ve kırılgan kesimleri gıda güvencesizliğiyle yüz yüze bıraktı. Medscape’in 2025 tarihli araştırması, gıda güvencesizliği yaşayan bireylerde depresyon, anksiyete ve stres bozukluklarının dramatik biçimde arttığını ortaya koymaktadır.
Yetersiz beslenme, yalnızca fiziksel sağlığı değil; beyin fonksiyonlarını da olumsuz etkileyerek ruh sağlığında derin yaralar açmaktadır. Beslenme eksiklikleri nörotransmitter üretimini bozmakta, kronik açlık ise beyinde inflamasyon ve stres hormonlarının yükselmesine yol açmaktadır.
Beslenme, sadece fiziksel bir gereksinim olmanın ötesinde, ruhsal dengeyi sağlayan kimyasal süreçlerin temelini oluşturur. Açlık, beyinde tıpkı bir deprem gibi hasar bırakır: Hipokampüs küçülür (hafıza zayıflar), amigdala büyür (korku artar). Yani boş mide, sadece karnı değil beyni de kemirir. Protein, vitamin ve minerallerdeki yetersizlikler, duygudurum ve bilişsel işlevlerde bozulmalara neden olur.
Kronik açlık ve besin yetersizliği, stres hormonlarının yükselmesiyle ruhsal dengeyi bozar; boş bir tabak, sadece açlık değil, aynı zamanda derin bir kaygı, korku ve çaresizlik anlamına gelir.
Gıda güvencesizliği, bireylerin ötesinde aile yapısını, çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimini, eğitim başarısını ve toplumsal dayanışmayı olumsuz etkileyen çok katmanlı bir krizdir. Türkiye’de milyonlarca aile, bu krizin yükü altında ezilmekte; çocuklarda büyüme geriliği, öğrenme güçlükleri ve ruhsal sorunlar artmaktadır.
Toplumsal adaletin sağlanamadığı yerlerde hem bireysel hem de toplumsal ruh sağlığı ciddi risk altındadır.
Gıda güvencesizliğini aşmanın yolu, sadece ekonomik büyümeden değil; sosyal adaleti tesis etmekten ve en kırılgan kesimlerin temel haklarını güvence altına almaktan geçer. Gıda destek programları, beslenme eğitimi ve psikososyal destek hizmetlerinin entegre edilmesi, ruh sağlığını korumanın temel taşlarıdır.
Ayrıca, gıda yardımı alan bireylerin toplum içinde “muhtaç” veya “zayıf” olarak etiketlenmesi gibi olumsuz yargıların (damgalamanın) azaltılması büyük önem taşır. Bu tür olumsuz tutumların engellenmesi, yardım programlarının etkinliğini artırır ve toplumsal dayanışmayı güçlendirir.
Sonuç olarak, gıda hakkının insan hakkı olarak kabul edilmesi ve bu bilinçle hareket edilmesi, sürdürülebilir ve kapsayıcı çözümler için hayati önemdedir.
Karın doymadan akıl huzura ermez
Gıda güvencesizliği, salt bir ekonomik sorun değil; aynı zamanda bir insanlık ve medeniyet krizidir. Boş tencereler yalnızca karınları değil, aynı zamanda umutları, güveni ve ruh sağlığını da boşaltır. Bu krizin üstesinden gelmek, ancak kolektif bir irade, adalet ve toplumsal sorumlulukla mümkündür.
“Boş tencereler sessiz çığlık atıyor; bizim görevimiz, bu sesi duymak ve ona cevap vermektir. Çünkü bir milletin gerçek medeniyeti, toplumun en kırılgan bireyinin dahi sofrasında temel ihtiyaçlarını onurla karşılayabildiği bir düzenle ölçülür.”
“Unutmayalım: Açlık sınırında yaşayan bir toplumun demokrasisi de ruh sağlığı da sağlıklı olamaz. Çünkü aç insan öfkeli, öfkeli insan ise özgür olamaz.”
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: