Bilim, bilmekle alakalı, bilgi sözcüğüne göbekten bağlı çok güzel bir kelimedir. Sözlüklerde eş anlamlısı olarak geçen ilim Arapça kökenliyken bilim Türkçedir. Dinciler ise ilimi bilimin üstünde bir kavrammış gibi aktarırlar.
Bilim, bilinenlerin toplamı olan bir bilgi yığıntısı olmaktan öte, bilgi elde etmenin yolu yordamı yani yöntemidir. Bilim insanı sıfatı da bilgi sahibi insan olmanın ötesinde, bilgi elde etme yöntemini kullanarak yeni bilgiler üretebilen kişilere aittir.
Bilgili olmak bilim insanı olmak anlamına gelmez. Çok çok bilgili olmak bile öyle. Üretilmiş bilgiyi kullanmak da öyle. Bildiklerini başkalarına aktarmak da öyle. Bilimden söz ediyor etmek de öyle. O nedenle çok deneyimli ve bilgili olan öğretmenler bilim insanı değildir. Çok iyi tedavi eden hekimler ve mükemmel ameliyat yapan cerrahlar da bilim insanı değildir. Bizzat bilgi üretiyorlarsa o başka elbette.
Yıllar önce bir gün mutfakta gene aklıma eseni yapıyordum. Rendelediğim havucu yağ ve şekerle kavurunca tadı enfes oldu. Lapa kıvamındaki bu şeyi minik toplar haline getirip Hindistan cevizine buladım, tam ortasına da bütün birer badem yerleştirerek ağzım kulaklarımda konuklarıma ikram ettim. Tarifini soranlara da “ben keşfettim” diye övünerek anlattım. Misafirlerimden biri çok güldü. Bu tatlı keşfedileli 1000 sene falan olmuştur herhalde, dedi. Meğerse cezeryeyi keşfetmişim!
Mutfağı küçümsememek lazım. Asıl büyük keşifler de zaten mutfak gibi yerlerden yani laboratuvarlardan çıkar. Ancak “ben keşfettim” deyip benim gibi rezil olmamak için “bilimsel metodoloji” standart hale getirilmiştir. Keşfetmenin de keşfettim demenin de yolu yöntemi belirlenmiştir. Kanıtı da bilimsel yayınlardır.
Bir insana bilim insanıdır demek için bilimsel yayınlarına bakılır, bilgisine değil. Sohbet becerisine hiç değil.
Bilimsel yayın yapmanın standartları çok katıdır. Öyle de olmalıdır çünkü insan dediğinin yanılma olasılığı çok yüksektir. Yeni bir şey buldum sanan kişi zaten bilinenleri bilmiyor olabilir, o yüzden zaten keşfedilmişi safça ilk kez ben keşfettim sanabilir. Bal gibi de biliyor ama başkalarınca pek bilinmediği için kurnazca kendine mal etmeye çalışıyor da olabilir. Kasıt da olmayabilir. Keşfettim sandığı şey yanlış gözlem ve hatalı bir yorumdan ibaret de olabilir. Bu ve benzer benzemez yanlışlıkları engelleyecek olan da keşfin uzman çevrelerin görüşüne sunulmasıdır, halkın görüşüne değil. (Çünkü kendilerine cezerye sunulanlar cezeryeyi hiç duymamış, yememiş ya da havuçtan yapıldığını bilmiyor olabilir. Benim ne kadar iyi bir “kaşif aşçı” olduğumu düşünüyorsa, üzerinde bile düşünmeden bu tatlıyı benim keşfim de sayabilir. Bu arada yanlış anlaşılmasın; ben ne iyi bir aşçıyımdır ne de kâşif. Sadece konuyu basitçe örneklemeye çalışıyorum.)
İster yeni bir lezzet ister yeni bir kıta keşfedilsin, isterse de yepyeni bir molekül ya da tedavi bulunsun yeni bir bilginin üretimi iki yolla olur. Gözlem ya da deney yoluyla. Pozitif bilimler genellikle deney yolunu kullanırken sosyal bilimler genellikle gözlemler üzerinde yükselir. (Genellikle lafını özellikle vurgulamak isterim. Her iki yöntemin de açmazları ve üstünlükleri vardır.) Bu iki farklı yöntemi anlatmadan geçiyorum.
Bilim insanı, ister gözleyerek ister deneyerek çalışsın, üzerinde çalıştığı konuda o güne kadar üretilmiş bütün bilgiye peşinen sahip olmalıdır. Halk böyle hikayelere bayılsa da, bilgi denilen şey altında oturduğun ağaçtan kafana elma düşmesi ile elde edilmez. Bilimin b’si, çalışılan alanda yeterince bilgili olmayı gerektirmez, mutlak şart kılar.
Yeterince bilgiye sahip kişi, var olan bu yığına ekleyeceği ufacık bir kırıntı için upuzun çalışmalar yapar. Sonra da bilgiye yaptığı bu katkıyı konunun uzmanlarının değerlendirmesine sunar. Hamamdan çırılçıplak sokağa fırlayıp “buldum” diye bağırarak ortalık yerde sunulmaz bilgi dediğin. Yani televizyona kurulup konudan bihaber halka anlatılmaz buluşlar. Uzman çevrelerde anlatılır, keşifler, buluşlar, yeni bilgiler. Niye öyledir, halka anlatılmasının sakıncası nedir, diye soran olursa onu da dillendireceğim ama bir sonraki yazıda…
Uzman çevreler yani bilim ortamı da insani problemlerden azade değildir. Orada da kıskançlıklar çekememezlikler, çelme takmalar, yok saymalar, inkâr etmeler, yolunu tıkamalar ya da gereksiz yere omuz vermeler, hak etmeyene yol açmalar yani her türlü dümen vardır. Ancak gene de bilimsel bilginin yolculuğu böyle insani kusurlarla engellenemez. Çünkü bilimsel ortamlarda gerçekten bilim insanı olanlar çoğunluk, diğerleri azınlıktır. O nedenle yeni bulunanı kendileri de deneyen bilim insanları da boldur. Onlar da dener, onlar da bulgularını açıklar. Lehte konuşulur, aleyhte konuşulur, lehte yazılır aleyhte yazılır, sonunda ortalık durulur ve gerçek reddedilemez biçimde ortaya çıkar. Bilimsel bilgi böylece ve sadece bilimsel ortamın eleğinden geçe geçe oluşur.
Bilimsel bilgi, öncelikle gözlem ya da deneyerek elde edilen bir bilginin varlığını gerektirir. Sonra o bilgi sözlü ya da yazılı olarak konuyla ilgili akademik çevreye sunulur (Bilimsel bildiri). Bu da kongre ya da sempozyum benzeri toplantılar sırasında yapılır. Oralarda lehte aleyhte görüşler tartışılır. Bu tartışmalar kapsamında daha da rafine hale gelen bilgi, nihayet yazıya dökülür. Burası da bilimin m’sidir. Yani makaledir.
Hazırlanan bilimsel makalede sadece bulunan şey anlatılmaz. Yazının başlangıcında bu konuda önceden bilinen her şey özetlenir ki üstüne ne eklendiği anlaşılabilsin. Bu konuda yapılmış yayınlar numaralandırılarak yayının sonuna eklenir ki isteyen özetlenenle yetinmeyip zaten bilinenleri kendisi de okuyabilsin.
Yapılan çalışmada nasıl bir yöntem kullanıldığı da en ince ayrıntısına kadar makalede aktarılır ki isteyenler aynı yöntemi denesin ve aynı yoldan geçerek aynı sonuca erişilebiliyor mu kendileri de baksın yani yapılanın tekrarını yapabilsin.
Yazıya neden olan asıl keşif ise “bulgular” bölümünde bütün ayrıntıları ile açıklanır. Bulunan şey yazarın baştan bulmayı umduğu şeyin tam tersi de olabilir. Sonuçlar negatif de olsa açık yüreklilikle yazılır ki aynı fikrin gerçekliğini yeniden deneyeceklere yol gösterici olsun.
Daha sonra makalenin “değerlendirme” bölümü yazılır. Burada çalışmanın neden önemli olduğu ve bulunan şeyin değeri söylendiği gibi yapılan çalışmanın eksik ve güçsüz bölümleri de özellikle belirtilir ki yeniden aynı çalışmayı yapacak olanlar önceden bilerek bu güçsüz yanları da giderebilsinler ve bilgilenme sürecine katkı sağlayabilsinler.
Uzun uzadıya emek verilerek neredeyse buluşun kendisi kadar uğraşılarak hazırlanan o yazı, konunun uzmanı dergilere gönderilip bu sefer de basılması için uğraşılır. Bu aşama da savaşmakla eşanlamlıdır. Yukarıda anlatılan standartlara uymayan yazıların zaten yayınlanma şansı yoktur. Ancak burada ayrıntısına girilmeyen bütün katı kurallara titizlikle uyulduğunda bile yazının yayın kuruluna takılıp geri dönme ihtimali yüzde doksanın üzerindedir. Adettendir bilimsel yazılar dergilere gider gelir düzeltilir. Yeniden döner yeniden düzeltilir. Bir dergi bu bizim ilgilendiğimiz konuları aşıyor, der reddeder. Başvurulan dergiden cevap gelsin diye epeyce beklense de sonunda reddedilmişse mecburen öteki dergiye gönderilir. O da bir şeyi beğenmez reddeder. Beriki dergi başka bir şey der reddeder vb. Sonunda dergilerden biri basmayı kabul eder ama o da defalarca yazının şurasını düzelt burasını değiştir der… Bilimsel yayın yapma işi ayrı bir uzmanlaşma ve sabır işidir. Gerçekten de bu iş o kadar zahmetli bir süreçtir ki sonunda yazısı yayınlanan derin bir ohh çeker. Sonra da tepkileri bekler.
Yayınlanan bilginin işin uzmanlarının ne kadar ilgisini çektiği, başka yayınlarda referans olarak gösterilip gösterilmediği, böylece başka bilgilerin üretimine katkısı olup olmadığı ayrıca değerlendirilir. Yapılan yayının gücü “impact factor” denilen alıntılanma sayısıyla değerlendirilir yani etkileme gücü matematiksel bir veriye dönüşür.
Bir bilim insanının bilimselliğinin ölçütü, bilimsel kaç adet yayını olduğudur ama ondan da öte yayınladıklarının yarattığı etkidir.
Uzatmamak için ayrıntısına çok girmeyeyim ama bilimsel yayın denilen şeyin de sahtesi olabilir. Başkasının bulduğunu azıcık değiştirip kendi bulmuş gibi yazanlar mı istersin, karşılıklı anlaşıp hiçbir katkı sağlamamışken birbirlerinin yayınlarına isimlerini ekletenler mi istersin, tümüyle kafadan atıp yazanlar mı istersin. Daha da neler neler. Bu gibilerin yazıları için de ortam vardır. Yollanan yazıları her ne olursa olsun basıveren ama o yüzden de kimsenin dönüp bakmadığı sözüm ona bilimsel dergiler vardır. (Dergilerinin de bilim çevrelerinde puanları vardır) Hatta sadece para karşılığı yazı yayınlayan bilim (!) dergileri de vardır. Özetle sahte bilim insanlarına etiket sağlayan sahte bilim yayıncıları da vardır. Bu sorun ne yazık ki bazı (!) ülkeler için diğerlerinden daha çok geçerlidir.
Üniversiteler bilim üretilen ortamlardır. Var olma gerekçeleri odur, olmak zorundadır yoksa isimleri üniversite değil yüksek okul olur. Görmüşsünüzdür basında ara sıra bizim üniversitelerimizin başka ülkelerdekilerle kıyaslamaları yayınlanır. Kabaca söyleyeyim; mal meydandadır…
Bilgi üretmek
Üniversite hocalarının yüksek okul öğretmenlerinden farkı vardır, olmalıdır. Birisi doçent ya da profesör ise o kişi sadece kendi konusunda bilinenleri bilen ve bilmeyenlere de anlatan kişi değildir. Yeni bilgi üretmek zorunda olan kişidir. Zaten doçentlik ve profesörlük unvanlarını da öğreticiliklerinden çok bilimsel yayınları sayesinde edinmişlerdir. Anlam kaymasına uğramış bir kelime olsa da “akademisyen” diye anılmalarının asıl nedeni de budur.
Ülkemiz üniversitelerinden yapılan yayınların sayısı hiçbir zaman uluslararası ölçeklerde yeterli olmamıştır, giderek de sayı düşmektedir. Sayı bir yana bırakılıp yayınların hangi dergilerde yayınlandığına ve içeriklerinin değerine bakıldığında ortaya çıkan sonucu ise ne siz sorun ne de ben söyleyeyim…
Gerçekten “etkileme gücü” olan yayınların ya yurt dışındaki bir üniversiteye misafir gidildiğinde yapıldığı ya da ülkede yapılsa bile yabancı bir üniversitenin yaptığı çalışmanın taşeronu olunduğu, yayınlarımızı inceleyen herkesin görebildiği bir gerçektir. Doçentlik ve profesörlük dosyasını dolduran yayınların çoğunluğunun özgün bir bilgi kırıntısı içermeyen başka yayınların tekrarı oluşu da içler acısı bir gerçektir. Türk bilim adamı Nobel aldı, Türk bilim insanı filanca şeyi keşfetti haberlerinin “Ah Biz Çılgın Türkler” başlığı ile hepimize nefes oluşu, aslında bu gerçeğin bilinmesi nedeniyledir.
Sayısını bilmediğim kadar çok üniversitemiz var. Eğer bizim de hocasının sayısı kadar araştırmacısı olan üniversitelerimiz olabilseydi bilim çevresi denilen ortamlarda bizim de adımız anılırdı. Öyle olsaydı isteyenin istediği gibi at koşturduğu bir siyasi ve gündelik hayatımız da olamazdı.
Sadece “ben insanların cahil olanlarını severim” diyenlerin döneminde değil, hep ve her zaman iktidarı ele geçirenler üniversitelerin ve üniversite gençliğinin tırpanı olmuştur. Sonuç ortada. Bilimin ne demek olduğunu ve bilim insanının kim olduğunu bile bilmiyoruz. İlmiyeleri bilim insanı sayarak, bilim insanıysa hani bilimsel yayınları nerede diyenleri de linçleyerek yuvarlanıp gidiyoruz.
Yuvarlana yuvarlana uçurumun kıyısına dek ulaştık. Uçurumlardan kurtulmak için tutunabileceğimiz tek halat olan bilimi ara ki bulasın.
Ama çok şükür ilim irfan sahibiyiz, bize kasten bildirilenlerden oluşan değişmez fikirlerimiz var. Biz neyin ne olduğunu iyi biliriz. O yüzden ölenlerin ardında saf tutup hep bir ağızdan “iyi bilirdik” diye bağırırken “biz iyi bilmezdik” diyenleri de elbette aforoz ederiz…
Not: Popüler bilim yazısı kavramını yani bilimsel bilgileri halka aktarmanın yöntemini bu yazıya sığdıramadığım için bir sonraki yazımda anlatacağım.
Görsel: drewdennis.medium.com