Biz anlama mahkûm varlıklarız, der Ponty. Ve çok doğru söyler.
İnsanlar tarih boyunca hem doğa ile ilişkilerinde hem de diğer insanlarla ilişkilerinde hem anlam bulmuşlardır hem de hiç aramadan. Aramadan evet çünkü anlam aranarak bulunacak bir şey değildir. Aramak aklı ön plana çıkarır oysa anlam duygudur. Duyguya içkindir. Anlamı bulmak değil ama kaybetmek mümkündür. Duygudan uzaklaşıp saf akla yönelmekle kaybedersiniz anlamı. Ve tüm iyi şeylerin yanında duygudan kaçmak, aklı her zaman, her durumda ön planda tutmak fikri de modernizmle birlikte girdi hayatımıza ve bir daha da çıkmadı. Akıllı ol, duygusal olma. Duygularınla hareket etme. Duygularına güvenme. Bilimsel olan dolayısıyla değerli olan, doğru olan, peşinden gidilmesi gereken yalnız ve ancak gözün gördüğü, kulağın duyduğu, elin tuttuğu, ölçülüp tartılabilen gerçekliklerdir dendi. İyi de düşünceyi görüyor muyuz, dokunuyor muyuz, ölçüp biçiyor muyuz? Ya duyguları? Sezgileri? Ya acılar ve sevinçler? Merak? Bunları laboratuvara koyup tartamadığımız için yok mu sayalım. Bunu istediler ve bu fikrin peşinden gidenler için anlamdan soyundu dünya.
Oysa anlama mahkûmuz, bir de hikayelere. Bütün hayatımız ve insanlığımız bunlar üzerinde yükseldi, yükseliyor. Duygular evet duygularımız. Ve onları yaşama, onlarla baş etme, onlarla var olmayı becerebilme çabamızdır bizi insanlaştıran. Duygu deyince en çok da acıdan korkarız. Fiziksel acı da elbette ama duygusal, ruhsal acı bir başkadır değil mi? Hepimiz bir yerlerden biliriz bunu. Duygusal acıyla da fiziksel acıyla da daha doğum anında Yüz yüze geliriz çünkü. Doğurmak zordur da doğmak kolay mı sanıyorsunuz?
Hatırlamıyorsunuz diye bebek acı çekmiyor mu sanıyorsunuz? O ilk nefesle ciğere dolan havanın verdiği acı değil midir ilk çığlığı attıran. Hiç nefes almamış ki bebecik anne karnında. Ciğerlerine hiç hava dolmamış ki. Acıktığında neden çığlık kıyamet ağlar bebekler. Hani, daha yarım saat olmadı doyuralı ateşe düşmüş gibi, acından ölüyormuş gibi ağlıyor der anneler. İyi ama açlık duygusunu hiç tatmamış ki o güne kadar. Anne karnında açlığı bilmiyor, susuzluğu bilmiyor, altını kirletmenin verdiği rahatsızlığı bilmiyor. Üşümeyi, sıcaklanmayı, ellenmeyi bilmiyor ki. Anne karne cennet. Dışarısı ise bu bağlamda cehennem. Acı, yokluk, yabancılık…
Ama denir ki acıların en büyüğü evlat acısıdır. Öyledir kuşkusuz. Kayıp insan yaşamının kaçınılması mümkün olmayan, tecrübe etmek zorunda olduğu en derin, en yakıcı hakikatimiz. Bir şeyi ya da birini yitirmek “anlam bulduğumuz bir şeyden mahrum kalmak” olarak tanımlanır. Burada ‘’kayıp’’, kişinin karşı karşıya kaldığı gerçekliği tanımlayan durumun nesnel/tarafsız bir biçimde ifade edilişidir mahrum kalmak durumu. Gene ölüm, insanın ondan asla uzak duramadığı, yaşamı boyunca en sık karşılaştığı ve kendisine kayıp duygusunu en şiddetli bir şekilde tecrübe ettiren olgudur. Ebeveyn, eş, evlat, arkadaş, eş gibi sevilen insanları kaybetmek insan yaşamının değişmez bir yasasıdır, hakikatidir yani. Sevilen birinin hayatını kaybetmesi, özlem, keder, mahrumiyet gibi yoğun duygular uyandırır bizde ve bu sebebiyle en stresli yaşam olaylarından biri olarak kabul edilir.
Yas ise yaşanmış bir kayba olağan/normal/beklenen bir cevap olarak ortaya çıkan doğal bir tepkidir. Bireyler sevdikleri birini kaybettiklerinde veya kaybetme ihtimaliyle karşı karşıya kaldıklarında yas tepkisi gösterirler. Türk Dil Kurumu tarafından yas “Ölüm veya bir felaketten doğan acı ve bu acıyı belirten davranışlar, matem” olarak tanımlanmaktadır. Bireysel ve toplumsal birçok farklı katmandan meydana gelen ve farklı şekillerde tezahür eden bir olgu olan yas oldukça karmaşık ve zor bir süreçtir. Matem ise kişinin yeni durumuna, yani kaybıyla birlikte yaşamaya alışma sürecidir. Ve bunun sosyokültürel bir boyutu da vardır.
Kayıp yaşayan kişinin yas tecrübesi ölen kişiyle olan ilişkisinin niteliğinden, onu kaybetme şeklinden, kendisinin bireysel özelliklerinden ve çevresinden aldığı sosyal destek gibi gerek bireysel gerek toplumsal birçok faktörden etkilenir. Bu faktörler ya onun yas tecrübesini kolaylaştırır veya zorlaştırır. Hepimiz hayatımız boyunca çeşitli kayıplarla karşılaşıyoruz. Anne/babanın kaybı -normal koşullarda- yetişkinlik çağında sıklıkla karşılaştığımız bir olgudur. Yetişkin için ebeveyn kaybı farklı açılardan beklenen bir kayıp olduğu için yetişkin yaşamında bu kayıpla baş etmek görece daha az zorlu bir süreç olarak düşünülebilir ama anacığını babacığını kaybedenler bilir, her şeye rağmen özellikle ilk zamanlarda dehşetli acı verir.
Eş kaybı da yetişkin ve yaşlılık dönemimizde sıklıkla karşılaşılan bir başka hayata dair tecrübedir. Ve hepimiz yaş ilerledikçe bu korkuyu içten içe hissetmeye başlarız. Kimse arkada kalan olmak istemez. 30, 40, 50, 60 yıl boyunca hayatınızı paylaştığınız, bir çatı altında nefes alıp verdiğiniz, birlikte uyuduğunuz, birlikte ağlayıp güldüğünüz insanı kaybetmek ne demek?.. Eşini kaybeden kişi kayıp sonrası süreçte hem yeni kimliğine hem de yeni bir aile düzenine alışmak, uyum sağlamak ve var olmanın, yaşar kalmanın bir yolunu bulmak gibi bir sürecin içinden geçer. Bilinir ki eş kaybı depresyon ve kaygı bozukluğuna yol açabilmektedir. Ben anneciğimi hatırlıyorum. Babam göçtüğünde iki yıl sürmüştü anacığımın melankolisi. Gözlerinin ışığı sönmüştü. Sanki annemin yüzde sekseni ölmüştü. Yaşama sevincini yitirmişti annem. Belki hayatının anlamı, anlamın gücü zayıflamıştı demeliyim.
Yıkıcı bir kayıp
Evlat kaybı ise konuştuğumuz tüm kayıp türlerinden farklı olarak, yaşamın akış çizgisine ters düşer. Sıralı değildir. Hani halk bilgeliğinden gelen bir dilek vardır ya ‘’Allah sıralı ölüm versin’’ denir. İşte bu sıralı değildir. Sığınılacak, yürekteki yangını yatıştıracak, bu kaybı mantığa yatıracak hiçbir açıklama, hiçbir avuntu bulunamaz. Trajik olan anne/babaya evlatlarını koruyamadıklarını düşündürmesidir. Kendini suçlama, bu acıyı hak edecek ne yaptım sorusunu sordurur. Dayanması zordur… Çok zor. Bu yüzden diğer kayıplardan çok daha zorlu, çok daha yıkıcı bir kayıptır evlat kaybı. Dolayısıyla yas dönemi daha uzun ve baş edilmesi daha zorlayıcıdır.
Bu dönem erkek ve kadın arasında da farklılık gösterir. Anneleri için babalardan daha stresli, daha tüketici geçtiği bilinmektedir. Bunun sebebi açıktır. Kadınlar her türlü dışsal yönlendirmeye, propagandaya, özendirmeye rağmen duygu yoğun bir yaşantı olarak tecrübe ederler hayatlarını. Bir taraftan da duygularını zapturapt altına almaya çalışmadıklarından -burada toplumsal rol kavramı devreye girer- desteği de daha kolay alırlar. Oysa erkekler duygularını saklama, göstermeme eğilimindedirler -gene toplumsal rol nedeniyle- (erkekliğe sığmaz, garı gibi ağlama, erkek adam duygusal olmaz) bu kalıp cümlelerle büyütüldüklerinden, dolayısıyla destek almakta zorlanırlar.
Yas sürecini etkileyen bir başka faktör de kaybın yani ölümün nasıl gerçekleştiğidir. Ölüm şeklinin kendisine dair özellikler de bu süreci çok fazla etkiler. Bir kere ‘’ani ölüm’’ beklenmediği, akıldan geçirilmediği, ihtimal verilmediği için oldukça sarsıcıdır. Psikoloji jargonuyla söylersek travmatiktir. Özellikle şiddetli olan ve insan eliyle gerçekleşen ölümler sonrasında yas sürecinin çok daha dramatik olarak yaşandığı, çok ağır geçirildiği bilinmektedir. Çalışmalar göstermiştir ki cinayet, saldırı, intihar gibi insan iradesinin rol aldığı kayıplarda, kayıp sonrası tepkiler çok daha yoğun ve zorlu olmaktadır. Savaş, çatışma veya doğal afetten kaynaklanan çoklu kayıplar tekil kayıplara göre daha travmatik yaslar doğurmaktadır.
İçinde yaşıyoruz bunun bizler de. Bir yıldır tam da bunu yaşıyoruz işte. 6 Şubat, Adıyaman, İsias otel ve çocuklarımız. Bazıları öğretmenleri ve ebeveynlerinden biriyle birlikte enkaz altında kalarak elimizden, hayatımızdan uçup gittiler.
Hepimiz biraz öldük o gün. Hepimiz çokça yaralandık. Ve henüz yaralarımız kapanmadı. Belki de hiç kapanmayacak. Ama bir şekilde biz, yani evimizden cenaze çıkmayanlar, bir şekilde hayatımıza devam ediyoruz. Aklımıza her düştüklerinde, o günü her anımsadığımızda aynı acıyı tekrar yaşıyor ve dayanmak zor olduğu için ondan kurtulmanın bir yolunu buluyoruz. Böyle de olmak zorunda. Ama ya evlatlarını kaybedenler? Ya hem evladını hem eşini kaybedenler? Onlar o gün bugündür bir yangının tam ortasında, biteviye yanıyorlar.
Kayıplarda yas sürecinin 6 aydan birkaç yıla kadar sürebildiği bilinmektedir. Ama olayın üzerinden bir yıl geçti ama bizde henüz yas süreci başlamadı bile. Meydana gelen olayın boyutu, sonrasında başlayan süreç yani dava ve ona dair sürekli yaşanan gelişmeler normal bir yas sürecinin başlamasını ve sürmesini zorlaştırıyor. Davaya hazırlık, ifadeler, mahkemenin başlaması, mahkeme sürecinde yaşananlar ve sürekli basının bunları -doğal olarak- gündemde tutması, ailelerin acılarını ifade etmelerini sürekli göstermeleri -belki daha sonra başkalarının bunu yaşamaması için verilen mücadeleye bir katkı koyacak ama….
Amma…… bu durum ailelerin, kendi iç dünyalarında, normal düzenleri içinde, yakınlarıyla ve özel hayatlarının mahremiyeti içerisinde, gündelik rutinlerine dönerek bu süreci yaşamalarına ve yavaş yavaş bitmese bile sönümlendirmelerine engeldir. Bu aynı zamanda yas sürecini geride kalanları tüketecek kadar uzatabilme tehlikesi taşıyan bir potansiyeli de taşımaktadır.
Ve başka bir şey daha var, normal yas sürecinin olağan akışı içinde sürmesine engel olan. Bu biraz da bizim toplum olarak birbirimize düşkünlüğümüzle ilgili. Belki acılardan, kayıplardan yorgun, bıkkın oluşumuzla ilgili. Belki geldiğimiz noktada, küçücük ülkemizde birbirimize rastlamamızı gittikçe zorlaştıran küreselleşme ile ilgili. Bilemiyorum. Ama bildiğim şu ki; toplum olarak da kayıplarımızı yüreğimize gömme sürecini hiç yaşamadan, tamamen iyi niyetle ve can havliyle giriştiğimiz bir şeyler yapma çabası… Bu biraz belki kendimizi suçlu hissetmemizden, belki ailelerin acısı karşısında elimizin kolumuzun bağlı olduğu, hiçbir şey yapamadığımız, empatinin vs.nin işe yaramadığı gerçeğiyle yüz yüze gelmenin dehşetinden kaynaklanıyordur. O kadar haksız, o kadar acı verici, o kadar katlanılmaz, o kadar beklemediğimiz bir şeydi ki başımıza gelen, o kadar çok çocuğumuzu yitirmiştik ki… Sanki hemen bir şeyler yaparsak, hemen anıtlar, isimler, yaşatma, anma günleri düzenlersek… hani olmaz ya… ama belki zamanı geriye sarabilecek ve onları tekrar bağrımıza basabilecektik. Hani belki bütün bu yapıp ettiklerimizle onları hiç kaybetmemişiz gibi yanımızda hissedebilecek ve acımızı dindirecektik… Böyle düşünmüş olmalıyız, böyle hissetmiş olmalıyız toplum olarak. Aksi halde delirecektik belki.
“Melekler Takımı” dedik. Olsa olsa melek olmuşlardı. Büyük acılarda sığınılan yerdir hep orası. Tarih boyunca acılar böyle sağaltılmıştır. Onlara ölümden sonrası için, soyut bir varoluş biçtik böylece. Artık sessiz, sakin, acımızla baş başa bir yas ve kabullenme sürecine girebilir miyiz? Çoktan başlamış olması gereken süreç hâlâ başlamadı. Hâlâ acının göbeğindedir aileler. Çünkü hâlâ o ilk günü tekrar tekrar yaşamaktadırlar. Kelimelerimi dokuz düşünüp bir yazıyorum/söylüyorum. Ailelerimizden birinin, içimizden birinin kalbini kırarım diye ödüm patlıyor, aklım çıkıyor.
Ama bir yıldır bu konu başka herkesin olduğu gibi benim de içimi kemirdi durdu. Ne ki tek kelime edemedim. Ne ki gözlemlediklerim içimi zerre rahatlatmadı. Düşündüm… Hep düşündüm. Cevap bulamadığım ama aslında cevabını bal gibi bildiğim bir soru içimi, aklımı dağladı durdu: Ben bu olup bitenler karşısında, bu etkinlikler, faaliyetler, melekler takımını yaşatma çabaları karşısında böyle hissediyorsam, acım hafiflemek yerine harlanıyorsa ailelere, kayıp yakınlarına ne oluyor? Onlar bu acıyla nasıl başediyor? Bunca tazelenmeye nasıl dayanıyor? Ya mahkeme sonucu çıktığında… Ne çıkarsa iyi olacak. Bu sonuçla nasıl baş edilecek. Ne zaman bu yara kazılmayacak, öfke, isyan ateşi tazelenmeyecek de sönümlenmeye yüz tutabilecek? Ne zaman. Hangi koşulda? Hangi sonuçlarla?
Bilim diyor ki;
Yas bileşenleri kişiden kişiye değişiklik göstermekle beraber kişiler kayıpla karşılaştıklarında duygusal, fiziksel, bilişsel ve davranışsal alanlarda etkilenirler. Sevdiği birinin ölümü ardından kişinin ortaya koyduğu yas tepkileri kayba uyum süreci altında değerlendirilmektedir. Yas, kayba adaptasyon süreci boyunca doğrusal bir çizgiyi takip etmez, zaman zaman dalgalanan bir doğaya sahiptir. Tecrübe edilen yas yoğunluğu zaman içerisinde bazen azalırken bazen de çoğalır. Yas; akut yas ve bütünleşmiş yas olarak birbirini takip eden iki süreç şeklinde sürer. Bütün bunlar “normal” de olur. Oysa biz normale dönmedik, dönemiyoruz.
Yas; akut yas ve bütünleşmiş yas olarak birbirini takip eden iki süreç şeklinde kavramsallaştırılabilir. Akut yas süreci, kaybın gerçekleşmesinden hemen sonraki zaman dilimini kapsar. Bu süreçte kayba verilen duygusal (özlem, suçluluk, üzüntü, şok, öfke vb.), fiziksel (enerjisizlik, uyku ve yeme problemleri vb.), bilişsel (odaklanmada ve dikkati sürdürmede güçlük, inkâr kişinin öldüğüne inanmama vb.) ve davranışsal (ağlama nöbetleri, kaçınma davranışları vb.) tepkiler oldukça yoğun yaşanır. Bu yoğun ve yıkıcı akut yas sürecinin yaklaşık olarak 6 aylık bir zaman dilimini kapsadığını öne süren çalışmalar olmakla birlikte en az 6-12 ay sürdüğünü ortaya koyan çalışmalar da vardır. Yas tepkilerinin kaybın çeşitli niteliklerine göre farklılaştığı bilinirken, evlat kaybı yaşayan ebeveynlerde yoğun yas tepkilerinin kayıp sonrası 12 ay veya daha uzun süren zaman periyodu içerisinde azaldığını ortaya koyan çalışmalar vardır.
Bakın 12 ayda azalması bekleniyor ve genellikle öyle oluyor. Ama bizim insanlarımız bir yıl sonra olay mahalline gittiler. Dava için. En az cenaze günü kadar acı çektiler. Henüz kabuklanmamış açık yaraları tekrar kazındı, kanadı. Dava sürecine bu kadar yakından, bu kadar içinden, kendilerini tüketmelerine yol açacak şekilde dahil olmasalar, gazeteler onların bu hallerini böyle tekrar tekrar topluma göstermeseler, başka türlüsü olmaz mıydı? Olamaz mıydı?
Ve akut yas sürecinden sonra bütünleşmiş yas sürecine girilir. Bu süreçle yani bütünleşmiş yas süreciyle yasın bitmesi veya çözülmesi değil, kişinin kaybının gerçekliğini kabullenmesi, yeni yaşam şekline entegre olması ve yas sürecinin kişinin günlük işleyişine büyük oranda müdahale etmemesi kast edilmektedir. Yas, kişinin yaşamıyla bütünleştiği şekliyle ömür boyu var olmaya devam eder.
Nasıl baş ediyorlar?
İşte beni korkutan kısım tam da burası. Beni üzen, deli eden kısım tam da burası. “Yas, kişinin yaşamıyla bütünleştiği şekliyle ömür boyu var olmaya devam eder’’. Ailelerimizin yaşamı nasıl bir yas süreciyle bütünleşiyor? Olması gerektiği gibi değil. Normalde olan gibi değil. Bu değil. Ve ben geride kalan çocuklar için de çok çok üzgünüm. Onlar nasıl etkileniyor bu süreçten? Kardeşlerini, yeğenlerini, arkadaşlarını kaybeden çocuklar. Nasıl hissediyorlar bütün bu akıl almaz sürecin gölgesinde. Varlıklarını nasıl duyuruyorlar, duyurabiliyorlar mı? Ölmek, şampiyon melek olmak, heykeli olmak onlar için ne anlama geliyor? Onlar bir yıldır sadece kardeş kaybıyla değil hayatta olmakla birlikte kayıp anne babalarıyla yaşamaktadırlar. Hayatlarındaki hiçbir şey ama hiçbir şey artık eskisi gibi değildir. Anne babaları başta olmak üzere. Bununlar nasıl baş ediyorlar? Edebiliyorlar mı? Bu çocuklar yani geride kalanlar, bir ömür kaybettikleri kardeşlerinin doğum günlerinde, ölüm günlerinde, bayramlarda, özel günlerde tekrar tekrar ölümle ve geride kalmış olmanın acısıyla, hatta suçluluk duygusuyla boğuşarak yaşayacaklar.
Bizim ailelerimiz akut yas sürecinden bütünleşmiş yas sürecine henüz geçmediler. Çocuklar da öyle. Bu süreç, dava süreci bir de bu yönüyle düşünülmeli. Ve dava konusu bile olmayan ama nice çocuğa, nice insana mezar olan yüzlerce, binlerce binanın olduğu gerçeği de düşünülmeli. Ufukta beklenen feci sonuçlara gebe depremler de unutulmamalı. Bu davadan en ağır cezalar da alınsa gidenlerin geri gelmeyeceği ve geride kalanların acılarının sağaltımı için daha fazla -bazı basın kuruluşları- tarafından istismar edilmesinin önüne geçilmeli. Lütfen, yalvarıyorum bir de bu açıdan bakın.
Görsel: Şampiyon Melekleri Yaşatma Derneği X hesabı
İlgili yazılar: