Yaşamı bir zincirin halkası gibi düşünürsek doğal ve değişmez halkaların en önemli olanları doğmak, büyümek, yaşamak ve ölmek…
Kimisi gençliğinin baharında, en güzel günlerinde veda eder hayata. İnsandaki başlangıç ve gelişim süreci hep ölüme doğru yol alır.
“Yaşamın sırlarını bilseydin, ölümün sırlarını da çözerdin. Bugün aklın var bir şey bildiğin yok. Yarın akılsız neyi bileceksin?..”
Ömer Hayyam’ın dediği gibi yaşarken hayatı ve ölümü anlayamıyor, kavrayamıyorsak vay halimize. Hayatın anlamı, hayat için verdiğimiz mücadele konusunda net cevaplar veremiyorsak, gerçekliğimiz ve ölümlülük konusunda da bir sonuca varamayız. Ölüm tüm insanlık tarihi boyunca insan zihnini meşgul eden en önemli varoluşsal meselelerden biri olmuş. Aslına bakılırsa insanı düşünmeye sevk eden en önemli olayın ölüm fenomeni olduğunu dahi söylemek mümkün. Değişmeyen tek şey ölümün kendisidir aslında…
Söylenemeyen, söylemeyen, söylemeye cesaret edilip söylemeye gereksinim duymayan ölümdür. İnsana ait özsel olandır. Ölüm yaşamın içinde olmayan bitiş noktasındadır. Bu kavram, hakkında konuşulması gereken, yaşarken unutulmaması gereken bir fenomendir. Yaşayan her şey ölür; yaşamayan her şey ise yok olur.
Varoluş ve ölüm tüm insanların, tüm canlıların gerçekliğidir. Kesin olan bir gerçek var ki insanların başına sadece bir defa gelir. Kişi için özel, benzersiz, bireysel, belirleyici ve eşitlikçidir. Evrensel gerçek olan ölüm kendi başına kişisel bir yolculuktur. Daha önce kimsenin tecrübe etmediği, bütün ömrü boyunca bir defa tecrübe edeceği, tanımlanması kolay olmayan ölüm olgusu ile karşı karşıyayız.
Ben hep ölümü ve doğumu insan var oluşunun beş önemli evresi olarak düşünmüşümdür. Bu beş önemli evreden birincisi daha önce var olmayan insanın ruh şeklinde yaratılması yokluktan varlığa geçiştir. İkinci geçiş ise ruhlar aleminde insanın ana rahmine geçişidir. İnsanın ruhlar aleminde ölümü yaşayıp anne rahminde bir bedende doğumu yaşamasıdır. Üçüncü geçişte ise eğer sağlıklı bir bebekse insan dokuz ay on gün sonra anne karnındaki doğumu gerçekleşir. Yani anne karnındaki hayatı bitmiştir. Evrene, nesnel dünyaya bir bebek olarak doğmuştur. Daha önceki anne karnındaki hayatı ölümle sonuçlanmış, bu dünyada yeni bir doğumla hayata başlamıştır. Dördüncü geçiş ise bu dünyadaki hayatımız. Bir insan ömrü kadar yaşarsa çocukluk, gençlik, orta yaş ve yaşlılıktan sonra ölümü yaşayacaktır. İşte bu da beşinci geçişi ifade etmektedir. Ölüm son değildir. Bir yerde yaşam son bulurken başka bir yerde ise sonsuz bir yaşamın başlangıcıdır.
Belki de bu yüzden, doğmadan önce var olmadığımıza göre, öldükten sonra da yok olmayacağız. Doğmadan önce ölmeyi neden kabul edemiyoruz? Belki de ölümden önce yaşam olduğu gibi, ölümden sonra da yaşam vardır. Fakat farklı olduğu kesin yeni bir tür yaşam. Ölüm neye göre bir son, neye göre bir son değil ölçüsü bu dünya olsa gerek. Ölüm korkusunun bilinç altındaki baskısıyla tedirgin olan insan düşüncesidir. Geleceği bilmek isteğinin de etkisiyle, geleceği hakkında kesin bir bilgiye sahip olmamak biz insanoğlunu tedirgin eder. Belki de Carl Gustav Jung’un dediği gibi, içimizdeki ölüm korkusunun sebebi aslında “yaşama korkusu”dur. Ölümden en çok korkan kimseler, yaşamaktan en fazla korkan insanlardır. Yaşayabildiğimiz oranda ölüme karşı hazırlıklı, korkusuz ve ölümü kabullenmiş oluruz.
Ah bir duysalar kalplerin her atışında arkalarında dökülen her göz yaşının onlar için aktığını, ah bir bilseler ölen kişinin yokluğunun kör kuyusuna düştüğünü… Birbirimize sımsıkı sarılsak bile, birbirimizin sıcaklığını hissetsek bile, geri gelmeyecek, boğazımıza düğümlenen ve içimizde yankılanan hıçkırıkları özgür bırakıp birbirimizin omuzunda ağlasak gelmeyecek olan sevdiğimiz insanlar… Yoklukları akıl ve hislerimizle yüreğimizde büyüyen büyük bir yara. Hayatımızda yoklukları çözülemeyen yara düğümlenir, çoğaldıkça sonsuz tekrar eden bir hiçlik olur.
Benim iddiam, hayatın sürekliliği algısı narsistik özellikte bilinç dışıdır. İnsanın kendisinin böyle bir duygunun, düşüncenin içinde olup etrafındaki herkesin öleceği gerçeğidir. Yani varlığın o kadar hayatı bir arzusudur ki genlerimizde herkes ölecek bir ben ölmeyeceğim düşüncesi vardır. Sanki ölüm kişinin kendisine ait değildir, başkaları ölümü yaşayacaktır. İnsan, kendi ölümü ile ilgili düşüncelerini bastırmakta, bilinçaltına itmektedir.
Yaşamın sürekliliği, bu sürekliliğin korunması, hayatın içeriğinde, genetiğinde, yapısında olan en önemli öğelerinden birisidir. Hepimizin içinde dinlerin ya da felsefecilerin iddia ettiği gibi bedenin öleceği ruhun ölümsüzlüğüdür. Ölümden sonra yeniden ruhun dirilmesi, ölümden sonraki hayat vb. İnanç ve düşünceleri bütün insanlarda bir umut bu ya, olumsuz olma arzusu ile var olma çabası içerisindeyiz.
İnsandaki ölüm kavramı kişiden kişiye, toplumdan topluma farklılık arz eder. Benim anladığım kadarı ile karışık olan ölüm kavramı sosyal, kültürel geleneklerin, dinlerin, inançların, kişisel ve duygusal konuların, dini doktrin ve kavramsal anlayışların ortaya koyduğu kişisel yaşanan biyolojik bir olgudur. Ölen kişinin fiziksel olarak geri dönmeyeceğini yani ölen kişinin bir sonu yaşadığını biliriz. Çünkü ölen kişinin artık sosyal bir varlık olarak hayatını sürdüremeyeceğini bildiğimiz için yaşama geri dönemeyeceğini fark ederiz. Psikolojik savunma mekanizmaları ile ölümün bütün canlıların başına geleceğini biliriz. Kendimizi böyle avuturuz. Yaşayan her canlının sonunda öleceğini adımız gibi biliriz. Kısacası Ömer Hayyam’ın söylemiş olduğu gibi, Niceleri geldi, neler istediler, sonunda dünyayı bırakıp gittiler. Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi? O gidenler de hep senin gibiydiler.
Bir başka deyişle, ölüm başımıza gelen önceden belirlenmiş ve değişmez olaydır. Bu kaçınılmaz olay olup yaşamımız boyunca attığımız her adımda bizi gölge gibi izleyip nokta atışını yapacak olandır.
Oysa ölüm yazgısı yaşamın amacı ve çağrısıdır, keşfedilip anlaşılabilir. Ölüm yazgısını kaderin ağını yeniden örebilecek bir güç ya da öge olarak gören insanoğlu kaderin bir iplikten örüldüğüne ve bir kez örüldükten sonra bunun geri dönüşünün olmadığına inanırdı. Ta ki Uzak Doğu dinlerine kadar… Ben yazgının bir noktasına kadar müdahale olmadan da çizilebildiğine inanıyorum ama kendi yaşamınızda ilerleyebilmeniz için geçmişteki yaralarınızın bilincine yanıt vermeniz gerekir.
Ölüm yazgısı bizim kaderi aşamadan olumsuz duygusal ve genetik programlanmadan özgür olmayıp bir yaşam sürmenizi sağlar. Yazgınızı izleyerek sevenlerimize bile veda edemeden bir hayatın trajik olarak son bulmasıdır. Ölüm insanı bir dakikanın bir saniyenin içinde bekler ve yok olur, birkaç gün içinde de unutulur gidersiniz. O zaman ne yapacaksınız?..
Hayatın tadını çıkar. Baktın hayatın tadını çıkarmayı beceremiyorsun, hayatın tadını kaçıranı hayatından çıkar!..