Hepimiz bir aileye, bir topluluğa doğarız. Doğduğumuz yer kimliğimizin temelini oluşturur.
Ait olma ihtiyacımız, çocukluğumuzdan itibaren güvenlik ve kabul görme duygularıyla şekillenir. İnsanlar, benzerleriyle birlikteyken kendilerini daha huzurlu hissederler. Tıpkı doğadaki hayvanların sürüler hâlinde yaşaması gibi, biz de topluluk içinde kendimizi güvende hissederiz. Sadakat ve vefa gibi değerler de bu aidiyet üzerine inşa edilir.
Psikoloji araştırmaları, bir yere ait hissedemeyen insanların değersizlik duygusuna kapıldığını gösteriyor. Aidiyet kaybı sadece bireysel değil, toplumsal yabancılaşmayı da beraberinde getirir. Günümüz ekranlarında aile değerleri yerine kurgulanmış, aylık hatta haftalık ilişkiler ön planda olmak üzere ilişkinin de ‘’kullan at’’ versiyonu temsillerinden geçilmiyor. Bu sahte hayatlar gözümüze sokuluyor ve biz de zamanla gerçekliği unutuyoruz. Gerçeklik kurgunun yanında sönük kalıyor ve bu da bilinçli ya da bilinçsiz (çoğu zaman bilinçsiz bir şekilde) gerçeğin yerine kurgunun peşinden gitmemize yol açıyor. Bu algı, bireyin toplumsal bağlarını zayıflatıyor ve toplumun çözülmesine neden oluyor.
Benlik ile bizlik arasında denge
Aidiyet önemli bir ihtiyaçtır ama bireyin kendilik bilinciyle birlikte var olmalıdır. Kendini bir gruba ait hissederken özgünlüğünü koruyabilen insanlar, sadece ait olmakla yetinmez; gelişmek ve farklılaşmak da ister. Gerçek insanlaşma, bireyin hem toplulukla bağ kurması hem de kendi özünü keşfetmesiyle mümkündür. Bu denge sağlanmazsa birey ya grubun içinde erir ya da kendiyle çatışmaya girer. Kendi ile barışık olmayan bireyin gelişmesi ve toplumunu geliştirmesi mümkün değildir. Kendi iç barışını sağlayamayan bireyin toplumla ilişkisi de çatışmalı olacaktır.
Modern dünyada değerlerin erozyonuna yol açan küreselleşme ve kapitalizm artık kitlesel etkilerini daha da hızlı bir şekilde yayma ve kabul ettirme gücüne sahiptir; medya, dijital kültür bize sadece ürün değil; duygu, yaşam biçimi ve kimlik de pazarlıyor. Gerçek olmayan şeylerin gerçek olduğuna inandırıldığımızda, gerçeklik algımız da kayboluyor. Aile, millet, dil birliği gibi değerler önemsizleştiriliyor, hatta yok sayılıyor. Gençler artık geçmişteki direnişlere, fedakârlıklara inanmıyor. Hatta bunları bir çeşit ‘’enayilik’’ olarak değerlendirebiliyor. Bu da son derece normaldir çünkü onların içine doğduğu kültür değer olarak toplumsallığı değil bireyselciliği işaret etmektedir.
Yeniden hatırlamak ve inşa etmek
Değerlerini kaybeden bireyler bir boşluğa düşer ve bu boşluğu alkol, uyuşturucu ya da sanal dünyayla doldurmaya çalışır. Ancak çözüm, bireyin yeniden kendine ve topluma dönmesiyle mümkündür. Gerçek değişim, evlerde başlar; ailede, dostlukta, dürüst ilişkilerde filizlenir. Şimdi kendimize sormalıyız: Biz kimiz? Nereye aitiz? Kim olmak istiyoruz? Bu sorularla yüzleşmeden ne birey olabiliriz ne toplum. Bizi şekillendiren egemen odakların istediği tam da budur. Zira insan kendi tekilliği içinde olabilecek en zayıf halindedir. Tıpkı insanlığın şafağındaki çağlarda ormanda dünyaya gelen kanlı, çırılçıplak, ne dişi ne tırnağı ne kürkü ne boynuzu olan etten bir bebek olduğu zamanlardaki gibi.
Fotoğraf: Pinterest
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: