Çocukken bizim eve her gün bir Cumhuriyet bir de Tercüman gazetesi alınırdı. Benimkisi o zamanlardan kalma bir alışkanlık
Uzun yıllar devam ettirdim bunu ama sonra nedendir bilinmez- büyük ihtimalle gazetelerde karşılaştığım eylemsiz öfkeden bunaldım- bıraktım bu alışkanlığımı.
Çoğumuz gibi gazeteden önce sosyal medyadan almaya başladım haberleri. Uzun süre ayak diresem de eksik kalmayayım diye geçen yıl bir Twitter hesabı açtım nihayet.
Ne yalan diyeyim konunun “haber” değil de “iletişim” olduğu zamanlarda hiç ısınamadım ben bu mecraya.
Nedenlerini başka bir yazıda paylaşırım ama şimdilik şu kadarını diyeyim, iki satırda üç tumturaklı laf edeceğim, ahan da şu yazana haddini bildireceğim diye dijital ringe dönmüş bir yer benim nazarımda.
Eski zamandan kalma alışkanlık, kendi hesabımı açınca bir de ikinci hesap açtım başka isimle. Normal zamanda hayatta takip etmeyeceklerimi ikinci hesabımda takip etmek için (her iki hesabı birleştireceğim üçüncü bir hesap açmak da planlar arasında).
Uzatmayayım, günde bir kere, her sabah bir ona bir buna bakıyorum. Size bir şey diyeyim mi, sözünü ettiğim iki hesabın sahibinin aynı ülkede yaşadığına inanmak çok güç. Olaylar birbiriyle ilgisi olmayan iki ülkede ve iki karakteristikte cereyan ediyor. İnanmıyorsanız deneyin derim!
Yeni zamanlarda gerçekliğin parçalı, süreksiz ve kişiye özel servis edilmesi fikrine teorik düzeyde aşinayım. Teorik olarak aşina olmak ile tanık olmak arasında dünya kadar fark varmış, ilk elden tecrübe ediyorum bir süredir.
Sevimsiz ve kötücül olarak suçlanma ihtimali olsa da bir maniniz yoksa öncelikle kendi köyümden haberler vermek isterim. Fazla oyalanmadan kıyısından köşesinden de olsa meramımı anlatabilirsem bana yeter.
İkinci hesabımın lafını etmeye hiç gerek yok, orası “Alice Harikalar Diyarında” muadili sıkıntısız, tasasız bir yer ama asıl hesabımda genel olarak durumların karışık olduğunu söylemeliyim.
Nefretin giderek daha güçlü bir şekilde kök saldığı bu topraklarda değil hep birlikte yas tutmaya, birbirimize bağırmadan beş dakika dinlemeye tahammülü kalmamış çoğumuzun. İnançla, insanı dehşete düşürecek bir samimiyetle en doğrusunun kendi bildiğimiz, kendi söylediğimiz olduğunu düşünüyoruz genel olarak.
Doğruluğunu bilmediği, birkaç hamlede teyit edebileceği halde etmediği haberler üzerinden gazeteciliğe soyunanlar; en çok kendisinin üzüldüğüne ya da kimsenin kendisi kadar üzülmediğine dair görkemli sitemler edenler; diğer mahalle sakinlerine durmaksızın galiz hakaretler savuranlar; karşısına çıkan her gönderiyi tekrar dolaşıma sokanlar; bu yangın yerinde en çok “Peki ya şu isimler nerde? Onlar yardım etti mi?” derdine düşenler; hiçbir şey okumayıp her şeyi yazabileceğine inananlar; en acıklı, en duygusal paylaşımı yapma yarışına girenler ve daha niceleri. Hepimiz aynı köydeyiz.
Akıl bağının kopmasına ramak kala hepimiz aynı sefaletin içinde debeleniyoruz. Kendi çamurumuzda boğulsak razıyım, hakikaten bu yangın yerinde doğru şeyler yapmaya çalışan, iyi yürekli insanlara da ayak bağı oluyoruz gibi hissediyorum kaç zamandır.
Kızmayın hemen! Elbette genellemelerin hepsi hatalıdır. Koca bir topluluğu tenkit etmenin de bir dozu var. O yüzden ben de ifrata kaçmadan burada bırakıp “Zehri zehir yapan dozudur” sözünü hatırlatarak devam edeyim.
Dün yine her iki hesap arasında gidip gelirken aklıma “Truman Show” filmi geldi. Hani 1998 yapımı başrolünde Jim Carrey’in oynadığı kült film.
Kısaca hatırlatacak olursam, Truman Burbank kendisi için inşa edilmiş olan yapay bir hayatı yaşayan sıradan bir sigortacıdır.
Hemen her gün aynı şeyleri yapar, mesela her sabah işe gitmek için evden çıkarken yolun karşısındaki komşularını hep aynı şekilde (“Günaydın, görüşemezsek, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler!”) selamlar. Yaşadığı ada kasabasının ötesinde bir dünya olduğunu bilir ama çocukluğundan kalan travma nedeniyle yaşadığı yerden ayrılamaz veya her kalkıştığında çeşitli nedenlerle engellenir.
Truman aslında çok izlenen bir TV realite şovunun kahramanıdır. Anne karnından itibaren hayatının her anı bu şovun bir parçasıdır. 30 yıldır devam eden bu şovun tek gerçeği her şeyden habersiz Truman’dır.
Dünya çapında milyonlar onu izlemektedir. Onun hayatı devasa bir prodüksiyondur. Hayatının yapımcıları, oyuncuları vardır. Bu programın yapımcısı Christof, filmdeki bir kamera arkası röportajında şöyle der; “Bize sunulan dünyanın gerçekliğini kabul ediyoruz; bu kadar basit”.
Zaman zaman Truman Burbank’ın yerli ve milli versiyonu gibi hissediyorum sosyal medyada iken. Sosyal medya algoritması, hesap sahibinin yaşına, cinsiyetine, eğitim ve gelir düzeyine, ilgi alanlarına, hayat tarzına, davranış ve düşünce yönelimlerine göre bir dünya yaratıyor çünkü. Başka bir deyişle demografik karakteristiğimiz karşılaşacağımız dünyayı her gün bizim için yeni baştan inşa ediyor.
Sorun şu ki, algoritmik ve reel hayat arasında ortak nokta bulmak giderek zorlaşıyor. Makas giderek açılıyor. Neyi ne şekilde düşüneceğimiz konusunda algoritmaların elinde oradan oraya savruluyoruz gibi geliyor. Karşımıza çıkan her şey keskinleştiriyor bizi. Daha üzülüyoruz, daha öfkeleniyoruz, daha çaresizleşiyoruz, daha yalnızlaşıyoruz.
Üstelik içinde olduğumuz durumun tek tehlikesi bu değil. “İnsanlar niçin bir cemaatin parçası olmak ister?” sorusunu Zygmunt Bauman “Hiçbir zaman tam olarak elde edemeyecekleri güvenceye ulaşabilmek için” diye yanıtlar. Cemaat kelimesini duyar duymaz aklınızda oluşan çağrışımlara önce bir dur deyin! Cemaat dediğimiz şey kabaca bir “güvenlik arayışı”dır esasen.
Cemaat, bize benzeyen, bizim gibi düşünen, sevinçleri ve nefretleri bize benzeyen, birlikteyken emniyette hissettiğimiz insanlardan müteşekkil bir “özgürlük” alanıdır.
Bu ütopyanın karanlık tarafı ise cemaat içinde, cemaati oluşturan davranış ve düşünce biçimlerine karşı olabilecek her türden düşünce ve eylemin “gaflet ve hıyanet” sayılmasıdır. Dolayısıyla nevi ne olursa olsun, bir cemaat içinde olmanın verdiği emniyet ve konforun bedeli özgürlük ve özerklik cinsinden ödenir çünkü cemaat denilen şey “aynılıktan” oluşur.
Lafı uzatmayayım, Twitter bana göre ciddi anlamda mekânsal sınırlama ve sosyal kapanma tuzağı içeriyor. Evet, aynılığın emniyeti çok konforlu. Evet orada toplanabiliriz her akşam ama gerçek iletişimi kesmememiz, diğer hayatlardan uzaklaşmamamız gerekiyor. Aynılık körleştirir!
Kendi cemaatimizden çıkmaya ihtiyacımız var derken “Twitter’dan çıkalım, Zwitter’da toplaşalım” demiyorum elbet. Bundan kaçış olmadığının idrakindeyim ama yine de bir tür “uyanıklık” geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Diğerkamlık ethosu
Eski zamanların dil, din, milliyet, sosyal sınıf gibi aidiyetlerimize göre oluşan yoğun iletişim ve yükümlülüklerimizin yeni zamanlarda form değiştirdiği açık. İnsanların birbiriyle daha az iletişimde olmadığını, daha ziyade “seçtikleriyle” iletişimde olduklarını düşünenlerdenim.
Genel bir kabulle, bir toplumun paylaştığı tüm değerleri sosyal sermaye kavramı içine alırsak Robert Putnam’ın yaptığı ayrımın son derece işlevsel olduğunu düşünüyorum. Putnam, bu konuda “bağ kuran” ve “köprü kuran” sosyal sermaye olarak önemli bir ayrım yapıyor.
Bağ kuran sosyal sermaye çeşitli içerikteki homojen grupların kendi içindeki bağlara işaret ediyor ve bu tür sosyal sermaye homojen grupları güçlendirme eğilimi taşıyor. Köprü kuran sosyal sermaye ise farklı özelliklerden ve farklı sosyal bölünmelerden gelen insanları kapsama eğilimi taşıyor, bu türden ilişkilerde diğerkamlık ethosu ve gelenek vurgusu var.
Literatürde kimi zaman bağ kuran sermayenin bazı türlerinin köprü kuran sermayenin oluşumunu engelleme olasılığı olduğu ifade edilir. Oysa özellikle kolektif problemlerin çözümü için köprü kuran sermayenin, bağ kuran sermayeden çok daha önemli ve etkin olduğunu açıktır.
Hülasası, bu iki temel sosyal sermaye türü bağlamında, yaşadığımız topraklarda ve zamanda mevcut, aktüel bağ kuran sosyal sermayenin, köprü kuran sosyal sermayeyi engelleme olasılığı olduğuna dikkat çekmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bu ülkede hep beraber ve optimum uzlaşma içinde yaşayabilmemiz, halihazırda batağında debelendiğimiz toplumsal tıkanıklığı aşabilmemiz için “yalnızlaşmaktan” ve “aynılaşmaktan” kaçınmamız şart.
Sağlık yönetimi literatüründe travmanın kendisine maruz kalmaktan ziyade travma geçirmiş insanlara maruz kalmaktan kaynaklanan stresle ilgili “merhamet yorgunluğu” adında bir kavram var.
Bakım hizmeti verenlerde, acı çeken insanlara uzun süre maruz kalmanın neden olduğu duygusal stresle baş edememe ile karakterize edilen ve duygusal, fiziksel, ruhsal tükenmeye yol açan bir rahatsızlık. Memleketin hâl-i pür melâli budur annem!
Yaşadığımız ruhsal enkazın altından çıkamadık biz geride kalanlar. Hayal kırıklığı, öfke, suçluluk duygusu, kontrol kaybı ve derin bir moral eksikliği içindeyiz. Yıllardır yaşadığımız merhamet yorgunluğuna bir de on binleri kaybettiğimiz deprem eklenince günlük işleyişin temel taşları olan düşünme, hissetme ve davranışlarımız üzerinde ciddi olumsuz etkiler yaşıyoruz.
Deprem hayata dair kabullerimizi de ezip geçmişken kendimiz için yeni bir dayanışma modeli ve yeni bir ilişki ağı oluşturmamızın elzem olduğunu düşünüyorum. Hepimiz mağduruz. Hepimiz müştekiyiz.
Bu deliğe beraber tıkıldık, beraber çıkacağız. İnanıyorum çünkü başka türden bir kurtuluş mümkün değil bizim için. Dayanışma yaşatır. Dayanışma içinse en çok salim düşünebilmeye ve birbirimize ihtiyacımız var.
Dijital ringlerde birbirimize manasız yumruklar savurmaktan vazgeçmeliyiz. İnsanlara nasıl yas tutulması gerektiğini öğretmekten vazgeçmeliyiz.
Çevremdeki hemen herkesin acı çekse de bir şekilde -uyuyarak, yürüyerek, örgü örerek ya da başka şeylerden konuşarak- sadece ruhen hayatta kalmaya çalıştığını görebiliyorum. O yüzden öncelikle yüzüme salladığın o parmağı indir güzel kardeşim demek istiyorum.
Hepimizin hayatında içinden geçmemizi bekleyen bir “Truman kapısı” var bence. Sanal dünyanın, algoritmaların topunun canı cehenneme, birbirimizin elinden bir tutalım, gerisi kolay inan!
(Aygün Atilla, bianet.org)