Barış Manço… 56 yıllık kısacık bir ömür, 41 yıllık ozanlıkta sonsuzluğa ulaşan bir âdem… Dünyanın dört bir yanında, dünyanın tüm çocuklarına, diline, dinine, ırkına bakmaksızın tek bir dilde, gönül diliyle “Türk”çe ninniler söyleyen bir seyyah… Bir bilge, özünün sırrına vâkıf olmuş bir ozan. Kısrağının üzerinde, bozkırın ruhu gibi gâh rahvan, gâh tırıs, gâh dörtnala koşan binlerce yıllık ölümsüz bir bahadır… Öyle ya, Dedem Korkut’un Barış’ını saçı, kılığı, kıyafeti ile bugünden alıp iki bin yıl öncesine götürüp koyma imkânımız olsa, hiç de yadırgamazdı atalarımız. Zamanı zamansız yaşayıp, zamanını tarihin belleğinde ölümsüz kılan Korkut Ata’mın torunu, Ozan Barış…
Türk sözlü kültürünün anlatım, gösterim, canlandırma, geleneğinin dayanak noktası, efsanevî kahramanı Dede Korkut’tur. Ozanlık geleneğinin atası kabul edilen Korkut Ata veya Dede Korkut; bilgelik, danışmanlık, hekimlik, gaipten haber verme gibi özelliklere sahip bir din önderi, bilge, alp-ozandır. Toplum hayatında önemli bir yer tutan bilgi, eğitim ve öğretim gibi temel değerlerin özünü de bünyesinde taşımaktadır.
Barış Manço da, 7’den 77’ye programı ile bir dönem, çocuk olan her evin salonundaki gönüllü öğretmen Barış Abiydi. Kimimiz telâffuz edemediğimiz r harfinin telâffuzunu, ayakkabımızın bağcığını bağlamayı, yabancılarla anne babamızdan izinsiz konuşmamayı, yemekten önce ve sonra el yıkamayı, sayı saymayı… daha nice şeyi ondan öğrendik. Ispanak sevgimiz, Temel Reis’ten çok, Barış Abimizin ağız sulandıracak betimlemelerinden gelmekteydi. Hele “Çocuklar, dişlerimizi günde iki kez sabah akşam fırçalıyoruz değil mi?” sorusu yok mu, itiraf ediyorum, evet ben de onun tedrisatından geçmiş, siyah beyaz ekrandan dişini fırçalamayı öğrettiği nesildenim.
“Domates, biber, patlıcan”dan sadece türlü olmazmış, pekâlâ çok da güzel bir şarkı olurmuş. “Nane, limon kabuğu ve bir tutam zencefil” sadece soğuk algınlığına iyi gelmez, ruhun kirini pasını da götürürmüş. Ayrılığı anlatmak için bazen “İki kol düğmesi”ni kavuşturmak da yetiyormuş. “Gülpembe”nin güllerini açtırmanın yolu, sadece gülümsemekten geçiyormuş. Güneş de korkarmış karanlıkta, “Simsiyah gecenin koynundayım yapayalnız, uzaklarda bir yerlerde, güneşler doğuyor” diyerek avuturmuş kendini, yalnızlık korkusunu yenmek için “Dönence”de. Buluttan nem kaptığımız anlarda bile, el ele tutuşup kardeşçe şarkılar söyledik “Arkadaşım eşek” ya da “Oku bakayım Ayı” diyerek. Düz ova önümüze setler çekse de Barış Abi’nin “Dağlar”ı hep yol verdi bize.Müzik, özündeki güzelliği, insani erdemleri yansıtmanın en nahif yoludur. Dünümüzü bugünümüzden daha çok, yarınımıza taşıyan bir araçtır. Gelenek diye adlandırdığımız sürekliliği, sözlü olarak devam ettirmenin en hisli yoludur. Ruha huzur verir. İnsanoğlu acıyı, sevinci, hayatın tüm renklerini ya da zifiri karanlığını, müziksiz nasıl anlatırdı hayâl bile edemiyorum. Barış Manço da hayatı; saçından, mimiğine, yüzüklerinden, belindeki kuşağına kadar görüntüsüyle sesini birleştirip insanı insana, yani bizi bize müzikle anlattı, binlerce yılı 41 seneye sığdırarak.
Her devrin Korkut Ata’ya benzetilen ozanları vardır. 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılda âşıklık geleneği önemli bir kitleye hitap etmiştir. Tam da bu noktada gelenekleşmiş âşık tipolojisini modernlikle sentezleyen temsilciler ortaya çıkar. Korkut Ata’nın gelenekçi temsilcileri Âşık Veysel, Âşık Murat Çobanoğlu, Reyhani, Şeref Taşlıova gibi isimlerin yanında, gelenekleşmiş müziği teknoloji ile birleştiren Korkut Ata’dan Özay Gönlüm’e, Korkut Ata’dan Ozan Barış’a ve Korkut Ata’dan pop/rock sanatçılarına kadar farklı ozan tipleri de hayatımıza girer.
Bu farklılığı Ozan Barış figüründe inceleyen Umay Günay;
“Barış Manço, millî kültür birikimimizin önemli bir bölümünü teşkil eden Ozan-Baksı edebiyat geleneğinin devamı olan âşık tarzının çağın ihtiyaç, zevk, kabul ve beklentileri çerçevesinde yeni bir oluşumunun temsilcisi ve kurucusudur. Genç Türkiye Cumhuriyeti, batı teknikleriyle Türk kültür birikimini çağdaş terkiplere yöneltmek için, Ziya Gökalp’ın kurduğu Ankara Devlet Konservatuarı’nda bu anlayışla Ahmet Adnan Saygun, Ferit Alnar, Cemal Reşit Rey gibi bestekârlar yetiştirmiştir. Türk müziğini, Türk kültürünü yaşatmak ve geliştirmek yönünde şuurlu gayretleri olan Barış Manço’nun güfte ve programlarında da, âşık tarzı edebiyat geleneğinin anlamlar, değerler ve kurallar bütününe paralel kabullerin dile getirildiğini görüyoruz. Güftelerinde kullandığı: ‘Yâ nasip yâ kısmet’ , ‘Unutma ki dünya fâni, veren Allah alır canı’ , ‘Can bedenden çıkmayınca’ , ‘Sarı çizmeli Mehmet Ağa’ , ‘Becerikli işini dağdan aşırmış, beceriksiz düz ovada şaşırmış’ , ‘Sarı sarı bilezikleri takarım kollarına’ gibi pek çok tecrübeye dayanan ve duygusal Türk halk deyişlerini orijinal çok sesli bestelerle Çağdaş Türk hayatına ve gelecekteki nesillere taşımıştır” diye değerlendirmektedir.
Onun her bir şarkısını dinlediğinizde o anki ruh hâliniz, bilginiz ve sosyal ortamınıza göre farklı farklı yorumlayabilirsiniz. Hiçbirisinde de size kimse yanlış yorumluyorsunuz diyemez. “Sarı sarı bilezikleri takarım kollarına” bizim için ne kadar basit bir cümle. Niye altın bilezik takılıyor sorusunun cevabı kültürel kodlarımızda gizli. Tarihî kayıtlara göre Orta Asya’dan beri değil, Orta Asya coğrafyasında bile sürekli göç hâlinde bir toplum. Olabildiğince az, değerli ve kullanışlı eşyaya sahip olmak zorunluluk. Aynı kültür göçlerle Anadolu’ya taşınıyor. Bu kez göçler yok ama sürekli bir savaşma durumu var. Güvensiz ortamda yükte hafif pahada ağır, bir kadın için çok pratik ve kolay bir mal edinimi. Evin erkeği öldüğünde, cenge gittiğinde, varlıkta, yoklukta mağduriyet olmasın diye kadına takılan bilezikler… Oysa ne kolay mırıldandık “Sarı sarı bilezikleri takarım kollarına” diye.
Ahmet Bey’in ceketi…
Tanrı bütün kullara rızkını dağıtırken
Kimi sırtüstü yatar, kimi boşta gezerken
Kul Ahmet erken kalkar, haydi yâ nasip derdi
Kimseler anlamazdı, yâ nasip ne demekti.
Toplumun bozulduğu bir ortamda, idealist bir yaşam süren Kul Ahmet… Bugün de öyle değil mi? Kimimiz kan ter içinde emek verip dürüst ve erdemli kalmaya uğraşırken kimimiz yolumuzu kolayca kaybetmiyor muyuz?
O mahallede herkes gömlek giyerdi.
Bizim Kul Ahmet bir gün bir ceket diktirdi, diktirir ya
Mahalleye dert oldu Kul Ahmet’in ceketi (Ölümsüzlük zannına kapılıp unuttuğumuz kefen miydi ceket? Kim bilir…)
Konumlarımızı maddî ve manevî olarak belirleyen, bugün de gömlek ve ceketlerimiz(!) değil mi? Kimimiz elli lira verdiği bir giysiye kimimiz elli bin lira vermiyor mu? Kimimiz aza tamah ederken kimimiz çoğa bile kanaat etmemek istemiyor muyuz? Yoksa aza kanaat çoğa tamah mıydı, ne dersiniz? Nasip ve kısmet kavramlarına sıkı sıkıya bağlı olan Kul Ahmet, toplumun aksine ceket giyiyor. Herkesin gömlek giymesi insanların tek tipleştiklerini, çabadan, gayretten uzak, rahata alışmış, hâllerinden memnun ve değişime kapalı olduklarını göstermektedir. Bakın bakalım bugün etrafınıza, gömleği temsil eden o meşhur “kareli ceket” neyi temsil ediyor? Oysa Ahmet herkesin arzu ettiği ama asla bir çaba göstermediği değişimin temsilcisidir. Kaçımızda var o değişimi gösterme gayreti?
Ayağımızdaki halhaldan, burnumuzdaki hızmaya, ahırımızdaki eşekten dağdaki ayımıza, bahçemizdeki sebzemize, penceredeki Kezban Ablamızdan Düriye’mize, Halil İbrahim Soframıza ne çok şeyle mutlu etti bizi.
Halil İbrahim Sofrası’nda hırsımızı, açgözlülüğümüzü bırakarak paylaşmaya doymayı, Barış söyler kendi bir ders alır mı diyerek öz eleştiriyi, Müsaadenizle Çocuklar ile dilimizin inceliklerini, Bugün Bayram ile çocukça sevinmeyi… ne çok, ne çok şeyi senden öğrendik.
Kimilerine göre yüzlerce yıllık, kimilerine göre binlerce yıllık Dedem Korkut. Hepimizin karakterinde, örfünde, ananesinde Dedem Korkut’tan izler var. Belki de bu nedenle şu rivayet anlatılır; Şeref Taşlıova’ya sormuşlar, âşıkları anlatır mısın diye. O da, “Âşıklık bir insan olsa sol yanı Murat Çobanoğlu, sağ yanı Barış Manço, gövdesi Neşet Ertaş, başı da Âşık Veysel olurdu.” demiş. Ne bahtiyarız ki 20. yüzyılda Dedem Korkut’un torunu, Ozan Barış ile büyüyen çocuklardık.
Barış Abi, bugün o gün… Kara haberinin tez duyulduğu 1 Şubat… Annen Rikkat Uyanık’ın sözlerini söyleyemeyip değiştirdiği şarkındaki gibi, “Barış bir gün toprak olur” ve sen… Toprak oldun. Bizde kalan resimlerin, müziklerin… Sana yazıyorum hatıraların hep eksik, anılar yetmiyor.
Eh Barış Abi aşk olsun!.. Aç koynuna kuş konsun!..
Çek ipini rahvan gitsin, inceldiği yerden kopsun.
Kimileri kahve kaynatsın, kimileri hâlâ dansöz oynatsın.
Leyleğin ömrü iki laklak, değerler oldu tepetaklak.
Ruhun şad olsun!..
(Gülcan Havva Eraslan, millidusunce.com)
Yazının orijinalini okumak için tıklayın:
https://millidusunce.com/baris-bir-gun-toprak-olur/
Not: Bu yazı Barış Manço’nun 24. ölüm yıl dönümü nedeniyle yeniden yayınlanmıştır.