Baştan söyleyeyim, çoğu diplomasi muhabirliği ile geçen meslek hayatımda ortalama bir dinleyicisi olduğum müzikle ilgili hiç yazı yazmadım, hele hele böylesini!… Geçen ağustos ayında gazeteciliğe başlamamın 37. yılını doldururken, hiç yapmadığım bir şey yapmaya karar vermiştim. Kısmet bugüneymiş; bu yazı hem kendime küçük bir hediye hem de bir minnet duygusunun mütevazı ifadesi aslında…
Kimileri için kutsal bir kitap, kimileri adını bile duymamış olabilir, bazıları içinse hayatının parçası olmuş bir topluluk Genesis.
Sanıyorum 1982 yılıydı ilk tanışmam, lisede sıra arkadaşım Murat Ertel’in (Baba Zula’nın kurucularından) sayesinde. Hemen o günlerde İzzet Öz’ün radyodaki bir programının tamamını sonradan binlerce kez dinlediğim bir Genesis albümüne ayırması ne de güzel bir tesadüf olmuştu..
27 Ocak 1989’da Moskova’ya ilk gittiğim akşam ilk açtığım Sovyet kanalında kimi kastettiğimi birazdan anlayacağınız “hain”in “Sledgehammer” şarkısının klibiyle karşılaşmam tam bir şok anıydı. Üstüne, ilk konuk olduğum Sovyet evinde bir de Genesis’in double konser albümü “Seconds Out”u görünce dumura uğradım. O zamanlar Sovyetler’de değil plak, Batı’dan gelme bir toplu iğne bile bulmak mucize gibiydi.
Yaptıkları müziğe işi bilenler “progressive rock” diyordu ama ben “senfonik rock”ın, özellikle ilk dönem şarkılarına daha uygun olduğunu düşünüyordum. Zaten Genesis, müzik severlerin oylarıyla oluşan Ranker’ın “progressive rock” listesinde de, “senfonik rock” listesinde de Yes’in ardından ikinci. Fakat tam bu yazıyı yazarken tanıştığım Yüksek Sadakat’ten Kutlu Özmakinacı beni Genesis’in müziğinin deneysel niteliği nedeniyle “progressive rock” sayılması gerektiği konusunda şakkadak ikna etti. “Progressive rock ne” diye soracak olursanız, “caz, folk ve klasik müzik unsurlarını kullanan, şiirsel ve fantastik sözleri olan, yeni sesler arayışında teknolojiyi kullanan, deneyler yapan ve genel olarak dans ettirmekten çok dinletmeye yönelik olan müzik anlayışı” diye cevap verir Wiki.
Esas olarak klavye-davul-gitar üçlüsüne dayanan Genesis müziği de özellikle ilk zamanlarında bu tanıma uygun şekilde şiirsel, yaratıcı, çok boyutlu, gerçek üstü kahramanları da olan, ironik, deneysel ve kompleks bestelere dayanıyordu. Bir hayranın Youtube’da yaptığı yorumla, “Genesis’in bazı besteleri o kadar kompleks ki, tek bir şarkıdan beş ayrı şarkı çıkarmanız mümkün.” Haklı bir yorum, mesela 23 dakika süren “Supper’s Ready” yedi bölümden oluşuyor.
İster beğenin ister beğenmeyin, 150 milyondan fazlayla Genesis tüm zamanların en çok albüm satan 30 grubu arasında yer alıyor. (Bu stratejik bilgiyi Genesis’i sevmeyenlerin gözüne sokmak için veriyorum)
Grupla ilgili en ilginç değerlendirmelerden birine geçenlerde rastladım:
“Hani bazen biriyle tanışırsınız da önce size itici ve çirkin gelir. Sonra zamanla olumlu yönleri dikkatinizi çekmeye başlar. Derken bir bakmışsınız o çirkin insan hayatınızın aşkı olmuş.”
Genesis’le ilgili her yazının “Peter Gabriel’den önce ve sonra” diye bölünmesi Allah’ın emri.
(Soldan sağa) Tony Banks, Mike Rutherford, Peter Gabriel, Steve Hackett ve Phil Collins.
Başlangıç öyküsünü hızlı geçiyorum:
1967 yılında İngiltere Surrey’deki bir yatılı okulda okuyan beş genç grubu kurar: Gabriel solist, Tony Banks klavyeci, Anthony Phillips ve Mike Rutherford gitarist, Christ Steward ise davulcusudur topluluğun.Zamanla Phillips ve Steward ayrılır, yerlerini Steve Hackett’la Phil Collins alır.
“From Genesis To Revelation”dır ilk albümlerinin adı, dini çağrışımlar yaptığı için de olsa gerek sadece 649 adet satar. İkinci albüm “Trespass” Belçika’da bir numaraya yükselse de ünlü Rolling Stones dergisi “Ne demek istedikleri anlaşılmıyor, çok sıkıcı…” yazar. Gabriel o günleri “Sonumuz gelmiş gibiydi” diye hatırlıyor.
Grup üçüncü albümü olan “Nursery Cryme”ı 1971 yılında çıkarır. Buradaki “Musical Box” yavaş başlayıp sonradan çıldıran “manyaaaak” bir şarkı. Peter Gabriel’li Genesis’i merak edenler için şarkının videosu burada:
Bu yazıyı hazırlarken yaptığım araştırmada garip, saçma hatta beni kızdıran bir durumla karşılaştım: Meğerse Genesis’in ilk üne kavuştuğu ülke ana vatanı İngiltere ya da ABD değil İtalya’ymış.(What the f…) İtalyanların Genesis ukalalığı için söyleyecek bir çift lafım olacak tabii…
1972 yılında Foxtrot’u çıkarırlar. Buradaki “Supper’s Ready”, “Watcher of the Skies” ve Get ‘Em Out by Friday” gerçekten etkileyici şarkılar. Albüm İngiltere’de 12. ve sıkı durun İtalya’da bir numaraya yükselir. Melody Maker dergisi, “Grubun yaratıcılığının zirvesine yükseldiğini ve albümün Genesis için dönüm noktası” olduğunu yazar.
Bu albümü tanıtmak için verilen konserlerden birinde Gabriel sahneye eşinin kırmızı elbisesi ve kafasında tilki başıyla çıkar, haliyle basının büyük ilgisini toplar.
Beşinci albüm İngiliz İşçi Partisi’nin sloganı olan “Selling England by the Pound” adıyla çıkar. “Firth of Fifth” ve “I Know What I Like” (In Your Wardrobe) gibi muhteşem şarkıların da bulunduğu albüm nedense öyle büyük sükse yapmaz. Ama grubun 2007’deki son Roma konserinde çaldığı bu iki parçanın birleştirilmiş halini izleyince büyük haksızlık yapıldığına sanırım katılacaksınız. Sonuna kadar izleyin, “beğenmediğim” İtalyanların şarkının nasıl parçası olduğunu kendi gözlerinizle görün. Daha da ileri gidiyorum ve bu 13 dakikanın Genesis’in ve özellikle “davulcuman” Collins’in en iyi konser performansı olabileceğini söylüyorum. Hayatınızda herhangi bir değişikliğe yol açmayacak bilgi: Firth of Fifth “progressive rock”ın en başarılı örneklerinden biri kabul ediliyor. İzlemesi bedava:
Yukarıdaki konser ücretsizdi, tam yarım milyon kişi izledi. Genesis’in konserlerinde kullandığı gitarist Daryl Stuermer’in o günkü performansı bazıları tarafından eleştirildi ve sonradan gruptan ayrılan Hackett’ın tırnağı bile olamayacağını söyleyenler çıktı. Benim bu konuda yorum yapabilecek müzik bilgim yok, en iyisi “Firth of Fifth’i bir de orkestra ve Hackett eşliğinde izleyin, kararı siz verin, ben aşırı beğendim.
Şu beni sinir eden “makarnacılar” meselesini de yazayım artık… Abi bir dakika ya, siz İtalyan’sınız, ne işiniz olur Genesis’le menesisle? Siz Coutinho, Celentano, Ramazotti, Albano&Power falan dinleyin. Ne demek Genesis’in şarkılarını ezbere bilmek, siz kimsiniz? Kıskandım mı? Ne kıskanacağım ya!
Yazdım rahatladım…
Geliyoruz 1974 yılına, dananın kuyruğunun koptuğu yere. (Burası hakikaten duble çokomelli)
Konsept albümlerin modasının geçmeye başladığı bir dönemde Genesis “The Lamb Lies Down on Broadway” albümünü çıkarır ki, son derece “tarafsız” söylüyorum, dört kelimeyle özetlemek gerekirse: Müthiş, müthiş, müthiş, müthiş…
Daha albümün oluşturulması aşamasında grup üyeleri arasında görüş ayrılıkları baş gösterir: Rutherford Antoine de Saint-Exupéry’nin “Küçük Prens” eserine dayanan bir albüm önerir, Gabriel ise bunu “tuhaf” bulur ve bestelerin “Batı Yakasının Hikayesi” filminden esinlenen bir öyküye dayanması için diğerlerini ikna eder ve sözlerin çoğunu da kendi yazar.
“The Lamb…” New York’a gelen Porto Rikolu genç Real’in başından geçenleri, kişiliğini bulma mücadelesini, karşılaştığı zorlukları anlatan olağanüstü bestelerle dolu, insanı bir yolculuğa çıkaran son derece şiirsel, felsefi ve bana göre (ve tabii ki size göre de) tüm zamanların en güzel albümü.
Burada yer kaplamaması için sözlerini neredeyse ezbere bildiğim her bir şarkının adını tek tek yazmıyorum ama aslında hepsini tek tek yazmaya değer. İçlerinden birini, “In the Cage”i ise mutlaka anlatmam lazım. Moralinizin bozuk olduğu bir gece bu şarkıyı ışıkları kapatarak dinlediğinizi düşünün. Şarkının adı gibi bir kafese hapsedilmiş, boğulmuş hissetmeye başlıyorsunuz, camı çerçeveyi indirmeniz işten değil. Hele biraz da “ateş suyu” almışsanız, alimallah evi bile yakarsınız, tam bir bunalım şarkısı.
Bu şarkıyı hakkını vererek “hain” Gabriel’in söylediğini düşündüğüm için onun videosunu koyuyorum:
1974 yılı sonunda albüm İngiltere’de 10., ABD’de 41. sıraya yükselirken grubun çıktığı turnede ilginin aslan payını iginç makyajı, değişik kıyafetleri ve şovlarıyla Gabriel alır ve müzik ikinci planda kalır. Bu durum grup üyeleri arasında zaten bir süredir var olan tansiyonu iyice artırır ve Gabriel ayrılmaya karar verir.
Genesis’in sonu mu gelmiştir?
Kalan dört kişi, Melody Maker dergisine verilen ilana başvurulardan tatmin olmayınca hiç kimsenin aklına gelmeyen bir çözüm bularak davulcu Collins’in solistlik de yapmasına karar verir.
Çok riskli bir karardır.
Gabriel’in ayrılmasının ardından grup 1976’de “A Trick of the Tail”i çıkardı, onu aynı yıl Wind & Wuthering albümü takip etti. Collins solistliğe ağırlık vermek zorunda kaldığı için konserlerde ikinci bir davulcuya ihtiyaçları vardı. Frank Zappa’yla çalan Chester Thomson o gündür bugündür Genesis’in konser davulcusu.
Bir yıl sonra, 1977’de Hackett da gruptan ayrılmaya karar verdi. Onun yokluğunda çıkan ilk albümün anlamlı ve romantik adı “And Then There Were Three” artık üç kişi kaldıklarını dünyaya duyuruyordu.
Ama Genesis’in uzun, sofistike, “progressive rock” tarzı şarkılarını seven hayranları arasında ilk homurtular yükseliyordu, grubun müziği değişmeye, pop tarzına kaymaya, ticarileşmeye başlamıştı.
1980’de Abacab, bir yıl sonra Duke geldi ama asıl bomba 1983 yılında Genesis albümüyle patladı. “Mama” şarkısının da yer aldığı bu albüm ticari olarak çok başarılıydı. Allah için güzel şarkılar da vardı ama artık bestelerin eski Genesis’le ilgisi yoktu. Eski Genesis’ciler yeni tarzdan şikayet ediyordu ama artık popüler müzik yapıldığı için grubun hayran kitlesi iyice büyüyordu.
Şu “pop” meselesiyle ne demek istediğimi Genesis’in kendi adını taşıyan albümdeki “Illegal Alien” sanırım iyi anlatacaktır.
Bu aşamada, biraz da Collins efendinin kişisel yaşamındaki çalkantılar nedeniyle grup bir mola vermek zorunda kaldı. Rutherford, Mike+The Mechanics’i kurdu, Banks solo albümü üzerinde çalıştı, Collins ise “No Jacket Required” albümüyle o kadar büyük sükse yaptı ki, müzik basını bence halt ederek onun Genesis’ten daha ünlü olmaya başladığını yazdı.
Bu noktada objektif gazeteci damarım tuttuğu için Mr. “Fil” Collins’in “Againts All Odds” filmi için yaptığı muhteşem besteden söz etmemem haksızlık olur:
1986’da tekrar bir araya gelerek “Invisible Touch”ı çıkaran grubun albümündeki beş şarkı, “Throwing It All Away”, “Land of Confusion”, “In Too Deep”, “Tonight, Tonight, Tonight” ve “Invisible Touch”ın beşi birden ABD’de aynı anda listelere girdi ki, Amerikalı olmayan bir şarkıcı ya da grup o ana kadar böyle bir başarı elde edememişti.
1991 yılında çıkan “We Can’t Dance” Genesis’in 14’ncü albümüydü. Bu albümdeki dikkat çeken şarkılardan biri de “No Son of Mine.” Şarkı aşağıda ama önce Youtube’da gördüğüm bir yorumu aktarayım: “Ya know, people complain about the “pop” Collins era, but this is a pretty darn powerful song…” Kısaca, grubun popa kaydığını söyleyen bizlere laf sokmuş arkadaş ama çok sevdiğim bu şarkı için haklı buluyor ve susuyorum.
1996 yılında bateristten olma solist Collins beyefendi ağzındaki baklayı çıkardı ve daha önce de zaman zaman dile getirdiği gruptan ayrılma meselesini resmileştirdi.
Collins’in kararını açıklamasından az önce Banks’le Rutherford, “Calling All Stations” albümü için hazırlık yapmaya başlamıştı. Bunun üzerine İskoç şarkıcı Ray Wilson gruba solist olarak katıldı. 1997’de albüm İngiltere’de iki numaraya kadar yükselse de ABD’de “Selling England by the Pound”dan sonraki en kötü performansı gösterince oradaki konserler iptal edildi. Genesis’in çıkardığı bütün CD’lere sahip biri olarak (manşet fotoğrafı) o albümün kapağını açmadığımı gururla yazıyorum. Aslında çoğu müzik eleştirmeni de benimle aynı görüşte, böyle bir albümün çıkmaması gerekiyordu.
Düşmez kalkmaz bir Allah, artık yaşı ilerlediği için lepiska saçlarını kaybeden “fil adam” Collins sonunda tükürdüğünü yaladı ve 11 yıl sonra üçlü konserler için yeniden bir araya geldi. Yarım milyon kişinin izlediği Roma konseri de bu turnenin bir parçasıydı. Önceleri para için yeniden bir araya geldiklerini düşünüyordum ama Kutlu Özmakinacı “Saçmalama, hiçbirinin para sıkıntısı falan çektiği yok” deyince çenemi kapadım. Gerçekten de birkaç gün sonra çıkan habere göre, daha önce boşandığı eşi Orianne Cevey’e 46 milyon dolar ödeyen Collins, şimdi 20 milyon dolar daha ödeyecekmiş, toplam serveti ise 260 milyon dolarmış!
“Eski Genesis” hayranları Gabriel ve Hackett’ın dönmesini beklese de, beşli sosyal ortamlarda bazen bir araya gelse de hatta Gabriel’in düğününde şarkı söylese de bu gerçekleşmedi, anlaşılan bu saatten sonra hiçbir zaman olmayacak. Zaten adamlar 70 yaşında, bir ayakları çukurda! Benden duymuş olun, özellikle Banks abi, Hackett’ın konserlerinde Genesis bestelerini çalmasına bayağı bozuk.
Beşli 2014’de BBC’nin hazırladığı “Genesis: Together and Apart” belgeselinin çekimlerine katıldı. Sonradan kavga çıktı ama o kadar detaya girmeyeyim.
Bank, Rutherford ve Collins aslında bugünlerde “The Last Domino?” adını verdikleri bir dizi konser planlıyordu ancak koronavirüs nedeniyle gelecek yılın nisan ayına ertelendi. Bu konserlerin en “vaaaay be” yönü ise, konser davulcuları Chester Thomson’ın yerine Collins’in 19 yaşındaki oğlu Nick’in oturacak olması. Başta İngiltere, İskoçya ve İrlanda’da 10 konser planlanmıştı fakat büyük ilgi nedeniyle sayı 19’a çıktı. Collins geçen hafta, konserlerde kendisinin çaldığı davul ağırlıklı parçalara kolundaki rahatsızlığı nedeniyle yer vermeyeceklerini, yine de elinden geleni yapacağı söyledi. Turneye adını veren “Domino” tam bir konser şarkısı. Onun da linkini siz bulun artık!
Fazla uzatmadan orijinal grubu oluşturan beşli hakkındaki görüşlerimi paylaşayım:
Peter Gabriel: Şimdi bu arkadaş Genesis’ten daha ünlü oldum havalarına girmiş, ben kendi müziğimi yapacağım diye çekip gitmiş, arkada yüz binlerce, belki de milyonlarca gözü yaşlı hayran bırakmış. Kusura bakma ama sonradan yaptığın “Sledgehammer”, “In Your Eyes” ve “Solsbury Hill” dışında bir şarkın dikkatimi çekmedi. Kalsaydın kral olurdun. Genesis’e ihanet adamsın sen “Pita”. Yine de, onun grubun “ruhu” olduğunu söyleyenler bulunduğu kayıtlara geçsin lütfen.
Steve Hackett: Gabriel gibi gruptan erken ayrıldığı için doğrusu hakkında fazla fikrim yoktu, ta ki bu yazıyı yazana kadar. Gördüğüm kadarıyla hala büyük bir hayran kitlesi, dünyanın en iyi 2-3 gitaristinden biri olduğunu söyleyenler var. Orkestraya uyarlanmış Genesis şarkılarıyla günümüzde konserler veriyor hatta gerçek Genesis çizgisinden hiç ayrılmadığı için bayağı da takdir topluyor. Öyle ya da böyle Genesis’e emek vermiş bir yoldaşımızsın Stiiv. (Respect)
Tony Banks: Şu dünyada hayran olduğum tek kişi. Adam sırf karizma. Öyle itle köpekle muhatap olmayan bir tip. Konserde klavye başındaki vakur duruşu, koronavirüse karşı aşı bulmak için toplanmış dünya bilim insanlarının başındaki profesörün ciddiyetiyle aynı. Bana sorarsanız Genesis’in üst aklı, alt aklı, ortanca aklı. Konserlerde genelde tek başına takılıyor, şarkılara ender eşlik ediyor. Pek gülmüyor ama asık yüzlü değil. Bir konserde ve klipte “We Can’t Dance” şarkısında Mike Rutherford’la onu sahnede dans ettirmesi Collins efendiden nefret etmemin baş sebeplerindendir. Sergei Rachmaninoff ve Maurice Ravel’den etkilenmiş, klasik müzik besteleri de olan bir yiğit. Konserlerde çift klavye çalışıyor ve birini bakmadan çalıyor (Kraaaalll) Yine objektiflik adına, grubun popa kaymasında Tonyciğimin de büyük etkisi olduğunu düşünenlerin bulunduğunu söylemek zorundayım. Ama son Roma konserinde herkesten büyük alkış aldığını hatta sadece onun adına tezahürat yapıldığını kulaklarımla duydum Tony “baba”nın. (I love you man)
Mike Rutherford: Karışık duygular içindeyim. Bir taraftan belli, adam yetenekli. Gitar çalma tekniğiyle ilgili övücü bir sürü yazı okudum ama hiç bilmediğim bir konu olduğu için kafam basmadı. Yüzünde alaycı bir gülümsemeyle nefes alır gibi, su içer gibi rahat gitar çalması bazen sinirimi bozuyor. Tony gibi o da arka planda kalmayı ve sahneyi gerçek anlamda Collins’e bırakmayı tercih ediyor, hiçbir öne çıkma gayreti yok. Ortalama bir gitarist olduğunu ve kendisini öncelikle şarkı sözü yazarı gördüğünü söylüyor. Kimileri onu grubun “gizli silahı” görüyor. Seviyor muyum sevmiyor muyum karar veremiyorum. O boyla basketbolcu mu olsaydı ne! (Şaka yapıyorum Mayk)
Phil Collins: Dürüst olmak zorundayım, Gabriel’den sonra solistliğe soyunması onun suçu değil, ihale ona kaldı. Sesi kötü diyemem ama Gabriel’inki kadar zengin ve derin değil, popa daha yatkın. “Senfonik rock”tan kopuşun mimarı bu adam mıdır bilemiyorum ama bayağı bir payı var gibime geliyor. Benim gibi düşünen o kadar çok insan var ki, “Phil Collins’ten nefret edenler partisi” kurulsa iktidara gelir. Aslında dünyanın en iyi davulcularından biri fakat sol bileğindeki rahatsızlık nedeniyle uzun süreli çalamıyor. Hem grup hem de solo çalışmalarıyla albümleri 100 milyondan fazla satan dünyadaki üç sanatçıdan biri. Bayağı bir sağlık sorunu yaşadı, galiba alkol tedavisi de gördü. Çok eleştirilmiş olmalı ki, birkaç yıl önce “Ben Daha Ölmedim” adında bir kitap yazdı. Roma’da 20-30 yıl önceki konserlerde olduğu gibi tefi orasına burasına vurup o yaşta (69) dakikalarca dans etmesi takdir edilesi. Hadi Collins dede sana bir de kıyak, Roma’da Chester Thomson’la yaptığın taburede çalma şovunu buraya koyuyorum. Davul çalarken nasıl acı çektiğini göreceksiniz. Videonun bonusu sondaki müthiş “Los Endos” şarkısı.
Buraya kadar attım tuttum, güldüm, eğlendim.
Bundan sonrası ciddili:
Gabriel, Collins, Rutherford, Hackett ve Banks hepsi büyük sanatçılar. Doğru, grubun çizgisinde sonradan büyük değişim oldu ama kalitesi hep üst düzeyde kaldı. Hepsini seviyor ve büyük saygı duyuyorum. (Tony favorim, o ayrı)
Bugün geldiğim noktada, sık sık kendimi kaptırdığım, “progressive mi pop mu”nun aslında boş bir tartışma olduğunu, müziğin sizde uyandırdığı duygunun tek gerçek olduğunu düşünüyorum. En son bestesini 23 yıl önce yapmış, en son konserini yedi yıl önce vermiş bir grubun şarkılarını ilk günkü aşkla dinliyorsanız müzik tarzına ne ad verildiğinin hiçbir önemi kalmıyor.
Genesis’in en çok sevdiğim şarkılarından bir liste yapmak istedim ama işin içinden çıkamadım. Bu durumda stüdyo şarkılarında “In the Cage”le konser şarkılarında “Firth of Fifth”-” I Know What I Like”a ortak birincilik verdim gitti.
Yazının altına, burada adı geçen pek çok şarkı da yer aldığı ve grubun son konseri olduğu için 2007 Roma konserinin tamamının ve bence tüm zamanların en güzel albümü olan “The Lamb…”ın linklerini koyuyorum:
Youtube’da Genesis videolarının altındaki yorumları okursanız, özellikle benim kuşağımdakilerin “Şarkılarını dinlerken ağlıyorum” yazdığını görürsünüz.
Şaka gibi, koca adamlar ağlıyormuş.
Ben mi?
Hayır ağlamıyorum, gözüme Genesis kaçtı…