Erdal Çolak
Durun acele etmeyin; kendinizi, iç sesinizi dinleyin, nereye bu gidiş?..
Zaman durmaz, bir dakika siz durun. Hayat bu, akıp gidiyor. Sizce de öyle değil mi? İnsanın yapması gereken, zaman denen o akıntıya kapılmak değil, akıntıya karşı kürek çekmek hiç değil. Sadece aynı gemide anı yaşayarak keyifli vakit geçirmek. Dışarı çıkıp gece gece denize doğru hayatımın en marjinal hareketini yapıyorum. Her geçen dakika hava daha çok soğumaya başlamış, bulutlar kararmış. Her yer sessiz, ürkütücü; denizin dalgası kıyıya vuruyor. İliklerime kadar soğuk işliyor; önce yüzümü, sonra bedenimi soğuk sarıyor. İstemeden soğuğu hissediyorum. Hiç değilse bir anlık da olsa bir hisle duyumsayıp anın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Ne diyordu Dostoyevski, “Rüzgar sert esti. Üç tüy düştü şeytandan. Biriyi paraya yapıştı, diğeri mevkiye, öteki de ihtirasa. O günden sonra şeytan hiçbir iş yapmadı.” Dünya böyle bir hengamenin içinde, yaşanması mümkünken yaşayamadığın mutluluklar…
İnsanın en ağrına giden ne biliyor musunuz? Kendinizi doğum ile ölüm arasında geçen sürede sıkışmış hissediyor, hayatınızın anlamına ulaşamıyorsanız. O zaman hayatta anlama giden yolculuğunuzda kendinizle fikir tartışması oluyor. Anlamlılık ve anlam kaybı, hayatın anlamı sorusunu düşünmemize neden oluyor. Anlamsızlık duygusundan kayıp kederle bağlantılı olarak hayattaki doğru yolu bulma arzusu merakı içinde… Manevi, dini duyguları , inancı olan insanlar misyonu farklı düşüncelerden almalı. Bu anlamı anlama özlemi; arayıştan doldurulmayı haykıran bir iç boşluk… Bazıları için bu sorular, hayatta doğru yerde olamamanın, hayallerini gerçekleştirememenin sebebi. Tatmin edici bir hayata sahip olamamanın, yüzdüğü zamanın içinde, hayatı dibine kadar kaçırdığını hissediyor insan.
Hayatın anlamsızlığının daha fazlası hayal kırıklıkları olarak ortaya çıkar. Türünün zeka olarak evrimi sayesinde insan bu kapasiteye geldi. Düşünebilecek hale geldik ki kendimize “hayatın anlamı nedir” sorusuna cevap olarak “hayatın anlamsızlığı nedir” diye sorabiliyoruz. Kendimizce bu soruların hepsine cevap bulabiliyor, cevaplarla yüzleşmeye cesaret edebiliyoruz. Dünyaya gelmek istek ve irademiz dışında olduğuna göre hayata yüklediğimiz anlam da ister istemez farklı oluyor. Ama bu yaşam içerisinde dünyaya gelişimizi, annemizi, babamızı, ırkımızı, cinsiyetimizi seçme şansımızın olmadığı; hayatın başlangıç ve bitiş çizgilerini belirleyemediğimiz bir süreç. İşte bu süreçte insanoğlunun evreni anlaması, yaşamın anlamını kavraması zor olsa gerek. Bu yüzden insan yaşamak zorunda; bilinmezlikler, yalanlar, illüzyonlar, hayal kırıklıkları üzerine kurulu bu hayatı…
İnançlar bilincin dışında bir madde olarak evrende yer alıyor. Musevilik, Davudî, Hristiyanlık ve Müslümanlık monist inanç anlayışı mevcut olduğundan diğer dinlere göre farklı bir şekilde hayatın anlamını sorgular. İşte bu dinlerin mistik, tasavvufi, gnostik (mistik bir felsefe) yapılarını incelediğimizde gerçek anlamda hayatın anlamını tamamen bilemeyiz. Hiçbir zaman anlam sadece gözlem, duygu ve düşünce ile bilinemez. Hayatın gerçeğine bu dinlerde mistik bir yaklaşım vardır. Budizm’e göre hayatın gerçek anlamı zamanın ötesindedir. Budizm’de gerçek anlam doğmamış, ölmeyecek olandır. Anlam insandan önce, anlamın gerçekliği biz doğmadan önce vardı. Biz yaşarken de, öldükten sonra da var olacak. Bu anlam kelimelerle tarif edilemez. Hinduların dediği gibi, gerçek anlam yaratıcıdır, ebedî ve sınırsızdır. Bütün zaman ve mekan bu anlamın gerçekliğinin nedenselliğin kaynağıdır.
Hayatın anlamını sorguladığımızda karşımıza iki farklı yol çıkıyor. Birinci yol nesnel dünyada eylem odaklıdır, gözle görülebilir, ifade edilebilir. Diğer yol ise nesnel dünya ile bağlantılı olarak da görülebilen manevi, dinsel bir yol. Bazı filozoflar dinlerden bağımsız bir şekilde nihilistler gibi; “her şey özgür, serbest olmalı ama hayatın anlamı yoktur” der. Yaşamın anlamını dar, sade kavramlarla ifade etmek çok zor. Yaşamın tek başına kendi içinde bir anlamı yok aslında; ona anlam yükleyen bizleriz. Biz varken yaşam anlam kazanıyor. Bizim yokluğumuz hayatın anlamının yokluğudur. Eski bir Yunan efsanesi, nihilistlerin olaylara nasıl baktığına en iyi örnek olarak verilir. Sisifos ölüler ülkesi tanrıları yaptığı hatadan dolayı onu sonsuza dek taş yuvarlamaya mahkûm eder; hedefe her yaklaşmada taş yine aşağıya düşer. Sisifos’un cezasından dolayı yaşadıklarımızı yeniden yaşamakla Nietzsche’nin bengi dönüş dediği sonsuz dönüş ebedi dönüştür.
Bu düşünce, zamanın döngüsel bir formda olmasıdır. Her ne kadar Nietzsche hayatın nesnel bir anlamı olmadığını ifade etse de onun için hayat sonsuz tekrar edilen bir hiçliktir. Anlamsız bir iş! Anlamsız bir hayat. Kafka’da hayatın anlamsızlığı hiçlik yansımaları romanlarında koca bir boşluk ve çaresizliktir. Kafka bunu şöyle ifade eder: “Karanlıkta ıslık çalmak ışığı getirmez.” Yani kaygı, güvensizlik, korku yerinde kalır. Benim anladığım kadarıyla bu da saldırganlığı tetikleyince meseleyi hayatın anlamsızlığına götürüyor. Arthur Schopenhauer’a göre ise, hayatın kendisi boş bir şeydir, insan onu abartır. Hayatın anlamı yoktur. Kim olduğunu bilmiyorsun. Gemi rotadan sapıyormuş gibi hissediyorsun… Bunun nedeni kendinizin farkında olsanız bile anlamsız bir hayat fikri ürkütücü, içi boş bir ceviz kabuğu gibi olmak. Ya da yarı ölü ve tamamen ölmeyi bekleyen bir zombi. İnsan hissediyor, hayatının hiçbir anlamı yok; kendini kaybolmuş hissediyor. Kim olduğunu, ne istediğini bilmiyor. İnsan evrende, yaratıcı, akıllı bilincin kendini ifade etme arzusu içerisinde. Kendi deneyimiyle, bakış açısıyla yorumlama, anlama çabasında…
İnsanları var eden aslında bağlı oldukları, bağlı kaldıkları değer ve ideallerin gerektiği gibi toplumda yer tutamaması. Bu değer ve idealler, hayalleri yerine getirmediklerinde hem kişide hem de toplumda ortaya çıkan anlamsız bir ruh halidir. Bu ruh haliyle değerlerin kaybedilmesiyle devam eden bir yaşama, düşünme biçimidir. Nihilizm yaşama yüklenen değersizlik ve hiçliktir. Anlam insanın kendisiyle kavgasıdır. Evrende bizim değerlerimizin, tutumlarımızın hiçbir şeyin anlamı yok. Yani demek istediğim; maddesi olmayan soyut anlamın nesnel karşılığıyız. Bir paradoksun içinde yaşıyoruz. Bazı zamanlar varlık içinde yokluksun, bazen yokluk içinde varlıksın… Bu his hayatın anlamını anlamsızlaştırıyor. Mito-poetik düşünce (hayatı ve varlığı bir bütün olarak adlandırmak) bize eksiksiz, varlık delilleriyle anlaşılabilir kılmak amacıyla fikir verir. Bu düşünme tarzı düş gücü akıl ile birleştiği zaman insan akılcı, tutarlı, olma çabası içerisinde olur.
Benim felsefi anlayışıma göre hiçbir şey bilmediğimiz için hayatın anlamını anlayamıyoruz. Bilmediğimiz çok şey var ama biliyorum ki ölene kadar yaşayacağız! Doğumunu bile bilmeyen insan… Nasıl doğduğunun farkında bile değil. Bildiğim, kesin trajik olan tek şey bu hayatta her şeyin, herkesin öleceği gerçeğidir. Belki de tam da bu yüzden hayatta hep bir anlam arıyoruz ama aslında bir anlamının olmadığı fikrine ulaşıyoruz. Herkes ölünce ne olacak? İnsan hayatta anlam bulmayı umut eder. Kanındaki anlamsızlık duygusu, yaşama aşkını, sevincini tüketince yerini alınca kayıtsızlık ve umutsuzluk rüzgarı insanı anlamsızlık denizine sürükler…