Orhan Alpdündar, Amsterdam
Adını vermekte sakınca gördüğüm yargıç bir dostum var…
Gece gündüz demeden 25 yıl devlet işlerinde çalışmış. Meslek hayatı boyunca işini eve de taşımış. Yüzlerce dosya arasında çırpınmış. Yılların verdiği yorgunluk nedeniyle, eşinin ve çocuklarının da ısrarı üzerine emekliliğini istemiş, kısa bir süre sonra mesleğe veda etmiş.
Şimdi ülke sorunlarına kafa yorup, arada bir kimi gazetelerde, dergilerde yazılar yazıyor. Yurt dışında çağrılı olduğu toplantılara katılıyor.
Gecenin hayli ilerlemiş bir saatinde ısrarla çalan cep telefonumun ekranına baktım. Arayan telefonumda kayıtlı değil, numara var isim yok.
Hayırdır inşallah!
Bu saatte kim arar?
Dokunduk ekrana açtık telefonu:
-Alo!
Karşımızdaki ses tanıdık. Yukarıda bahsettiğimiz dostumuz. Hiçbir zaman eksik etmediği sıcak ses tonu ve nezaketi ile ekledi:
– Baba dedi, ben geldim. Amsterdam’da bir otele yerleştim. Yarın sabah bir konferans için New York’a uçacağım. Vakit darlığından sana haber veremedim. Ancak sesini duymadan da buradan gitmek içime sinmedi.
-Yahu, dedim. Olur mu öyle şey! Hollanda’ya gelip otelde kalmak da neymiş, sen gelmezsen ben geliyorum, sakın yatayım deme, bekle geliyorum hesap soracağım…
Atladık gittik.
Dostumuzla buluştuk, kısa bir hoş-beşten sonra karşılıklı oturduk.
Daldı…
Yüz gergin.
Ağız bıçak.
Kaşlar çatık.
Sorgu hançerini takmış gözlerine.
-Anlat bakalım, dedik. Bu ne hal?
Derin bir nefes alan dostumuz sıkı bir gazete okuyucusu idi. Beğendiği yazarların köşe yazılarını hiç atlamadan okur, keser, arşivlerdi. Hele hele İlhan Selçuk yazılarını yalnız okuyup arşivlemekle kalmaz, eşine dostuna da okuması için tavsiye ederdi.
Dedi ki:
-Daha ne olsun?
-Anlat, derdini söylemeyen derman bulamaz.
-Bak dedi, sorunları tek tek anlatacağıma İlhan Selçuk’un 43 yıl önce yazdığı bir öyküyü sana ezberimden anlatayım, kıssadan hisse (*) olsun.
-Peki.
Aldı lafı dostumuz:
-Evvel zaman içinde, kambur saman içinde, deve mübaşir iken, pire İstanbul’a kovayla su taşırken, bir İslam ülkesinde yoksul bir kadın ile oğlu birlikte yaşarmış. Bu oğlan büyümüş, kazık kadar adam olmuş. Ama eve bir lokma ekmek yerine, devamlı dert getiren haylazın tekiymiş. Anasına el aman dedirtirmiş. Anası, “Varayım Kadı’ya halimi anlatayım” demiş ve kalkıp yollara düşmüş.
Mahkemeye vardığında kadın ne görsün? Ortalık toz duman, fermanların biri okunup diğerine geçiliyor. Birini falakaya yatırmışlar, diğeri sırasını bekliyor. Durumu gören kadıncağız korkmuş. Gelip geleceğine bin pişman olmuş. Ama iş işten geçmiş. Kadı hışımla sormuş:
-Ne istiyorsun kadın?
Yoksul kadının eli ayağı çözülmüş:
-Kadı efendi, demiş, benim bir oğlum var, edepsiz mi edepsiz. Her gün olay çıkarır, eve bir dilim ekmek getirmez. Belki bir çare bulursunuz diye size geldim.
Kadı hiddetle sormuş:
-Kimmiş bakayım o nankör?
Ana yüreği bu dayanamamış, oğlunu kurtarmak için sokaktan geçen tanımadığı bir genci göstermiş.
-İşte bu!
– Bre utanmaz, demiş Kadı. Sende hiç vicdan yok mu, ananı üzersin?
Delikanlı şaşırmış:
-Hangi anamı?
Kadı küplere binmiş:
-Bre hain! Kaç anan var senin? Karşında duran ananı tanımıyor musun nankör?
-Af buyurun, bu benim anam değil.
Kadı hepten öfkelenmiş:
-Yatırın!
Gence 10 değnek vurup aklı başına gelmiştir deyip ayağa dikmişler. Kadı yine sormuş:
-Söyle ulan, bu senin anan değil mi?
Delikanlı direnmiş:
-Değil, bu kadın anam değil.
-Yatırın!
Yatırın kaldırın, yatırın kaldırın derken tabanları kan içinde kalan genç:
-Durun, diye bağırmış.
Sonra kadına bakıp:
-Şimdi tanıdım, demiş. Bu benim anam. Hem vallahi, hem billahi bu benim anam.
Kadı’nın yüzü gülmüş:
-Hah! Şöyle yola gel. Öp ananın elini. Sonra ananı sırtına al. Doğru eve, ona iyi bak, bir daha karşıma gelirsen ne olacağını biliyorsun.
Delikanlı kadını sırtlamış, yola koyulmuş, çarşıdan geçerken kardeşine rastlamış. Küçük kardeş, yabancı bir kadını sırtlamış ağabeyini görünce şaşırmış:
-Ağabey, o sırtında taşıdığın kadın kim?
-Bu bizim anamız.
-Kim söylüyor bunu?
– Kendisi.
Küçük kardeş düşünmüş, taşınmış:
-Sen benim büyüğümsün. Ama olmaz öyle şey! En iyisi sen var Kadı’ya durumu anlat, bir çaresini bulsun.
Ağabey:
-Ulan, demiş, senin dünyadan haberin yok. Zaten bizim anamızı belleyip bu kadını anamız yapan Kadı değil mi, kime ne anlatacağız?
(*) Anlatılardan çıkarılacak ya da çıkarılması gereken ders.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.