Dr. Nevin Sütlaş
Sinop’taki Amerikan radar istasyonunu uzaktan görmüştüm. Kocaman bir golf topuna benziyordu. Daha sonra ülkemin pek çok başka yerinde de gördüğüm bu kocaman bembeyaz kürelerin radar istasyonu oluşu ilgimi çekmiş, şeklinin niye böyle olduğunu anlayamamıştım. “Miami Dizayn District” bölgesindeki bir gezinti sonrası yani 30 küsur sene sonra jetonum düştü.
Buckminster Fuller, bir mucit. Pek çok şey keşfetmiş. Örneğin duş başlığını o keşfetmiş ki üzerinde hiç düşünmediğimiz bu “suyu basınçla fışkırma usulü” temizliği daha az suyla sağlamak yani doğayı korumak içinmiş. Halen uçaklarda kullanılan vakumlu tuvaletler de onun fikriymiş. Tuvalet ve banyolarda işe yarayan pek çok başka şeyin de mucidiymiş.
Fuller, insanların barındığı yerleri daha rahat, daha konforlu, daha teknolojik ve de daha ucuza mal etmeyi kafasına koymuş. Taş, odun ve tuğla gibi ağır yapı gereçlerinin yerine deniz kabuklarından elde ettiği malzeme ile daha ucuz, daha hafif ama daha güçlü binalar yapmış. Sene daha 1928 iken, yazdığı bir yazıda insanın nasıl çok sağlam bir kemikten iskeleti ama onun üzerinde daha hafif olmasına rağmen çok dayanıklı kas ve derisi varsa binaları da aynı biçimde dayanıklı bir iskeletin taşıdığı güçlü ama hafif malzemelerden yapabilmeliyiz, diye yazmış. Bunu yapmak için uçakların yaptığını yapmalıyız yani yer çekimine karşı direnmek yerine yerçekimini kullanmalıyız, demiş.
1944 yılında ABD ciddi bir konut sıkıntıyla karşı karşıya kalınca hükümet Fuller’in önerdiği modelle ilgilenmiş. Savaş uçaklarının inşa modeline çok benzeyen evin ilk prototipi gören bir devlet görevlisi “Aman Allahım, bu geleceğin evi” diye çığlık atmış.
Bu proje evi beğenen çok olmuşsa da Fuller bu evleri yapıp satamamış. Çünkü bu türden bir konuta elektrik, su vb. tesisatı kurmayı becerecek ustalar bulamamış. Oysa uçaklarda bunlar hiç sorun olmadan yapılabilmekteymiş. Fuller bu evlerin hâlâ giderilmesi gereken bazı sorunları olduğunu düşünürken şirketinin haznedarları evleri biran önce yapıp satmak için baskı yapmaktaymış. Bu çatışma bankaların projeyi kredilendirmesini engellemiş. Savaş bitmiş ama Fuller’in ev inşaatında kullanılan malzemelerin nasıl hafifletilebileceğine ilişkin kafa yorması bitmemiş. Hafifliğine rağmen örümcek ağı nasıl dayanıklıysa aynı biçimde fırtınalara dayanıklı ama çok hafif binalar yapma isteğinden hiç vazgeçmemiş.
Buckminster Fuller, kısaca Bucky, bir üçgenin bir dikdörtgene göre basınca 2 kat dayanıklı olduğu bilgisinden hareketle “Geodesic Dome” fikrini yaratmış. Kelime olarak geodesic, küre gibi yuvarlak yüzeylerde iki nokta arasındaki olası en kısa çizgiye verilen ad. Böylece yüzeyi yan yana üçgenlerden oluşan küre şeklinde bir bina tasarlamış. Bu konut, az malzemeyle çok şey yapma fikrine çok uygunmuş çünkü iç hacim olabildiğince fazla iken tersine dış yüzey olabildiğince azaltılmış oluyormuş. Onun hesabına göre bir küre evin çapı iki katına çıkarıldığında, iç hacim 8 kat artmaktaymış. Bir evin iç yüzeyinin küre şeklinde olması, sadece üretim değil tüketim malzemelerini da azaltmaktaymış.
Yüzey alanı azaldığı için daha az inşaat malzemesi gerekmesi, ısıtma ve soğutma maliyetinin azalması, iç yüzeyin içbükey oluşu sayesinde içerde havanın rahatça dolaşması, aynı nedenle dışarıda rüzgârın neden olduğu ısı kaybının azalması, yüzeylerin yansıtması nedeniyle iç ısının daha kolay korunması vb. nedenlerle bu bina formu zamanla yeşil bina projelerinin göz bebeği olmuş.
Bucky, bu fikrinin kartondan yapılmış ilk maketini 1954 yılında Milano’daki bir yapı fuarında görücüye çıkarmış ve ödül almış. Maketinin İtalya’da gördüğü ilgi ülkesine de yansımış. Bu binalar kolayca taşınabildiği ve inşa edilebildiğinden ABD ordusu, deniz aşırı harekâtları için epeyce büyük siparişler vermiş. 2. Dünya Savaşı sonrasında radar istasyonları da bu şekilde kurulmuş.
Enerji tasarrufu %30 civarında olan geodezik konutlar, en çok da enerji gereksinimin aşırı olduğu kutup bölgelerinin gözdesi haline gelmiş. Birçok firma bu konutlardan üretmeye başlamış. Tipine ve büyüklüğüne göre kimisi sadece birkaç gün içinde inşa edilebilirken kiminin yapımı 6 ayı bulabiliyormuş.
Mucit Buckminster Fuller’in yaşamı ilginçliklerle dolu. 1895’de Massachusetts’te doğmuş, 1913’de Harvard’a girmiş. Ancak üniversite hayatına uyum sağlayamayıp Kanada’da bir değirmende çalışmaya başlamış. Makinelere ve üretim gereçlerine olan ilgisi o sıralarda yoğunlaşmış. 1915’de yeniden üniversiteye dönmüşse de gene becerememiş. 1917- 19 arasında (Dünya Savaşı sırasında) Amerikan Deniz Kuvvetlerine katılmış. Mekaniğe yatkınlığı sayesinde askerlik yıllarında hem gemilerde hem de uçaklarda birçok başarıya imza atmış. Yeteneğini fark eden askeriye onun yarım kalmış öğrenimine de devam etmesini sağlamış.
Fuller 1926’da kayınpederi ile ortak olduğu bir inşaat firmasında betonu güçlendirecek keşifler yaparak 25 patent almış. 1927’de bu firma batınca neredeyse kendini öldürecekmiş ama yeteneklerini başkalarının yararına kullanmasının görevi olduğunu düşünerek canına kıymaktan vazgeçmiş.
Bütün ömrünü gelişen teknolojinin de yardımıyla konutları nasıl geliştirebileceğini düşünerek harcamış. Öncelikle 1927’de geliştirdiği 4D diye de bilinen “Dymaxion ev” projesi çok tutulmuş. Dymaxion, dinamik, maksimum ve ion kelimelerinin bileşimiymiş. Bunlar kolay inşa edilebilen, kolay taşınabilen, ucuz, modüler binalarmış. Dymaxion ev modeli onun “daha azla daha fazlasını yap” prensibinin konuta uygulanmış haliymiş.
Teknoloji geliştikçe onun bu prensibi hayatın pek çok başka alanında da uygulanmaya başlanmış. Örneğin üç tekerlekli bir yumurta şeklindeki Dymaxion araba, Dymaxion banyo ya da askeriyenin 2. Dünya Savaşı’nda kullandığı yuvarlak konutlar olan Dymaxion Deployment Units (DDU’s) hep onun fikriymiş. Kendisi açıkça sözünü etmese de bu binaları (DDU’s) aslında Türklerin Orta Asya çadırı (keçe yurt/otağı) ilhamıyla geliştirmiş. (Yükte hafif pahada ağır keçe çadırlarına niye bizim mimarlarımız ilgi duyup oradan yol almamışlar da bir Amerikalı almış, bilmem)
1947’e gelindiğinde başta sözünü ettiğim DDU’s’lardan hareketle Geodesic ev fikrini geliştirmiş Fuller. İlk ticari Geodesic bina Michigan’daki Ford Motor şirketinin binası olarak 1953 yılında yapılmış. Ardından askeriye, kutuplardaki radar istasyonları için bu hafif binaların müşterisi olmuş. Fuller enstitüsünün verilerine göre bugüne kadar Afrika çölleri dâhil dünyanın dört bir yanında 300.000 Geodesic bina yapılmış. Çocuk parkları seralar falan bu sayıya dâhil değilmiş.
Fuller’i mucit yapan yaratıcılığından öte vizyonerliği. 1946 yılında hazırladığı Dymaxion haritası bunun iyi bir örneği. Patentini aldığı bu haritada, kıtaların şeklini eğip bükmeden düz bir kağıda aktarabilmiş ki bu haritacılıkta çığır açmış. Bu harita ile insanların yerküreyi daha iyi kavrayabilmesinin de yolu açılmış. 1950 yılında “uzay gemisi dünya” lafını icat ederek üzerinde yaşadığımız kürenin uzaydaki yolculuğun kavranabilmesine de katkı sağlamış.
1960’larda önceden geliştirdiği dünya haritasını kullanarak oluşturduğu “World Game”in patentini almış. Bu devasa simülasyon ile oynadıkça dünya kaynaklarının daha kolay kavranması mümkün olmaktaymış çünkü bu oyun yeryüzü kaynaklarının gerçek rezervlerini harita üzerinde gerçek yerlerinde ve gerçek miktarlarında sunduğu gibi oyunculara yerküre sorunları için çözüm önerilerini düşünme şansı da tanıyormuş. (Gel de sorma: MTA gibi bir kurum, niye bu harita oyununun Türkiye ölçeğinde bir versiyonunu geliştirip oyun olarak pazarlamaz acaba?)
Sinerji lafı ondan önce kimya çevrelerine sınırlıymış. Yazı ve konuşmalarında bolca kullanarak gündelik dile soktuğu bu kavram, sistemler arasındaki etkileşimi vurgular. Sinerjetik yaklaşım, sağlığa bütünsel yaklaşımın yanı sıra problem çözme, planlama, düşünme ve sistem dizaynı yapmayı beraberinde getirir. Karşılıklı etkileşerek dönüşmeyi çok güzel ifade eden sinerji, en çok da nöroloji dünyasında kendine yer bulmuştur.
Fuller hep üretmiş. 1930’arda Shelter diye bir dergi çıkarıyormuş. 1938-40 arasında Fortune dergisinin bilim ve teknoloji danışmanıymış. 1940’larda Harvard ve MIT gibi üniversitelerde konuk konuşmacı olmuş. 1950’lerde Güney Illinois Üniversitesine profesör olunca karısı ile birlikte Geodesic bir evde yaşamaya başlamış. Daha sonra başka üniversitelerde de hocalık yapmış.
30’a yakın kitap yazmış. Dünyanın dört bir yanında konferanslar vermiş. Kendisine 47 onur doktorası verilmiş. 1983 yılında ölmüş. Ölümünün hemen sonrasında kimyacılar onun Geodesic evine çok benzeyen bir karbon molekülü keşfetmiş ve anısına hürmeten bu moleküle “buckminsterfullerene” adını vermişler.
Buckminster Fuller “kendi kendini idare eden konut makinesi” adını verdiği şeyi icat edip patentini almasından yıllar sonra 1977 yılında da ilk gerçek ev örneğini üretebilmişse de fikrinin gerçek anlamda yaşama geçmesine tanık olamadan ölmüş. Yarım asır sonra, bu proje hatırlanıp Geodesic evin Monohex türevi yeşil bina hareketine dâhil edilmiş.
2011 yılında Miami doludizgin inşa edilirken Craig Robins, “Miami Design District” mahallesinin merkezi için bu modelden ilham almış. Şehrin buram buram sanat ve de para kokan bu mahallesi öyle bir mahalle ki dünyanın en lüks markaları burada köşe başlarını kapmış durumda. Ben diyeyim Fendi siz deyin Christian Dior, saat sevenler Patek Philippe desin takı sevenler Van Cleef&Arpel, artık “kapitalallah” ne verdiyse hepsi burada bir arada. Vee bu mahallenin ortasındaki otoparkın giriş kapısı da Craig Robins tasarımı Geodesic formda.
Ehh işte buna da yeni kapitalizm deniyor. Kapitalizmin canına okumaya ahdetmiş Che gibi bir adamın komünizmin simgesi kızıl yıldızlı beresinin fotoğraflarını bile pazarlayabilen kapitalizm, halka ucuz konutlar üretmeye niyetli Fuller gibi bir adamın projesine en pahalı çarşının kapıcılığını mı yaptıramayacak? O Bucky ki dünkü günlerde dünyanın rezervleri tüketilmeden yaşanabilsin diye oyunlar tasarlamışken, bugünkü günlerde onun adını taşıyan enstitü dünyanın en pahalı ürünleri satılabilsin diye oluşturulan cafcaflı Miami çarşısının vitrinini Bucky tasarımıyla süslüyor…
Rus komünistleri izlemek için Türkiye’nin her yerine doldurulan golf topu görünümlü Amerikan radarlarının, komünizm çoktan mevta olduğu halde hâlâ top gibi sapasağlam yerlerinde durmasının, Amerikalı Fuller’in “az ile çoğu başarmak” projesi sayesinde olduğunu yeni öğrenen Nevin’in, Amerikalılar gibi yeni laflar türetmeye merak sardığını, Fuller’in “otağev” fikrinin verdiği gazla “Kapitallah” diye bir laf türettiğini fark ettirebildim mi acaba?
Yuppiii, mucit oldum mucit: Otağev türetimimi mimari literatüre hediye ettimse de “kapitallah”ın patentini alacağım. Papa verir mi acaba?
Not: Yurt otağı/keçe çadır ile geodesic bina ve kuruluşlarını kıyaslamak isterseniz: